Kitaplardan Notlar


"Düşmanının içindeki dostu ara. Nefretten, küçümsemeden ve aşağılamadan kurtul.
Acı çektiğin için öfkelenme; acı, seni yaratan şeydir. Bedenini bir an bile düşünmeden Erdem ile buluşmaya git.
Çelişkilere ve karşıtlıklara gülümse.
Diğerlerine, tıpkı kendine olduğun gibi nazik ol.
Ölüm seni çağırdığında, erken geldi diye alınma; her şeyin en doğru zamanda olduğu gerçeğinin farkında ol.
Tek bir pişmanlık dahi duymadan yokluğa ulaş. İşte o zaman, bir sonraki yaşamında daha iyi bir insan olacaksın."
"Yaşama sanatını kitapları okuyarak öğrenemezsin. Yaşam kontrol edilemeyen bir akıştır: her emre direnir. Kitapları okuyarak gerçeğe ulaşamazsın..
Yazılmış her şey yapaydır - gerçek, sözcüklere boyun eğmez. Kitapları okuyarak mutlu ya da mutsuz olamazsın - yine de, tüm bunları anlamak için kitap okumalısın."
"Yendiğin kişiye elini uzat ve ona teşekkür et - onsuz hiçbir zaman 'galip' olamazdın.
Başarının tadını, o seni zehirlemeden önce tükür. Her başarıdaki tuzaklardan alçakgönüllülükle kurtul..."
Miro Gavran-Clara
 ____________


"Yaşamı anlamlı kılan, eğlenceli kılan, katlanabilir kılan, zevkli kılan en önemli olgulardan biri şaşmaktır.
Şaşma duygusu bizi yaşama bağlar.

Eğer her şeyi bilirsek yaşamın ne heyecanı kalır, ne de anlamı.
Mutlak olarak bilmek, belki cahilliği ortadan kaldırır ama daha korkunç bir durumun gerçekleşmesine neden olur; öğrenme isteğimizi ortadan kaldırır. Yaşamın mucizesiyle insan ruhunun mucizesi aynıdır:
Gizemini parça parça sunmak, ama hiçbir zaman gerçekliği tümüyle vermemek.

Bazı bölgelerin aydınlamasına ses çıkarmamak, peşinden koşsunlar diye bazı ipuçları ortaya atmak ama mutlak gerçeği asla teslim etmemek.
'Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir' diyen insana neden bilge denildi sanıyorsunuz?"
  Ahmet Ümit-İnsan Ruhunun Haritası

____________


Babalar açısından evlatla ilişkiler de üç döneme ayrılabilir:
ilki "Yavruma canım feda" dönemidir.
Her baba, bebeğini ilk kucağına aldığında avucunu dolduran sıcaklığı başka hiçbir sevginin yaratamayacağına inanır.
Artık çocuğu için yaşayacaktır.

İkinci dönem "Hiç vaktim yok ki" dönemidir.
Bebeklik devrinin tatlı neşesi, yerini uykusuz gecelere, dur durak bilmez bir ilgi talebine bırakır ve baba yeniden işlerine gömülür.
Ömrünü adamaya söz verdiği evlatla akşam sofrada ya da televizyon karşısında birlikte olabilir ancak...
 
Ve son dönem:
Artık evladını sevmeye vakti vardır, lakin seveceği evlat çoktan yuvadan uçmuştur.
Bir zamanlar cıvıl cıvıl şakıyan çocuk odasının derli toplu sessizliğine bakıp "Keşke ona daha çok vakit ayırabilseydim" diye iç geçirir."

"Oyuncaklar... çocuklarımıza ayıramadığımız vakitlere karşı verdiğimiz rüşvetler...
Oysa oyuncaktan çok, onları birlikte oynayacağı bir babaya ihtiyacı var çocukların..."
Can Dündar-Kırmızı Bisiklet
____________

"Yedi kattır yalnızlığın derisi; birşey işlemez içine."
"Bağışlaya bağışlaya öldü bağışlamanın mutluluğu; kendi bolluğundan bezdi erdemim!"
"Durmadan bağışlayan için tehlike, utanmayı unutmaktır."
"Siz, gözümün rastladığı en yüksek insanlar, budur benim sizden kuşkum ve içimden gülüşüm: Benim üstinsanıma korkarım siz... şeytan derdiniz!"
Frıedrıch Nıetzsche-Ecco Homo

____________

Kötülük bir hiçten öte bir şey değil, iyiliğin gururunu taşıyalım,
her şeyden önce de umudumuzu yitirmeyelim.
Saygıyı aileye hoşgörüyü bencilliğe indirgemeyelim.
Kamelyalı Kadın-Alexandre Duman-Fils



____________


"Mutluluğun aşk olduğunu söylüyorlar.oysa aşk mutluluk getirmez,
hiçbir zaman da getirmemiştir.
Tam tersine, sürekli bir kaygı durumudur aşk, bir savaş meydanıdır;
kendi kendimize sürekli olarak acaba doğru mu yapıyorum diye sorduğumuz uykusuz gecelerdir.
Gerçek aşk, vecd ile ıstıraptan oluşur."
Paulo Coelho-Portobello Cadısı

Yılmaz Erdoğan: 'Şiir, Meşhur Olmak İstemeyen Yanım' / Söyleşi: Abidin Parıltı

'Sahiler Düş Düşler Sahi' adlı yeni şiir kitabını yayımlayan Yılmaz Erdoğan, 'Benim şair tarafım meşhur olmak istemeyen yanımdır. Toplumun içine karışıp, kaybolup toplamak isteyen yanım' diyor.
Yılmaz Erdoğan yıllardır Türkiye’nin gündeminden düşmeyen, birçok sanatsal meselelerde söz sahibi olan, meslekler arası seyahatleri seven ve her mesleğini de ‘sahi’ ve ‘gerçek’ kelimeleri etrafında ören, Ömer Hayyam’ın dediği gibi bazen bir usta bazen bir çırak. Bir usta çünkü, BKM’de onlarca çırağı var, bir çırak çünkü Ahmet Arif gibi bir ustası var.
Geçenlerde Yılmaz Erdoğan’ın yeni şiir kitabı ‘Sahiler Düş Düşler Sahi’ çıktı. Radikal gazetesi olarak bu kitabı fırsat bilip Yılmaz Erdoğan’la şiir üzerine bir söyleşi yaptık.

Sizin şiirlerinizde bir ustanın izinden gitme ve ona varma meselesi söz konusu... Sanki hep bir ustaya ulaşmak istiyorsunuz...
Woody Allen bir söyleşisinde demişti ki, insanlar çocukken seyretmeyi sevdiği türden filmler yapar ilerde. Bence bu şiir için de geçerli. İnsanlar okumayı sevdiği şairler gibi şiirler yazmayı isterler. En azından onu şiire dürten duygu budur. Bir şiir yazma eylemi, esasında hayranlık ve öykünme kapısından geçer. Genellikle hayranlık meselesi kötü algılanır. Oysa doğru etkilenen insan doğru yapar.
Şiirinizde tam da bu var sanki. Bir hayranlıkla yola çıkılmış ama sonra o hayranlıktan sıyrılıp kendi çizgisini bulmuş bir şiir.
Taklitle başlar bu iş. Ama taklit safhasında kalırsan zaten sende o şiir damarı yokmuş, o usta bile seni açamamış demektir. Mesela bir arkadaşım vardı. Çok iyi şiir yazardı. Ama bir gün artık Ahmet Arif ve Nâzım Hikmet’i okumayacağını söyledi. Çünkü onlardan etkileniyormuş. Çok yanlış, bu şekilde asıl yolu kapatmış oluyorsun. Oysa ben ölene kadar Ahmet Arif’i okuyacağım. Ondan etkileneceğim. Geçen gün eski bir şiir tartışmasına rastladım. Yine, ‘esas şiir budur’ tartışması vardı. Oysa esas şiir diye bir şey yoktur. Dolayısıyla katı bir betonun içine sığmaz şiir tanımı.
1940’ta Rüştü Onur’la Muzaffer Tayip Uslu daha yirmi yaşındayken söylemişler aslında, “Şiir, şairane bir iş değildir” diye. Benim bildiğim tek çıkar yol şu oldu: Benim yazdığım hikâyelerin, şiirlerin hepsi bir ‘gerçek’ dürtüden, bir şeyi tanımlamak üzerine kurulu. Mesela o şiir tartışmasında şöyle diyen bir görüşe rastladım. “Bunlar şiiri başlarından geçen olayların anlatımı zannediyorlar.” Evet, vallahi öyle zannediyorum. Her şeyi öyle zannediyorum. Filmlerim de öyle. Benim ya da birinin başına gelmiş olaylar üzerine kuruyorum.
Erdoğan, “Kendime karşı en samimi olduğum tek form şiir” diyor.



Orada empati söz konusu oluyor.
Tabii. Şiirsel şeyler yazan bir adamdan şair olana götüren duygu budur. Empatidir. Şiir diğer yandan bir kelime ekonomisidir ki sadece hisle izah edemezsin. Şiir basbayağı matematiktir. Ben bakarım bu şiirden ne çıkartılabilir diye. Kitapta bazı şiirler vardır ki dokuz yıl sürmüştür. Eklemeler, çıkarmalarla...
Şiirleriniz sadece kitaptan değil, arkadaşlar arasında okunabilecek türden şiirler. Ayrıca sizin sesinizle daha anlam bulmuş şiirler.
Ben şiirlerinde musiki olan, musiki barındıran şairler okulundan sayıyorum kendimi. Şiirlerimi okuyarak doğru melodiyi yakalıyorum. Metin Üstündağ bir şiir tartışmasında Yılmaz’ın şiirini sesiyle beraber yorumlamak lazım demişti. Doğru bir tespitti bu.
Seyahat ederken daha çok şiir yazıyorsunuz sanki. Şehir ve yolculuk bu kitabınızda daha öne çıkıyor.
Yolculukta şiirsel bir yerdesinizdir zaten. Seni normal gerçeğin dışına iter. Şiir yazmasan da o sıra şiirsel bir tonla dışarı bakıyorsun. Birinin yazmasına kalmıştır. Benim şair tarafım meşhur olmayan, olmak da istemeyen yanımdır. Toplumun içine karışıp, kaybolup toplamak isteyen yanımdır. O zaman çocukluğumdaki Yılmaz oluyorum. Yol şairi özgürleştirir, beni daha da özgürleştirir.
Şiirle aranızda bir mesele var sanki.
Galiba esas konu bu. Ben, hiç kimseye söyleyemediğim, hiç ortaya koyamadığım, koymak da istemediğim öyküleri yazıyorum burada. Dolayısıyla her şiirin benim için öyküsel değeri de var. ‘Canfeda’ aynı orda yazdığım gibi hiç kendimle gurur duyduğum bir hikâye değildir. Benim tek günah çıkarma kabinim, ya da tek özür şeklim olarak da algılanabilir şiir. Çünkü ken-dime karşı en samimi olduğum tek form şiir formudur. Şiir yalanı kaldırmıyor.
Denir ya ‘mutlu aşkın yazılı tarihi yoktur’. Mutlu anlar şiir yazdırmaz mı?
Öyle mi acaba emin değilim. Ama neşe şiir formunda, senin ne işin var burada, denebilecek yaramaz çocuk muamelesi görebilir. Bu dediğin sırlar kitabı meselesi zaten, senin söy-leyemediğin şeylerle ilgili. Dolayısıyla neşeli olanı neden söyleyemeyesin. Ama hani, şiirlerde neşe vardır. Benim şiirlerimde de vardır. Diğer yandan şiir hüznü sever, ona daha çok sahip çıkar. Şiirde hüzün olumlu bir kelimedir.


Sahiler Düş Düşler Sahi / Yılmaz Erdoğan / Sel Yayınları / 95 sayfa / 7 lira
Ceylan’ın yeni filminde oynayacak
‘Vizontele’, ‘Vizontele Tuuba’, ‘Organize İşler’ gibi milyonları sinemaya çeken filmlere yönetmen ve oyuncu olarak imza atan Yılmaz Erdoğan, son olarak ‘Üç Maymun’la Cannes’da yönetmen ödülü alan Nuri Bilge Ceylan’ın yeni filminde başrol oynayacak. Çekimleri Kırıkkale’nin bir ilçesinde gerçekleşecek filmde bir doktorla savcının yaşadığı gerilimli hikâye anlatılacak. Hikâye bir gecede geçecek. Adı henüz açıklanmayan filmin çekimlerine ekim sonunda başlanması planlanıyor. Bu arada Yılmaz Erdoğan’ın ‘Çok Güzel Hareketler Bunlar’dan tanıdığımız BKM Mutfak kadrosuyla çektiği ‘Neşeli Hayat’ ise 27 Kasım’da vizyona giriyor.

Not: Abidin Parıltı'nın Yılmaz Erdoğan'la yaptığı bu söyleşi, daha önce 06/10/2009 tarihli Radikal gazetesinde yayınlanmıştır. Bu samimi söyleşiyi dergimizle paylaştığı için Abidin Parıltı'ya teşekkür ediyoruz.

Manipüle Edilmiş Kelimelerin İktidarı / Mazhar Günbey

Sözcüklerin gölgesinde yaşıyoruz. Anlamlığımız ve anlamlandırdığımızın gerçek hayattaki vukusu, sözcüklerle vücut buluyor. Gerçek dünyanın objelerini adlandırmak ve ussumuzun karmaşıklığını giderip bir uyum içerisine koymak için sözcüklerden yararlanıyoruz. Sosyo-kültürel çevremiz bizi bu bağlamda düşündürüp kavramsal literatürü kullandırıyor.Bu minvalde düşünüldüğünde tarihsel gelişim sürecinde sözcükler dominant olan sosyo-kültürel enstrümanlarla (ideolojik, siyasi, ekonomi, vs.) insan üzerinde etkili olmuştur. Egemenliğin (kapitalistler) meşru zemini ve devamlılığını sağlamak amacıyla, bütünleşmiş sözcüklerin gücünden yararlanılmaktadır. Sözcükler manipüle edilerek halk kitlelerini bölmektedir. Halkın arasına, iktidarına girmektedir. Sözcüklerin masum olmadıkları ve insanları bir kılıcın keskinliğinden daha fazla acıttığını bu yazı sonunda hissedeceksiniz.
Sözcüklerin masum olmadığını teorik bir girişten sonra pratik dahilinde kanıtlamaya çalışalım. Etrafımızda binlerce masum görünümlü katil-kanserli kelimeler var. Bu kelimeler: nesne, askeri hümaniter yaklaşım, sağlıkta dönüşüm, işveren, sermayeyi tabana yayma, medeniyetler diyalogu, medeniyetler buluşması, insan yüzlü küreselleşme, halka açılma… şeklinde daha da çoğaltılabilir. Bu sözcükler her ne kadar masum görünseler de; biraz sonra, birkaç tanesi üzerinde yapacağım değerlendirmede onların hiçte masum olmadıkları görülecektir.
İlk olarak ‘nesne’ kavramından başlayalım. Bu kavram tarih boyunca kapitalist modernitenin en önemli meşru aracı olmuştur. Kapitalist anlayış kendi devamlılığını sağlamak için artı ürünü ortaya çıkarmak zorundadır. Artı ürünün nesne kavramına denk düşmesi ilk etapta yanıltıcı olmayabilir. Fakat kapitalist anlayış zamanla artı ürüne karşılık gelen nesneyi özne içinde kullanmıştır. Özne (insan) zamanla nesnellik içinde metalaştırılarak, paralaştırılarak bir değişim aracı haline getirilmiştir. Bu vaka özneyi etkisiz ve ticari bir ürün haline getirerek ahlaki değerden uzaklaştırmıştır. Haliyle toplumsal yapıda ahlaki değerden uzaklaşacaktır, zamanla.
‘’Sağlıkta dönüşüm’’: bu kavramda sermayedarların (kapitalist) insan sağlığını ilgilendiren ne varsa metalaştırılmak ve özelleştirilmek gayesindedirler. İnsan sağlığını bir kar aracı haline getirmek için uğraşılmaktadır. Bu saldırılar ‘neoliberalistler’ tarafından yapılıp sağlıkta dönüşüm adı altında meşrulaştırma arzusunu gütmektedirler. Eğer bu gerçekleşirse tüm sağlık hizmetleri paralı hale gelecektir. Parası olan ve ödediği prim kadar sağlık hizmeti görecektir. Devlet ve kamunun hiçbir etkinliği kalmayacaktır ve bu ortam ‘neoliberalistler’ (kan emiciler) için kar sağlayacak bir alan haline gelecektir. Daha şimdiden ‘neoliberalistler’ ilaç satmak için yeni hastalıklar keşfediyor. Pfizer ilaç firması gerçek dünyada olmayan bir hastalık için; üstelik yan etkisi çok olan “Lyrica” adlı bir ilaç üretti ve şimdiden milyonlarca sattı. İşte sağlıkta dönüşüm projesi bundan ibarettir. Amaç, para kazanmak olunca ,her şey mubah oluyor, kapitalist anlayışta.
Kapitalistlerin bir isteği de halkı zenginleştirmek ve refah düzeyini yükselttirmektir! Bunu sermayeyi tabana yaymakla yapacak(mış). Bu Fikret BAŞKAYA’nın dediği gibi eşyanın tabiatına da aykırıdır(kapitalistler için). Emperyalist anlayış bu stratejiyle değil halkı zenginleştirmek, halkın elindekini de almak gayretindedir. Ve bu yolla halkı mülksüzleştirmek için uğraşılmaktadır. Kendilerini (kapitalist patronlar) ‘işveren’ olarak tanımlayıp alıcı duruma getirerek, iş-alanların ensesinde kendi iktidarlarını sürdürmektedirler.
Bilindiği üzere ABD’de Irak’a demokrasi götürecekti, silahların şarjöründe. Ve bu askeri hümaniter kavramı içinde meşrulaştırarak yapacaktı -ki yaptı. Kapitalist zihniyet metalarını harcamak için her zaman kendine yeni boş alanlar yaratmak zorundadır. Çünkü bunu yapmasa ölür. İşte ABD’nin Irak’ı işgalinin ana sebeplerinden biri de budur. Ve bunu medya aracılığıyla, askeri hümaniter kavramıyla halka demokrasi mesajını aşılayarak gerçekleştirdi.
Daha da açıklanabilir bu kavramlar ve sözcükler; fakat, bu birkaç kavramla olayın vahametini sanırım yeterince hissedilebilir kıldık. Bu kavramların kendini halka sunması maalesef takip ettiğimiz gazete, televizyon, radyo, bilim insanları ve düşünürlerin vasıtasıyla gerçekleştirilmektedir. Bunları ben ‘kalemşörler’ olarak tanımlıyorum. Halkı bu manipüle edilmiş sözcüklerin içinde yönlendirerek kendi menfaatleri yönünde kullanılması, kapitalist anlayışı meşru kılmıştır. Her şeye rağmen yaşamak kapitalist anlayışının parolasıdır. Ve ‘kalemşörler’ de bu müessesenin işçileridir.
Bu yönde düşünüldüğünde Lacan’ın dediği gibi “dil (kelimeler) insanlara verilmiş en az Troya atının olduğu kadar tehlikeli bir hediyedir. Kendisini bizi kullanmamıza karşılıksız olarak sunar; ama bir kez onu kabul edince bizi sömürgeleştirir.” Manipüle edilmiş kelimeler işte bu hediyeden doğar.

Yararlanılan Kaynak:
F. BAŞKAYA (2009):Şeylerin Gerçeğini Söyleyebilmek, Ankara: Maki yayınları

Udumbara: Üç Bin Yyılda Bir Defa Açan Çiçek

Bu çiçeğin adı udumbara. 3 bin yılda bir çiçek açtığına inanılıyor. Şimdiye kadar dünyada sadece 15 tane tespit edilmiş.

Budistlerin inandığı bir efsaneye göre, Youtan Poluo olarak bilinen Udumbara çiceği, 3 bin yılda bir çiçek veriyor. En eski Hint bölgesinin en eski dili Sanskritçe'deki anlamı “cenntten gelen hayır çiçeği” olan udumbara, Çin’de bir mucize eseri yeniden ortaya çıktı. 


Şimdiye kadar dünyada sadece 15 tanesi tespit edilen çicek, 50 yaşındaki Miao Wei adlı kadının çamaşır makinesinin altında bulundu. Çinli yetkililer nadir rastlanan çiçeğin, sadece bir milimetre çapında olduğunu belirtti.

Udumbara çiçeği, Asya falcılık kültüründe kehanete işaret eden yan yana dizilmiş yumurtalara benziyor. Wei, bu yüzden çamaşır makinesinin altında gördüğü çiçeğin ilk önce kurtçukların bıraktığı yumurtalar olduğunu zannetmiş.
Wei’nin keşfettiği udumbara çiçeğinin kökleri, bir gün içinde tam 18 farklı çiçek açarak görenleri şaşkına çevirdi.

Bulunması Çok Zor
 
Ağaçların dallarında parazit olarak yetişen Udumbara çiçeği, üzerinde yaşadığı ağacın meyvesi içinde yetiştiği için gözle fark edilmesi olanaksız oluyor. Üç bin yılda bir açtığı düşünülen ve gözlerden uzak yetişen udumbara çiçeği, bu nedenle Budist efsanesinde çok nadir olayların sembolü olarak kabul ediliyor.

Budizm’in üç ana kolundan biri olan Mahayana’nın Lotus Sutra metninde ve en eski Budist Okulu Theravada’da bahsi geçen udumbara, görülme olasılığı belki de en nadir olan çiçek. Bu yüzden, ortaya çıktığı zamanlarda bir kralın doğacağına ait inanış bile var. 







Kölenin Hukuki Statüsü / Esra Savga

13. yüzyıl köle pazarı, Yemen (Vikipedi)
Kölelik eski çağlara dayanan bir kavramdır. Özellikle İslamiyet gelmeden Arap toplumlarında yaygın olarak görülen bir durumdu. İnsanlar iki şekilde köle olabilirdiler; köle bir kadının doğurduğu çocuklar doğuştan köle olarak kabul edilirdiler. Burada önemli olan kadının köle olmasıydı erkeğin köle yada hür olması bu durumu etkilemezdi. Diğer kölelik durumu ise savaş esirliğiydi. Savaşlarda esir düşenler esir düştükleri ülkede köle kabul edilirdiler. Kölelerin hukuki durumlarına baktığımızda; köleler aile hukuku açısından eksik ehliyetli kabul edilirdiler. Köle olan kişi ancak efendisinin izniyle evlenebilirdi. Bunun sebebi evliliğin getirdiği mali yükümlülüğün efendiye ait olmasıydı. Efendi kölenin rızası olmadan da onu evlendirebilirdi. Efendinin bu hakkına velayeti icbar denilirdi. Ancak köle hürriyetini kazandığı zaman bu evliliği feshetme hakkına sahipti. Kölenin evliliğinde üç durum söz konusuydu. Köle bir kadın ve köle bir erkek evlenebilirdi. Bu durumda efendilerinin izni gerekiyordu. Erkek hür kadın köle olabilirdi bu durumda köle kadının efendisinin rızası gerekiyordu. Kadın hür erkek köle olabilirdi bu durumda ise evliliğin geçerli olması için kadının babasının bu evliliğe denklik noktasında itiraz etmemiş olması gerekirdi. Köle statüsünde olan koca boşanma konusunda tam ehliyetli olup efendisinin rızasını almadan boşanabilirdi. Kölenin miras hukuku açısından hakları ise; köle olanlara yakınları tarafından bırakılan miras köleye değil efendisine intikal ederdi.aynı zamanda köle olanda yakınlarına miras bırakamazdı. Köle yaptığı haksız fillerinden sorumluydu mala ya da cana verdiği zarardan köle sorumluydu. Kölenin malvarlığı bulunmadığı zaman bu zararı efendisi verecekti eğer efendisi bu zararı karşılamazsa zarara karşılık köleyi verirdi. Ceza hukuku açısından köleler için üç durum söz konusuydu. Had suçu[1] denilen İslam'da unsurları ve cezası belirtilen suçlarda köleler hür insanların aldığı cezanın yarısını alırdı. Mesela zina suçunda hür insanlar yüz sopa alırken köleler yarısını alırdı. Kısası gerektiren suçlarda ise köle hür insanların aldığı cezayı alırdı. Mesela adam öldürmede hür insanların aldığı cezayı alırdı. Tazir suçları hem had suçlarında hem kısas suçlarında eksiklik olması durumunda olur. Köle bu suçları işlediği zaman cezasını devlet başkanı belirlerdi. Devlet başkanı bu cezayı had ve kısas suçlarındaki örnek düzenlemeler ışığında belirlerdi. İnsan haklarının gelişmesiyle kölelik kavramı sona erdi. Günümüzde tüm insanlar insan hakları evrensel beyannamesine göre hür ve eşit kabul edilmektedir.
 ____________________

[1] Had suçu: islâm ceza hukuku terimi olarak hadler; "belirli bazı suçlara İslam'ın tayın ettiği cezalar" dır. bu cezayı gerektiren suçlar beş tanedir: zina, hırsızlık, içki içmek, kazf (namuslu kadına zina iftirası) ve yol kesme hırabe.

Yararlanılan Kaynak:  M. Akif Aydın, Türk Hukuk Tarihi

Osmanlı Devleti Dönemi Ermeni İsyanları Ve Türk-Ermeni Toplumu İlişkilerine Etkileri (2) / Yard. Doç. Dr. Ergünöz Akçora

Makalenin birinci kısmı için tıklayın

19. Yüzyıl sonu ve 20. Yüzyıl Başlarında Ermeni Komitelerinin Çıkarmış Oldukları İsyanlar ve Neticeleri
Yukarıda da belirlmiş olduğu gibi 19. yüzyılda “Şark Meselesi”ni kendi menfaatleri istikametinde halletmek isteyen emperyalist devletlerin tahrik, teşvik ve yardımları ile Ermeni isyanlarına hazırlık olmak üzere pek çok “Cemiyet” kurulmuştur.
Bu cemiyetler özellikle Rusya’dan büyük yardım görmüş, çoğu zaman bu ayaklanma ve katliamları kendileri yönetmişlerdir..
1882 tarihinden 1909 tarihine kadar geçen zaman zarfında adından bahsedilmeye değer 38 isyan çıkarmışlar, bu isyanlardan 30 kadarı 1895 ile 1909 yılları arasında gerçekleşmiştir Bunlar arasında;
Kumkapı Ayaklanması
Hınçak Komitesi Ermenilerin Erzurum’da çıkardakları olayların Batılı devletlerce dikkate alınması üzerine 15 Temmuz 1890 günü İstanbulda Kumkapı’da bir ayaklanma düzenledi. Bu ayaklanmaya komite başkanlarının yanında Osmanlı Mebusan meclisi üyeleri de katılmışlardır.[1]
I. Sasun İsyanı
1893 yılı içinde aşiretlerle silahlı çeteler arasında kanlı olayların başlaması üzerine hükümet bölgeye asker göndererek duruma hakim oldu. Damadyan yaralı olarak yakalanarak İstanbul’a gönderildi, fakat İstanbul’da serbest bırakıldı.
Sasun Ermenileri
 Damadyan’ın yakalanmasından sonra Hamparsum Boyacıyan başa geçti ve isyan hazırlıklarını devam ettirdi. Burada en önemli stratejileri Ermenileri bölge aşiretlerine saldırtmak ve ordunun müdahalesini temin ederek Ermeniler katlediliyor diye Avrupa’yı ayağa kaldırmaktı.[2]
Bu maksatla Boyacıyan çetesi 1894’te baskın faaliyetlerini artırdılar. Boyacıyan’ın propagandası özellikle Şirik, Semal, Gülgüzar, Herenk ve Taluri’de etkisini gösterdi. Bu yerlerden ve Muş, Kulp ve Silvan’dan 3000 kadar Ermeni ayaklandı. Olay yerine asker sevk edilerek isyan, 23 Ağustos 1894’te Boyacıyan’ın ele geçirilmesiyle son buldu.[3]
Bab-ı Ali Olayaları
Ermeniler Sasun olaylarını bahane ederek silah taşımı izini, il hudutlarının yeniden tesbiti ve Adana ve Halep illerinde saat yapılması ve bütün ermeni sürgün, hapıs ve kaçaklarının affı için bu gösteriyi 18 Eylül 1895 tarihinde yapmışlardır. Başta Patrik İzmirliyan sivil vatandaşların da ellerine silah vermek suretiyle 30 Eylül 1895 günü harekete geçmiş ve pek çok sivil ile askeri şehit etmişlerdir.[4]
Osmanlı Bankası  Baskını
Kumkapı gösterisinden  beklediklerini bulamayan Ermeni komiteleri Ortak bir kararla Osmanlı Bankası 14 Ağustos 1896 da işgal edilmeye çalışılmıştır.Alınan tedbirler ile II.Abdulhamit bunlara bu fırsatı vermemmiştir.Ancak batılı devletlerin araya girmeleri ile kurtulmuşlar, öldürülen pek çok sivil insanın hesabı maalesef sorulamamıştır.[5]
I.Van İsyanı
1895 Ekiminden itibaren Van’da münferit olaylar eksik olmuyor ve bu sebeple de herhangi bir olaya karşı daima tetikte bulunuyordu.
Saadettin Paşa isyanı müteakip yolladığı büyük raporunda bu hususları da belirterek o güne nasıl gelindiğini açık bir şekilde anatmıştır.
Bu rapora  göre özetle “ 3 Haziran Pazartesi gecesi, Van bağlarının Ermeni mahallesi arkasında devriye gezen müfrezeye Ermeni çetecileri ateş açarak Nizamiye Yüzbaşısı Recep Efendi ile bir askeri ağır şekilde yaralamışlardır[6].
 6 Haziran günü, İngiliz, Fransız, Rus ve İran Konsolosları Ermenilere gönderilerek silah bırakılması teklifi yapılmış, onlar kabul etmemişlerdir.
8 Haziran gecesi asilerle asker arasında ateş teatisi başlamıştır. Haziranın 9. günü ve kısmen 10. Günü devam etmiştir
Bu isyanda Van’ın içinde vuku bulan ölü ve yaralı yekünü 878’dir. Bunun 340’ı ölü, 260 yaralısı Müslümandır. Ermenilerden 219 ölü ve 59 yaralı vardır. Van isyanı bu şekilde 15-14 Haziran arasında devam etmiş olup, yukarıda yer yer ayrıntıları belirtilmiş olduğu üzere 418 Müslümanla 1715 Ermeni hayatlarını yitirmiş, 363 Müslümanla, 71 Ermeni de yaralanmıştır.[7]
Erzurum İsyanı
20 Haziran 1890 günü Erzurum’da bulunan Ermeni kilisesi ve Ermeni okullarında silah imal edildiği ve silah depolandığına dair alınan ihbarı değerlendiren güvenlik kuvvetleri, mahkemeden de arama izni almak suretiyle papazın ve okul müdürünün nezareti altında arama yaptı. Bu aramayı bahane eden Ermeniler, komitacıların tahkiki sonucu ertesi günü ayaklandılar. Durumu yatıştırmak üzere gelen zabıta üzerine ateş açıldı. Bir asker öldü, dört asker de yaralandı. Bunun üzerine Müslüman halk da ayaklanarak Ermenilere saldırdı. Çıkan çatışmalarda 8 Ermeni ve 2 Müslüman öldü. Ayrıca, 60 Ermeni
ve 45 Müslüman yaralandı.[8]
Zeytun Ayaklanması
Süleymanlı adıyla bilinen ve Kahramanmraş’ bağlı olan bu belde haçlı seferleri sonrası Ermenilerin yerleşmesi ile  isyanlara sahne olmuş ve nihayet 1895 isyanı ile seslerini duyurmuşlardır.4000 silahlı Ermeni isyancı hükümet konağı ve kışlayı basmışlar ve 50 subay, 600 eri esir etmiş sonra bunlarda öldürülmüştür.
Yine altı devletin konsolosları araya girmek suretiyle 28  Ocak 1895 te sükünet sağlanmıştır[9]
II. Sasun İsyanı
Osmanlı Hükümeti 1901 yılında Sasun’un idaresini düzene koymak için Taluri ve Şenik tepelerinde kışla yapmaya karar verilmiş ancak, Ermeniler bu projeye karşı çıkmışlardır. Atranik’in yönetimindeki çetelerle mücadele fiilen bu tarihte başlamış fakat asıl isyan 1903 yılının sonlarından itibaren bölgede her tarafa yayılmıştır. Nihayet 13 Nisan 1904’te asiler üzerine asker sevkedilebilmiş ve  asiler fazla tutunamamışlardır. Atranik ile çete savaşı Ağustos’a kadar sürmüştür Sonunda Atranik Kafkasya’ya kaçmak zorunda kalmıştır.[10]
“1904 Nisanında Ermeni isyanları, Sasun tepelerinden ve Muş Ovasından Van’a kadar yayılmıştır.[11]
            Adana Olayları
            Ermeniler için hayali Rupinyan Krallığını hüküm sürdüğü iddia ettikleri Kilikya’yı diriltmek, Ermenileri burada toplamak için  komite faaliyetlerini arttırmışlar  ve 27 Mart 1909 tarihinde Adana’da bazı olayları başlatmışlardır. Askerin zamanında müdahalesiyle Nisan sonlarında  isyan bastırıldı.[12]
II. Van Olayları
Seferberlik  ilan edilince, içeride hazırlıklarını tamamlayan komiteler, Kafkaslar’daki gönüllü alaylarıyla birlikte Rus ordusunun öncü kuvvetleri olarak hareket geçmişlerdir. Van ve Muş civarındaki komiteler, Rus ordusunun ilerlemesini kolaylaştırmak ve Osmanlı ordusunu gerilerden vurmak amacıyla faaliyette bulunmuşlardır.
  Van’ın işgalinden sonra Rusların da tahrikiyle Ermeni isyanları çevreye yayılmış; Ermeni çeteleri birçok yerde katliamlara girişmiş ve bazı köyleri kamilen yok etmişlerdir. Van şehri tamamen yakılıp yıkılmıştır.[13]
 Muş Olayları
Seferberlikle birlikte Doğu Anadolu’nun birçok yerinde başlayan Ermeni hareketleri, Muş ve çevresinde de Van’ın düşüşünden sonra yoğunlaşmış ve eşkıya grupları her tarafta birçok katliam yapmıştır.
Rus ordusunun bölgeye girmesiyle bir taraftan Taşnaksutyun çeteleri, diğer taraftan da Hınçak grupları “Ruslara bağlılıklarını ve kahramanlıklarını göstermek için askerleri savaşta olan Müslüman askerlerinin köy ve kasabalarındaki kadın, çocuk ve yaşlıların akla hayale gelmedik işkence ve katliamlar yapmışlardır[14]
Bitlis Olayları
1915 Ocak ayından itibaren bu faaliyetler yoğunlaştırılmış, böylece Hizam kazasına bağlı Sekür köyünde, Karsu, Ahkis, Beygeri, Arşin, Tasu köyledinde, Gevaş’ta alenen baş kaldıran Ermeni çeteleri bir çok Müslümanı katletmişlerdir. Jandarma tarafından takip edilen eşkıya grupları Muş’a yakın Çanlı ve Arak manastırlarına sığınmışlar, sıkıştırılan eşkıya tarafından bazı jandarmalar şehid edilmiş ve yine papazların yardımıyla gece kaçmayı başarmışlardır.[15]
Kars, Artvin ve Ardahan mezalimi
Ermeniler Mondros Mütarekesinden sonra Ruslardan kalan silahlar ile Doğu Anadolu’da tam bir katlima başlamışlar, 8 Nisan 1918 de kağızman’da 400 kişi sokaklarda, 29 Mayıs 1918 Mahmutlu ve diğer köylerde katliam, 24 Haziran 1918 tarihinde askerler pusuya düşürüymüş ve bir bölük şehit edilmiştir.Anlaşmanın yapılmasından sonra Kars ve çevresinde toplu katlimlar ortaya çıkarılmış, bu husustaki çalışmalar devam etmekte ve dünyanın gözleri önüne serilmek suretiyle katliama kimlerin uğradığı anlatılmaya çalışılmıştır[16]
Diyarbakır Olayları
Daha savaş başlar başlamaz komitelerin kurduğu çeteler ve ordudan kaçan veya kaçırılan Ermeniler, şehirde Müslümanları tahkir edecek hareketlere ve jandarma ve polisin işine engel olmaya başlamışlar hem Müslüman hem de kendilerine para ve iaşe vermeyen Ermenileri’de taciz etmeye, silah, cephane ve bomba tedarik etmeye başlamışlardır.
Yapılan istihbarat değerlendirilerek 12-14 Nisan 1915 tarihinde vilayet merkezinde altmışın üzerinde bomba, kutular içerisinde birçok dinamit kapsülü, kangal, kangal dinamit fitili, dinamit barutu, yüzlerce mavzer, manliher, şinayder ele geçirilmiştir. Silahların büyük bir kısmı kiliselerde, evlerin mahzenlerinde, tarlalarda ve mezarlarda bulunmuştur.[17]
Ma’müratü’l-Aziz (Elazığ) Olayları
Diğer vilayetlerde olduğu gibi Ma’müratü’l-Aziz vilayetin-deki Ermenilerde bir taraftan komitelerin, konsoloslukların, diğer taraftan da kiliselerin, hayır cemiyetlerinin hatta Ermeni okullarının tahrikleriyle seferberlikten çok önceleri faaliyete başlamışlar ve savaşın ilk aylarından itibaren yoğunlaştırmış-lardır. Bir çok yer bombalanmış, yakılmış ve Ruslar, İngilizler ve Fransızlar hesabına casusluklar yapılmıştır.
Yapılan aramalarda vilayet merkezinde 5000’den fazla silah, 300 civarında bomba, 40 kg bomba fitili, 200 paket dinamit ve 5000 adet dinamit misketi bulunmuştur.[18]
 2. Erzurum Olayları
Daha savaş başlamadan Ermenilerin Kafkasya’da ve doğu Anadolu’da sürdürdükleri Türklere yönelik faaliyetler, Erzurum’ da da yapılmış ve Taşnaksutyun Erzurum’da genel kurulunu yaparken bile çeteler ve gönüllü alayları kurulmuştur.
Trabzon-Van yolu üzerinde bulunduğu için hem karadan, hem de Tarbzon vasıtasıyla Batum, Köstence ve civar yerlerden Ruslar’ın ve İngilizler’in teşvikiyle Erzurum’a Ermeniler tarafından bol miktarda silah cephane ve propaganda malzemesi getirilmiştir.[19]
 Erzincan Olayları
Komitecilerin ve kilise papazlarının teşvikiyle Erzincan’daki Ermeniler yıllık yiyecek ve giyecekleriyle silahlarını kiliselere sakladıkları gibi Osmanlılar ve müttefikleri aleyhinde propagandalara da  başlamışlardır. Ermeniler 1915’te harekete geçmiş ve özellikle 1916 Temmuz’undan itibaren Erzincan Rusların eline geçmesiyle katliamları yoğunlaştırmışlardır.
 SONUÇ
Memleketin en zengin ve müreffeh varlıklı sınıfı olan Ermeniler yüksek bir hayat seviyesine ulaşmışlardı. Askere de almadığından saltanatın himayesi altında vergi vermekle günden güne çoğalmış ve zengin olmuşlardı.Ermenilere; tüccarlık, bankacılık, kuyumculuk, zanaatkarlık işleri, Türklere ise çiftçilik, hayvancılık, askerlik işleri bırakılmıştı. Anadolu’ da köy, kasaba ve şehirlerde yaşayan Ermenilerin durumları Müslümanlardan her yönüyle daha iyi olmuştu.
Ermeniler, Kültürel yönden de herhangi bir baskıya maruz kalmamışlardır. Kendi dillerini serbestçe konuştukları gibi Türk dili, adet ve geleneklerini de rahatlıkla benimsemişlerdir.Yine güzel sanatlarda hüner ve becerileriyle takdirleri kazanmışlardır.
Ermeni tüccarları, devlet memurları ve bankerlerden oluşan Ermeni büyüklerinin yardımıyla okullar, matbaalar, kütüphaneler açabilmişler aynı zamanda bir çok Ermeni gencini öğrenim yapmak, sanat öğrenmek için Avrupa üniversitelerine gönderebilmişlerdir
1830’ dan sonra Ermenilerin ticari hayattaki payları ve tesirleri oldukça artmıştır. Bunun yanında, Ermenilere Tanzimat’ tan sonra da yeni hak ve hürriyetler verilmiş, böylece en yüksek devlet memuriyetlerine kadar yükselebilmişlerdir.
  Ayrıca müslüman olmayanların inanç, ibadet, muhakeme ve eğitim-öğretim, hürriyetleriyle, can ve mal güvenliğide teminat altına alınmıştır.
Osmanlı devleti, kurulduğu günden beri topraklarında diğer azınlıklar gibi bir Ermeni azınlığı en iyi şekilde barındırmıştır.
  Tanzimat ve Islahat Fermanlarıyla, Ermeni Milleti Nizamnamesi’nin getirdiği yeni düzenlemelerden sonra da, yüksek devlet memurluklarına elçiliklere, mebusluklara, hatta nazırlık (bakanlık)’lara Ermeniler getirilmeye başlanmıştır. Böylece Ermeniler, donanma tercümanlıklarına, hariciye, maarif, nafia, dahiliye, adalet nezaretlerine, mutassarıflıklara, PTT. Hizmetlerine, hazine-i hassaya tayin edilerek, nazır, müsteşar, sefir, sefaret katibi, mutassarıf muavini, mebus, saray doktoru, kuyumcusu, vali muavini, baruthane memuru, hakim, müderris, muallim, avukat olmuşlardır.
Bütün bun imkanlara rağmen sekiz yüz yıla yakın bir süre Türk alemi içinde yaşayan, Türkün sahip olduğu bütün hak ve imtiyazlara sahip olan, Türk aleminde Türkten daha iyi şartlar içinde yaşayan Ermeniler, Türkün zayıfladığı bir dönemde Osmanlı Devletinin yıkılması için her türlü zararlı faaliyetlerin içine girebilmişlerdir.
 Nitekim bu azınlık 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşından sonra, yabancı devletler Osmanlı Ermenilerine resmen el atmışlar ve. ondan sonradır ki, Osmanlı ülkesinde ciddi Ermeni kıpırdanışları ve silahlı ayaklanmalar görülmeye başlamıştır.
Bu hareketleri ve ihanetleri karşısında tehcire(yer değişimi) tabii tutulan Ermeniler ne yazık ki kendilerini masum, Türkleri cani göstermek gayreti içerisine girmişler, hatta bu gayretler yurt dışındaki diplomatlarımız Ermeni örgüt mensupları tarafından öldürülmüşlerdir. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi Avrupa ve Amerika’ da oluşturdukları Ermeni lobileri vasıtasıyla Türkiye ve Türkler aleyhinde sözde Ermeni soykırımı iddiaları ile Türkleri kınamaya matuf kararlar alınması hususunda yoğun kampanyalar oluşturmuşlardır.[20]
            Bu gün Türkiye Cumhuriyeti eski olayların suçlusunu arama yerine yapılan hataların bir daha yapılmaması için elinden gelen siyasi ve kültürel gayreti göstermektedir. Bütün arşivlerinin kapılarını ardına kadar açmasına rağmen bazı emperyalist güçler tarafından tarihi çıkarları doğrultusunda menfeatlerini kaybetmemek için Türkiyenin başına suni meseleleri çıkarmak suretiyle hareket ettiklerini bilmektedir.
 Son söz olarak bütün bu olaylardan iyi dersler alınması, yapılan hatalardan ders alınmadığı takdirde insanların daima mutsuz olacağı ve acılar çekeceği kaçınılmaz bir gerçektir.


[1] Kamuran Gürün, a.g.m, s. 142,143: Ercüment Kuran, a.g.m s.21: Gültekin Ural: a.g.e,s.209,210: Halil Metin, a.g.e,s.104-: Esat Uras,Ermeni Cemiyetleri, Ottoman Archives Yıldız CollectionThe Armenian question,C.3,s.151: Genelkurmay Heyet,Belgelerle Ermeni Sorunu,s.96
[2] Bilal Şimşir, a.g.m s.119-120: Ottoman Archives Yıldız CollectionThe Armenian question,C.1,s.XXIX: : Genelkurmay Heyet, a.g.e. s.103,104
[3] Kamuran Gürün, a.g.m, s. 147-149 : Ercüment Kuran, a.g.m .s.21: Gültekin Ural: a.g.e,s.215-224 : Esat Uras,Ermeni Cemiyetleri, Ottoman Archives Yıldız CollectionThe Armenian question,C.3,s.59-63
[4] Geniş bilgi için bkz. Kamuran Gürün, Ermeni Dosyası, s. 149-154 : Ercüment Kuran, a.g.m s.23: Gültekin Ural: a.g.e,s.224-230:  Halil Metin, a.g.e ,s.113-115 :Esat Uras, , a.g.m,s.65-72: : Genelkurmay Heyet,Belgelerle Ermeni Sorunu,s.105-106
[5] Kamuran Gürün, Ermeni Dosyası, s. 163-166 : Gültekin Ural: , a.g.e,s.239-247
[6] HEM..K.313.D.19;  HEM.K.313,D.69; Genelkurmay Heyet,Belgelerle Ermeni Sorunu,s.118-120
[7] Geniş Bilgi için bkz. Ergünöz Akçora, Van ve Çevresinde Ermeni İsyanları,s.99-122 : Ercüment Kuran, a.g.m s.24 :  Esat Uras,Ermeni Cemiyetleri, Ottoman Archives Yıldız CollectionThe Armenian question,C.3,s.82-88
[8] Kamuran Gürün, a.g.m, s. 140-142: Gültekin Ural: a.g.m,s.130-132 : Halil Metin, a.g.e. s.103,137 : Genelkurmay Heyet,Belgelerle Ermeni Sorunu,s.94,112
[9] Gültekin Ural: a.g.e,s.250-258: : Halil Metin, a.g.e.,s.111 : Esat Uras,Ermeni Cemiyetleri, Ottoman Archives Yıldız CollectionThe Armenian question,C.3,s.75-81: Genelkurmay Heyet, , a.g.e,s.106-
[10] : Genelkurmay Heyet,Belgelerle Ermeni Sorunu,s.125-128
[11] Kamuran Gürün, a.g.m,s. 166: Gültekin Ural: a.g.e,s.247-250: Halil Metin, a.g.e,s.106,116-118,135 137 :Esat Uras,Ermeni Cemiyetleri, Ottoman Archives Yıldız CollectionThe Armenian question,C.3,s.48-49
[12] Kamuran Gürün, a.g.m s. 173-176 . Bilal Şimşir , a.g.m. s.119-120 : Gültekin Ural: , a.g.m .s.304308
[13] HEM. K.287, No.602/ 14; ATASE Arşivi, No.4/ 3671, Kls, 2818, D.59, F.2-54; ATASE Arşivi, No.4/ 3671, Kls, 2820, D.59, F.2-48- 56; ATASE Arşivi, No.4/ 3671, Kls, 2820, D.59, F.2-23,25,62,63,58,87;  geniş bilgi için bkz. Ergünöz Akçora, Van ve Çevresinde Ermeni İsyanları,s.150-218: Gültekin Ural: , a.g.m s.262-287: Halil Metin, , a.g.m s.143-158:  Genelkurmay Heyet, , a.g.me, s.202-222
[14] : Genelkurmay Heyet,Belgelerle Ermeni Sorunu,s.114
[15] Gültekin Ural: , a.g.m s.289-303.: Genelkurmay Heyet,Belgelerle Ermeni Sorunu,s.115-118
[16] Gültekin Ural, , a.g.m s. 336-346: Halil Metin, , a.g.m s.159167
[17] Gültekin Ural: Tarihin Işığında Ermeni Dosyası,s.286-289 : Genelkurmay Heyet, , a.g.e,s.197
[18] Gültekin Ural: a.g.m ı,s.309-310 : : Halil Metin, , a.g.m s.139: : Genelkurmay Heyet,Belgelerle Ermeni Sorunu,s.196,197
[19] : Genelkurmay Heyet,Belgelerle Ermeni Sorunu,s.195,196
[20] HEM.K.108.D.3.No.141; HEM..K.5,No.16129/ 249;HEM.D.2’12),Mu-37,No.63

Ah Felsefe Ah! / Cemil Taşkıran

Şimdi üniversiteye geldim. Tarihçi olacakmışım. Kendimin değil başkalarının ayıklanmış malzemelerini savunacağım. Ne kadar bağnaz ve ne kadar düşüncesiz ve hep geriye yöneldiğim bir ortamdayım. Eskiden bir amacım vardı. Üniversiteyi kazanmak. Ve kazandım umutlarımın bittiği ve amaçsız kaldığım hayat başlıyor. Üniversitelerin ortamı –daha doğrusu benim üniversitem- içler acısı. Her gidilen noktada sırf duygularını ve zevklerini tatmin etmeye çalışan insan yığınları çevremde mevcuttur. Ceren’in bluzu ne güzel. Berk, saçların yine konuşuyor. Bilinçli olan birey bunu yapmaz.  Duyguların ve modanın esiri olan bir toplum içinde bulunmak acı veriyor ve burada diyorum ki; “Bir felsefe devrimi yapmak gerekir. Aristolar, Platonlar idareyi idareyi ele geçirmelidir. Yoksa topluluklar yakın zamanda insanlığa ait kavramları yitirecektir. Uyanıklar; ama farkında olmadan yaşıyorlar. Çünkü kendilerinin farkında değiller. Chat siteleri, sosyal paylaşım siteleri vb. lanetliyorum sizi. Neden insanların cesaretlerini kırıyorsunuz ve siz benciller neden cesur değilsiniz?
            Felsefe olmayan toplumlarda insanlar, sadece kendisini karşılayacak maddelere yönelirler ve materyalist kavramlarla içli dışlı olurlar. Sizi inkarcılar. Düşünmek ne güzel bir şey! İnsan sakin bir kafaya sahip ise Dünya’nın en tehlikeli silahına sahip olur. Hayatın içinde de hep ayıklanmış bir tercih bulunur. Bugün toplumun %80’inin düşünmeyen kitleler –dikkat edin kitlesiz zekaya bakın- ve bunların %20’sini ise onları yöneten, düşünen kitleler oluşturur.
            Toplumun düşünmesini yasaklayanlar başka toplulukların esareti altında yaşarlar.Çünkü bir toplumun niceliği (sayısı) önemli değildir esas olan niteliği (çalışan ve yetişen kaliteli insan) önemlidir.Ve bir toplum düşündükçe çalışır..
             Ve ben işte her şey benim için yaratıldı ve benim hizmetime sunuldu başkalarından bana ne her ne kadar sosyal olsak bile hayattaki mücadelemizi tek başımıza vereceğiz ve diğer nesneler yapacağımız için birer tamamlayıcı unsurlardır.
              Ah felsefe sen ne kadar güzel bir şeysin. Her şeyi sorgulayabilirim.Hayatı daha iyi anlamak ve onunla bütünleşmek istiyorsanız, düşünün kendinizi kaybetmeyin.Boş verin sanal alemleri !Onlar sizin duygularınızı ve aklınızı körelten bir hiçlikten ibarettir.
               Düşünmek kendinizi hissetmeniz ve ne oluğunuzu anlamaktır.Yaşayan ama ölü olanlar bunun farkında olamazlar.Bizi kendine bağlayan maddi ve manevi her şey dengede tutmalıyız ve hayatımızı aşk*, para, gereksiz tutkuların esareti altına sürüklenmemeliyiz.İnsanoğlu  düşündüğü müddetçe ve kendi kendine yetebildiği müddetçe zoolojik  skolanın dışına çıkar ve biz hayatta kalmak için ve hayat için sormamalıyız, kendimize ve evrene ait olduğumu bilip düşünmek için yaşamalıyız.
               İnsan önce düşündü ve insan oldu.Ancak düşünmeyince hayvanlar ona baktı ve o da hayvanlara baktıkça bakıyordu.
                       
*Tamamıyla hormonal ve bir anlık duygusal saçmalık

Tarifsiz Yazar

Düşmanın Korkulu Rüyası: Akıncılar / Ebru Çolak

Osmanlı Akıncıları
Akın, düşmanın içine sızmak, akmak; akıncı, düşman ülkesine akın yapan düşman ülkesine sızan demektir. Akıncılar, Osmanlı Devletinin özellikle Balkan ve Rumeli fetihlerinde ve buraların Türkleştirilmesinde önemli rol oynamışlardır. İlk akıncıların Osman Bey’in yoldaşları ve onların çocukları olduğu söylenir ayrıca günümüz batı tarzı ordusunda bulunan komando sınıfının akıncılardan esinlenerek oluşturulduğu söylenir.
Akıncılar; atlı, hafif silahlı, çevik ve hareket kabiliyetleri yüksek kişilerdir. Akıncılar, düşmanın içine akıp gücünü yoklayıp binlerce hayvan, altın ve esirle geri döner böylece düşmanı manevi anlamda yıprattığı kadar maddi anlamda da yıpratıp düşmanın savaş kabiliyetini kırarlardı. Akıncılar, sınırlarda yaşar ve sınırların korunmasında ve düşmanın içeri sızmasını önlemede önemli rol oynarlardı. Savaş zamanında düşman akıncılar tarafından yıldırılır ve gücünü kaybeden düşman ordusu daha sonra karşısında kendi sayısına eşit Osmanlı ordusunu görünce kaçışırdı.
Akıncıların savaş taktiği şöyleydi; akıncılar belli yerlerde parçalara ayrılır daha sonra bu parçalarda tekrar bölünerek düşman iline sızarlardı. Her akıncının akın yapacağı yer belliydi daha sonra bunlar daha önce kararlaştırdıkları yerlerde fakat önceden ayrıldıkları yerler olmamak şartıyla birleşip geri dönerlerdi böylece düşman akıncıların nerede toplanacaklarını önceden kestirmekte güçlük çekerdi.
Akıncıların içinde deli, serdengeçti, gönüllü, fedai, azap gibi birlikler bulunurdu ancak deli gurubu bunların içinde en çok bilineni ve ilginç olanıdır. Bunlar düşmana ilk saldıran birlik oldukları için deli adıyla anılırlardı ve başlarında "delibaşı" bulunurdu bunlar düşmana ilk saldırıp düşmanı iyice yıpratırdı.
Akıncı beyleri istediklerini ocağa alıp istediklerini ocaktan çıkarabilirlerdi. Ocağa alıp çıkarma işlemi akıncı beyine aittir. Akıncılar oldukça hızlı hareket edebilen ve gerekirse akıncı beyinin "öl" emrini gözünü kırpmadan yerine getirebilen seçkin kişilerdir. Yani ocağa alma işlemi diğer ordu sınıflarına alınma koşullarına benzemezdi ve akıncılık genellikle babadan oğula geçerdi. 16.yy`da sayıları iyice azalan akıncı ocağı 18.yy ` da ortadan kalkmıştır.

Buket Uzuner Hakkında Elifik Bilgi / Elif Soykan

Buket Uzuner'i çağdaş bir filozof olarak nitelendiremezsiniz çünkü çok fazla yeni bir şey atmaz ortaya.Bir avuç farklı düşünenin düşüncelerini benimser ve çağdaş bir Türkiye ümidindedir.Kardeşlik,eşitlik,özgürlük,kadın-erkek eşitliği-eşitsizliği bolca mevcuttur kitaplarında.

Cinsellikten,aileden,eşcinsellikten bahseder ama bu konuları fazlaca irdelemez.Çünkü irdelenmeye değecek kadar farklı ve tabusal bulmaz.
Bilim-kurguya meraklı olsa da son zamanlar da daha çok güncel ve siyasi içerikli konulara yönelmiştir.Aşkın her türlüsünü çok sever ve aşkın yalnızca bir kadınla bir erkek arasında olmayacağını çok iyi bilir.
Şaşırtmayı sever.Dili çok akıcıdır.Kitapları çok kolay okunur.Nasıl okuduğunuzu; hatta okuduğunuzu bile anlamazsınız.Eleştirmenler tarafından kitapları kolay okunduğu için hep eleştirilmişitir.Evet,kitapları çok kolay okunur ama o kadar zor unutulur ki...ya da unutulmaz!
'' Gümüş Yaz Gümüş Kız'' isimli kitabının ilk sayfalarında,gümüş saçlı,altın madeninden nefret eden nineyle torununun hikayesi anlatır ve kitabın bir otobiyografi kitabı olduğunu anlamanız imkansızdır.Bu kitapta Buket Uzuner'i seversin hem de çok seversin.Ya da sırf sosyalist diye,klasik değerlere karşı çıkıyor diye hatta belki kedileri seviyor diye, hatta daha da abartıp Nazım Hikmet'i seviyor diye hiç sevmeyebilirsin.
Kitaplarında albeni ve albenili kelimeleri çok sık kullanır.Kendine güvenen ,ne istediğini bilen insanın çekici olabileceğine inanır.
''Kumral Ada-Mavi Tuna''isimli kitabı en beğenilen kitabıdır. Buket Uzuner'i tanıyan-tanımayan,seven-sevmeyen bu kitabın namını duymuş;sırf bu yüzden okumuş ve onun hakkında hiç bir şey bilmemesine, diğer kitaplarından haberi olmamasına rağmen(bırakın okumayı) sırf' ''Kumral Ada-Mavi Tuna''çılgınlığı nedeniyle imza günleri,söyleşisi,konferansı nesi varsa hepsine katılmıştır.
Buket Uzuner'in kitaplarını okurken kitabın tam orta yerinde hiç beklemediğin bir yerde yıllardır düşündüğün,desteklediğin ama bir türlü kısaltıpta slogan haline getiremediğin bir düşünceye mutlaka rastlar,sonra kitabı bir köşeye bırakıp dayanamayıp dans etmeye başlarsın.
''Yolda''isimli kitabının ilk cümlesi; 'İnsanların tarihten bugüne yapmaktan en çok zevk aldıkları fiziksel etkinliklerin başında seks ve danstan sonra seyahat etmek gelir.' gibi bir şeydir ve bu düşünceyi şiddetle desteklemekteyimdir. Kendisi de zaten seyahat ve demiryolları aşığıdır.
''Ayın En Çıplak Günü'' isimli kitabında sevgilisiyle ruhları değişen - aslında bedenleri demek daha doğru olur - adamın yaşadığı ilk regl dönemi, ''İki Yeşil Susamuru'' isimli kitabında Nil'in ilk cinsel deneyimi, ''Kumral Ada - Mavi Tuna'' isimli kitabında Tuna'nın; Ada'nın anne ve babasının küvetteki cinsel fantezilerine şahit olması ve Tuna ile Ada'nın çırılçıplak küvete girerek onları taklit etmesi ve yine aynı romanda genç askerin parmağındaki yüzüğe bakarak bir kaç ay sonra evlenecek olduğu için yaşayacağı ilk cinsel deneyimin heyecanını duyması, ''İstanbullular'' isimli kitabında Ayhan'ın Belgin için; ''Taş gibi memeleri ve bembeyaz bedeniyle benim yatağımda yatıyor benim kadınım'' (her ne kadar böyle bir erkeğin bir kadın için veya bir kadının bir erkek için kurduğu sahiplenici cümlelerden hiç hazetmesemde) demesi ve daha bir çokları akla öyle kazınır ki... Unutmak imkansızdır. Çünkü,yaşamışsındır onları, okumamışsındır. Deneyimin olmuştur senin! Ve belki de bu yüzden unutamazsın!
"İstanbullular'' isimli kitabında mini etekli bir gazeteciyle Amerika'da okuyan başörtülü bir üniversite öğrencisinin bir takım zorunluluklar nedeniyle kol kola yürümesinin çok büyük bir etki yaratacağını düşünmesi beni hayal kırıklığına uğratmıştır.
''Uzun-Beyaz-Bulut Gelibolu'' isimli romanında Ali Osman ve Viki'nin aşkını çok iliştirilmiş bulsam da severim.
''Kumral Ada-Mavi Tuna''isimli kitabında çok büyük bir aşk yaşamalarına rağmen Ada ve Tuna'nın yetişkin hayatlarında bir kez bile sevişememiş olmaları ve ''İki Yeşil Susamuru''isimli kitabında Nil ve Teoman'ın aşkının sonu olmaması ileri derecede canımı sıkmaktadır.
''Bir Siyah Saçlı Kadının Gezi Notları''isimli kitabında sırf siyah saçlı olduğu için Avrupa'da nasıl ikinci sınıf insan muamelesi gördüğünü anlatır ve kitabı okumayı bitirir bitirmez gidip saçlarını kömür karasına boyamak gelir içinden."
1993 Yılında YUNUS NADİ ROMAN ÖDÜLÜ'nü kazandığı ''Balık İzlerinin Sesi'' isimli bilim-kurgu romanı vardır bir de.Anormallerin, A-NORMALLERİN hikayesini anlattığı. Başrollerinde Afife Piri ve Romain Gray'in olduğu.
Bir çok ressamı, filozofu, bilim adamını bir araya getirdiği ve bitirdikten sonra kendini şiddetle bir yerden aşağı bırakma gereksinimi duymana neden olan o ne olduğu belirsiz ve özgürlüğünü yakalamak adına müthiş deneyimler yaşamana neden olan o müthiş kitabı.
Buket Uzuner; enerjik, neşe dolu, özgür düşünebilen, sevecen, zeki bir kadındır. Onu en iyi kitapları anlatır. Yazmasa yapacak bir şeyi olmayanlardandır.
BUKET UZUNER: TANIMLANAMAYAN İNSAN...
ŞİDDETLE TAVSİYE ETTİĞİM BUKET UZUNER KİTAPLARI 
1.AYIN EN ÇIPLAK GÜNÜ
2.BİR SİYAH SAÇLI KADININ GEZİ NOTLARI
3.BALIK İZLERİNİN SESİ
4.KUMRAL ADA-MAVİ TUNA
5.GÜMÜŞ YAZ-GÜMÜŞ KIZ
(Diğerlerini de tavsiye ederim ama bunları şiddetle)






Buket Uzuner' in İstanbul' u (TRT 2'de yayınlanan röportajdan bir kesit)




Çek Çöz! / Kübra Mutlu

Dersler,dersler,dersler... Bitmeyen tükenmeyen,bir ömür boyu boyu dersler; biyoloji, tarih, sosyoloji, felsefe... O ne? Bu ne? Şu ne? Neden? Nasıl? Niye? Oyun moyun, şaka maka,falan filan derken;okul fizik,kimya, matematik...
Çalış, öğren, oku, uygula, çöz, çöz, çöz... Sonra da baktığın her yerde gör öğrenmek için nesneyi Hussrel gibi paranteze mi almak lazım askıyı, biz varlığın özünü bulmak için illaki Witgenstein gibi sembolleyelim midünyayı?
Alalım matematiği rasyonelleştirelim yaşamımızı ama sonunda illa ki, irrasyonel bir sonuca mı varalım! Einestein gibi kurallım teorimizi sonrada üretelim sorunlara çözümlerimzi? Sonra da x’ler, y’ler' alır götürür bizi denizin dibine, bir de bakmışız boğuluyoruz hücrelerle inceleyelim akyuvarları,alyuvarları bulalım içinde bizi kilolardan şikayet eden kadınlar...

Sorular, sorular,sorular… çözümler. Aç parantez! Kapat parantez! Eksisi var bunun yanlış oldu; sil baştan başlamak mı lazım bazen; Hayatımız bir sınav, olmuş. Baktığın her yerde soru var; ama çözümleri ara, ara,bulama! Çalış, çalış, çalış... Sonra da çöz, çöz, çöz... Sonunda varsa kazanmak, sıkıntısını çek, çek, çek...

Duanın Zümresi / Veysel Tunç



Gökyüzünde bir bulutsuzluk özlemi
Yüklü, bereket dolu, sorumluluk sahibi
Sarardı şehrimi yağdırırdı bereketi
Avuç açıp bilmezdik dua etmeyi


Gökyüzünde bir gündüz esintisi
İçimden gelen yüreğimin sesi
Tek derdim olmuş hak sevgisi
Her yerimi sarardı mutluluğun hevesi


Gökyüzünde gecenin ayak sesi
Karanlıktı, soğuktu, yoktu kimsesi
Kımıldanırdı ağzımda duanın zümresi
Atılırdı başımdan karanlığın fesi

Veysel Tunç