Tarihi ve Kültürel Boyutları İle Nevruz / Ergünöz Akçora

Yrd.Doç.Dr. Ergünöz AKÇORA*
Kültür unsurları mensup oldukları milletin milli ve manevi yapılarına uygun olarak zamanla değişerek gelişmiş, ve zenginleşmiştir. İşte Türkler İslamiyet öncesi ve sonrası bulundukları değişik coğrafi mekânlarda değişik inançlara sahip olmuşlar ve bunlardan etkilenmek suretiyle kültürel mirası gelecek nesillere bırakmışlardır. En önemlisi ise toplumlar içindeki örf ve adetlerin kaybolmaması ve varlıklarını daha da kuvvetlenerek devam ettirmeleri olmuştur. 
Nitekim kültürel değerlerimizin unutulmadığını ve bayramlarımızı, anma günlerimizi, efsane ve destanlarımızı anlamsız ve boş şeyler olarak görmek mümkün olmadığı ortaya konulan etkinlik ve kutlamalar ile ispatlanmıştır. Çünkü bu gibi nirengi noktaları, toplumumuzun dünya görüşüne, inancına yani maddi ve manevi değerlerine yön verdikleri gibi, milli kimliklerin belirginlik kazanmasına, birlik ve beraberliğin sağlanmasına yardımcı olmuş değerlerdir.
Bayramlar, her millette toplumun bütün fertleri tarafından kabul edilmiş, dini veya milli inanıştan, gelenek ve duygulardan doğmuş ortak adetler olarak kabul edilmiştir. Bayramlar bütün toplumlar için olağanüstü günlerdir. Bayramlara; bir savaş, bir tarihi olayın yıldönümü, bir hükümdarın tahta çıkışı, belirli bir tabiat olayı, bir mevsimin başlangıcı, bir dini olay vs. konu olabilmiştir. Bayram ; bir ikram, hediyeleşme, neşe, sevinç, eğlenme ve bir araya gelip toplanma gibi anlamlara gelmektedir.. Bu bakımdan Türk Milletinin üzerinde pek çok iz bırakmış olaylar zaman zaman bayram, zaman zamanda gelenek olarak kutlanmıştır. bir kültür mirası olarak kabul edilmiş ve her yıldönümünde bütün canlılığı ve heyecanı ile kutlanmaya devam edilmiştir[1]. 
Şüphesiz bu tür bayramlar toplumun kaynaşması, birlik ve beraberliğin artırması, acı ve tatlı günlerinde birlikte olmalarına bir sebep teşkil etmiş, sosyal ekonomik ve kültürel yönden ise büyük bir hareketi getirmiştir.
Bu tariflerden hareketle, 21 Mart “Nevruz Bayramı Türkiye ve Türk Dünyasının ortak bir geleneği olarak paylaşılması ve bir bayram şeklinde değerlendirmesi yanlış olmaz.
Nevruz’un tarihçesi çok eski olmasına rağmen Türkiye’de önem verilmesi pek yenidir. şu anda biz de bir gelenek, Türk Dünyasında ise bayram olarak kutlanmaktadır. Türklerde baharın gelişi; tabiatın canlanması, havaların ısınması, suların coşması, çiçek ve bitkilerin açması, hayvanların çoğalması ve yeryüzünün yeşil bir halı ile kaplanması olarak yorumlanmış ve bunun 21 mart’ta coşku ile kutlanması bir gelenek olarak nesilden nesile aktarılmıştır[2]
Nevruzun tarih boyunca Çin’den Avrupa içlerine kadar, değişik isimler altında kutlandığını görmekteyiz. Bu kutlamalarda göze çarpan önemli bir tespit Nevruz Bayramının kuzey yarımkürenin insanlarının müşterek bir bayramı olmasıdır.[3]Burada nevruz kavramının etimolojik anlamı yeni yıl=yılbaşı olarak değil de “yenigün “ olarak ifade edildiği belirtilmiştir[4]
Ancak bunun yanında Nevruz olayı, hesap ve araştırma yoluyla kışın bittiğini, gecenin gündüze eşit olduğunu görebilen ve hesaplayabilen Türklerin 22 Martı, eski takvime göre 9 Mart’ı, yeni yıl başlangıcı olarak kabul etme meselesidir.
Nevruz, Türklerde bir inanışa öre Ergenekon’dan çıkış günü olarak belirtilmesi olmuştur. Böylece yeni bir güne kavuşma sevinci olarak Tanrıya şükretmeleri, daha sonra ise her yıl bunu bir gelenek ve bayram haline getirmek suretiyle kutlamaları ve o yere Ergenekon adını vermeleri şeklinde de izah edilmiştir[5]
Bir inanışa göre de Türkler, Ergenekon’da bir mağarada mahsur kalmışlar, daha sonra demirdağı ateş yakarak eritmek suretiyle, oradan bir yol bulup kurtulmuşlar ve bu anı bir kurtuluş günü olarak kabul etmişlerdir. Daha sonra Türkler için Ergenekon bayram günü olarak kutlanmaya başlamıştır. Bu kutlamada bir parça demir alınmış, ateşte kızdırılmış ve daha sonra Türk hakanı bu demiri bir kıskaç ile tutup örse koymak suretiyle çekiçle dövmeye başlamışlar, böylece Tanrıya şükretmişler ve bu geleneği her sene tekrarlamak suretiyle  bu günü aziz tutmuşlardır. [6]
Bu kurtuluş gününü Türklerin yüzlerce yıl çektikleri sıkıntıyı anmaya ve tazelemeye çalışılırken; Gökböri, at yarışları, cirit oyunları kılıç sallama, yamba kapma, güreş, deve oyunu, halaylar, nevruziye macunları, şiir yarışmaları yapılmak suretiyle Nevruz Bayramını en zengin şekilde kutladıkları görülmüştür.[7]
Bayram günü de halk tarafından Nevruz dolayısıyla büyük eğlenceler ve şenlikler düzenlenir, ateşler yakılır, birbirlerinin üzerine sular sepilir, hükümdarlar ise halkın sevincine ortak olmak için hediyeler dağıttırırdı[8].
Yine bayramdan günlerce önce, yeni elbiseler alınır ve evdeki eski kap-kacaklar ve eşyalar atılmak suretiyle yenileme faaliyeti icra edilir. Yılın bereketli geçmesi için, tabaklarda suyun içinde buğday filizlendirilirdi.
Nevruz kavramının ana teması başka bir görüşe göre de güneş ve ateş olmuştur. Bir rivayete göre ateş İran hükümdarı Cemşid tarafından keşfedilmiştir. İnançlarına göre karanlığı yok etmesi sebebiyle devamlı yanık tutulmuştur..[9]
Eski Türk, İran, Moğol, Tunguz ve Kırgız’larda ateş, toplumda arınmayı ve yeniden katılımı sağlamak şeklinde düşünülmüştür .Nitekim ateş üzerinden atlama bu toplumlarda  bir temizlenme, bir arınma olarak kabul edilmiş, önemli bir kültür unsuru olmuştur. Bir noktada Nevruz eskiyen zaman ile yeni zaman arasında bir geçiş, bir noktada ise arınmayı temsil etmiştir.
Türk Dünyasının pek çok yerinde de ateş üzerinden atlama geleneği devam etmektedir. Daha önce de belirtildiği gibi ateş üzerinden atlamak suretiyle pislikten, hastalıktan, bütün kötü ruh ve cinlerden kurtulacaklarına inanılmıştır. Ateşin üzerinden bazı yerlerde üç, bazı yenlerde ise yedi kez atlanır.[10]
Nevruz bayramının bir bölücü örgüt PKK’nın bir bayramı olduğu iddiasına gelince; Son dönemlerde Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde Nevruz geleneğini bir Kürt Bayramı şeklinde yorumlar ortaya atılmak ve konuya ideolojik bakmak suretiyle Türk devletinin bölünme ve parçalanmasına zemin hazırlayıcı uygulamalar içine girilmiştir Türkiye’yi etnik ve mezhep çatışmasının içine çekebilmek için PKK tarafından bir propaganda malzemesi yapmak suretiyle Türk Devleti ve Milletini bölmek için  kullanılan bir fikir olduğu anlaşılmıştır[11]
Araplar ve Yahudiler Nevruz olayı ile pek ilgilenmemişlerdir. Çünki onların, kar, kış ve soğuk sıkıntıları pek olmamıştır. Sasani devletinin Müslüman Araplar tarafından yıkıldıktan sonra Nevruz geleneği Arap dünyasına girmiş ve “Nayruz, Neyruz” şeklinde ifade edilmiştir..[12]
Türk Dünyasında ise, Sovyet Rusya’nın İslamiyeti yasakladığı gibi, kaynaştıran, birlik ve beraberliği sağlayan önemli günler ve geleneklerin yaşanmasına da müsaade edilmemiş ve asimile edilmeye çalışılmıştır. Bu geleneklerden birisi de “ nevruz”  günü olmuştur.
Yine Nevruz=yılbaşı=yenigün=bahar anlamıyla Türkiye, İran, Ortadoğu ve Asya’da çağrışım yaparken, Azerbaycan’da, Kazakistan’da, Özbekistan’da, Kırgızistan’da, Türkmenistan’da ve Tataristan’da Nevruz bayramı 1926 yılından sonra tekrar yasaklanmıştır. Bu gün bağımsızlıklarına kavuştuktan sonra resmi bayram olarak coşkulu bir şekilde kutlamalarına devam etmişlerdir.[13]
 Türk Dünyasının yeni bağımsızlığına kavuşmuş ve bunun tadını çıkarmaya çalışan kardeş devletlerine baktığımızda: Azerbaycan’da çok coşkulu olarak “ Noruz ” adını verdikleri bu gelenek bayram şeklinde kutlanılıyor ve üç gün sürüyor.[14]
Aynı şekilde  Kırgızistan “ Nooruz ” dedikleri bu bayramda, baharın belirtileri görülür görülmez hazırlıklara başlarlar, bol ve özel yemek hazırlarlar, çeşitli etkinlikler ile kutlumaya çalışırlar
Bu durum Doğu Türkistan Türklerinde bahar bayramı olarak kabül edilmiş olup “Novroz” olarak telafuz edilmektedir.
Yine Kırım Türklerinde de nevruz “nevrez” olarak isimlendirilmiş olup 21 mart bayram olarak kutlanmıştır. Ancak burada günün eşit olması sebebiyle “Gündönümü” olarak ta adlandırılmıştır
Aynı şekilde  Batı Trakya ve Balkanlar’da da Yugoslavya’da hem bahar hem de Ergenekon bayramı olarak kutlanmaktadır [15].
Ancak Türk devletleri arasında en muhteşemini Özbekistan’ın kutladığı anlaşılmaktadır. Nevruz tam bir şölene dönmekte, büyük kutlama programı ile devlet sarayı ve meydanında örf anane ve geleneklerinin tüm örnekleri sergilenmekte ve akşamı ise buna bütün coşku ve heyecan ile devam edilmektedir[16].
Kazakistanda Nevruz kutlamaları 1922 yılında yapılmış ise de 1926 yılında yasaklanmış ancak, 1988 yılı baharında Alma-ata’da 62 yıllık bir aradan sonra milli bir kimlik kazanmak suretiyle kutlanmaya başlamıştır. [17]
Kazak Türklerinde  bayramlar ister dini olsun ister milli, daima arefe günü hazırlıklar yapılır,. Bayram sabahleyin bütün halk belirlenmiş meydanda toplanır, tam bir bayram havası ile varsa küskünler barışır, erkekler tokalaşırken bayanlarda kucaklaşırlar.[18]
 Birinci günü ocaklar hazırlanır, bu ocakların üzerine kazanlar kurulur, bazılarında etler, bazılarında ise pilavlar hazırlanır. Nevruz günü hazırlık olarak yedi çeşit nesneden-tuzlama et, koyun kellesi, peynir, buğday, darı, pirinç, soğan ve havuç konularak kazanlarda yapılan yemekler, ayrıca çay ve çorbalar dağıtılır, Kavurma, et, pilav, yarma, bağırsak, beşparmak, çeşitli kebaplar, kuru yemiş, meyve ve içkiler, meşrubatlar alınmak suretiyle otağlarda veya açık alanda hazırlanır [19]
Bu arada halka Otağ denilen büyük çadırların iskeletini kurulduktan sonra desenli kilim veya keçeyle kaplamak suretiyle bayrama hazırlanır içerisi her türlü yiyecek içecekler ile bezenerek birlikte yemek yemek için büyük bir sabırla beklenir. Bu büyük ziyafetler halka açık olarak ve vatandaş çeşitli çadırlara ve ziyafet sofralarına gitmek suretiyle göz ve damak zevkini tatmaya çalışır. Ancak bu ziyafetler varlıklı kişiler ve kurumlar tarafından halka bedava sunulmak suretiyle sosyal bir dayanışma için zemin de hazırlamış olurlar. Yemekler yenilip, kımızlar, meşrubat ve içkiler içildikten sonra dua ve niyazlar ile hatta nevruz törenlerinde mevlit de okunarak. yeni bir yıla girmenin sevinci kutlanmaya çalışılır[20]
Bütün bunlar ile neticede Kazakistan yanında diğer bağımsız Türk Cumhuriyetlerinde de  Rusya’nın bütün yıkıcı ve yasaklayıcı hareketlerine rağmen, tüm kültürüne, inanç ve geleneklerine bağlı kalmak suretiyle kendi damgasını vurduğunu ve bunu her sene kutlamaya devam ettiğini söylemek mümkündür.
Sonuç olarak, yukarıda açıklandığı gibi Nevruz; bazen bahar, bazen yenigün,  bazen de gece ile gündüzün eşit olması şeklinde düşünülmüş olması Balkanlardan Ortadoğu’ya, Ortadoğu’dan Asya’ya kadar uzanan coğrafi mekânda yaşayan insanların kendi değerleriyle anlamlandırmasından ve milli kültürün bir sembolü haline getirmesinden başka bir şey olmamıştır.
Yukarda ifade edildiği gibi Nevruz’un önemi, çeşitli   ülkelerce  ve etnik gruplarca yıllardır kutlanmış olması ancak, farklı yaklaşımlar ile de ifade edilmesi sonucu. anlamı ve önemi, zamanımızda çeşitli siyasi kaygıların da katılması ile farklı anlamlarda kutlanılmaya çalışılması birlik, dirlik ve insanca yaklaşımlar ile daha iyi anlam kazanacaktır.
İşte burada bize düşen görev çok çeşitli ve farklı yorumların neden, niçin ve kime ait olduğunu tespit değil, milletimizin birlik ve beraberliği açısından büyük önem arz ettiğinin bilincinde, ülke çıkarları doğrultusunda kaynaştırıcı, birleştirici düşünmek suretiyle, keyfiyete göre değişik anlamların ortadan kaldırılmasına çalışmak  gereğidir. 


*  Fırat Üniv. Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi. Arafltırma. ve Uyg. Mer. Müdürü  ELAZIĞ
[1]  M.Abdulhalûk Çay; Türk Ergenekon Bayramı Nevruz, Ankara,1988,s.45
[2]: M.Abdulhalûk Çay; a.g.e. Nevruz,s.47
[3] :Hasan Şakir Sancaktar; “ Nevruz -Yenigün  Bayramı -” Diyanet Dergisi, S.51, Ankara, Mart   ,1995,  s.17: L.Rvey; Nevruz, İslam Ansiklopedisi,C.9, İstanbul,1988, s.233-234
[4] :Mustafa Aksoy; Kültür Sosyolojisi açısından Nevruz kavramı,        Türk Dünyası Arafltırmaları Dergisi.S. 100, İstanbul, 1996,s.39
[5] Orhan Türkdoğan; a.g.e. S.100, s.33
[6]::M.Abdulhalûk Çay; a.g.e. ,s.26 :Ahmet Turan;“ Nevruz Bayramı ve Ergenekon” Türk Dünyası             Tarih Dergisi,S.51,İstanbul,1991, s.35
[7]: Cafer Kuli-zade; Nevruz’un Bilimsel Temelleri, Türk Dünyası Tarih Dergisi, S.90, İstanbul ,      1994, s.55 : Hasan Şakir Sancaktar; “a.g.e. ” Diyanet Dergisi, S.51,s.17
[8] : M.Abdulhalûk Çay; a.g.e. ,s.18
[9]   Muhlis Nadas; Türk Dünyasının Milli Bayramı Nevruz, Türk Dünyası Tarih Dergisi,S.99, İstan              bul,  1995, s.18-22: Mustafa Aksoy; a.g.e. .S.100,s.43M.Abdulhalûk Çay;a.g.e. ,s.19
[10] :Orhan Türkdoğan; a.g.e., S.100,27-29- 36
[11]: Cafer Kuli-zade; a.g.e.  S.90,s.55  Mustafa Aksoy; a.g.e. .S.100, s.42 Ahmet Turan ; a.g.e. S.51,  s.36
[12]: Hasan Şakir Sancaktar; “a.g.e. ” Diyanet Dergisi, S.51,s.17: Cafer  Kuli-zade; a.g.e. S.90, s.55
[13] Mustafa Aksoy; a.g.e. S.100,s.41.:M.Abdulhalûk Çay; a.g.e. s. 78
[14] M.Abdulhalûk Çay;a.g.e. ,s. 82
[15]: Mustafa Aksoy; a.g.e. .S.100,s.45
[16] : Kazakistan ve Özbekistan’daki gösteriler bizzat tarafımdan gözlenmiş ve bu izlenimler akta                rılmıştır.
[17] : Ali Berat Alptekin;  Yesevi Ocağında 210 Gün,Elazığ,1996,s.59
[18] : Ali Berat Alptekin; a.g.e.  ,s.71
[19]  Orhan Türkdoğan; a.g.e.  37: Ali Berat Alptekin;  a.g.e.  s.65-71
[20]  M.Abdulhalûk Çay;a.g.e. ,s. 73

Hümanizma / Cemil Taşkıran

#Hümanizma ortaya çıkmadan önce Avrupa kültür ve medeniyeti skolastik düşünce üstüne kurulmuştu.
#Kilise bir devlet gibi hayatın tüm alanlarına müdahale ediyordu. Sanat, bilim, kültür, hukuk kısacası tüm etkinlikler kilise normlarına göre yapılmaktaydı.
#Kilise, sahip olduğu mahkemelerle gücünü pekiştiriyordu. Krallıklar kilisenin tahakkümü altındaydı. Krallar meşruiyetlerini sağlamak için papalığın nüfuzuna muhtaç iken, papalar kralların askeri ve maddi desteğine ihtiyaç duymaktaydı.
#Hümanizma hareketleri esas olarak 13. yy.’a doğru başlayacaktır. Avrupa, 940'tan sonra Doğu'da karşı atağa geçecektir. İslam dünyasında ortaya çıkan iç karışıklıklar, Bizans'ın Müslümanların elindeki Sardunya, Sicilya ve Kıbrıs'ı geri almasına neden olmuştur.
#Papalık ise doğuda Kudüs'ü kurtarma adı altında -esas sebep doğunun zenginliklerini elde etmedir.- 1096da Haçlı Seferleri düzenledi. Haçlı Seferleri'nin başarısız olması papalığa itibar kaybettirmiştir. Hümanizma'nın iki kaynağı vardır;
1-Avrupa'nın öz kültürü yani Antik Yunan - Roma felsefesi.
2-İslam kültürü

#Hümanizma, Rönesans gibi İtalya'da, Roma'nın kurulduğu azametli topraklarda kurulmuştur. Bu akım, Antik Yunan Felsefesi'nin 14. - 15. yy.'lardaki sentezidir.
#Esas olarak, Yunan Felsefesi'nin insan merkezli fikir, sanat anlayışını benimsemişlerdir.
#Avrupa, İskenderiye, Suriye, İspanya, İstanbul gibi yerlerde İslam kültürüyle iç içedir ve İslam ülkelerine gelen Avrupalı öğrenciler İslam'daki Tanrı ve kul arasındaki ilişkiden etkilendiler.
#İslam'da ruhban sınıfı yokken Hıristiyanlık'ta ruhban sınıfı vardır. Her ne kadar Hıristiyanlık laik bir sisteme geçse de Avrupa'da sosyal hayatta bugün bile etkilidir.
#Hümanistler, kilisenin aşırı baskısına karşı gelirken kilise bu düşünceleri rafizi (din dışı) ilan edip bu kişileri aforoz etmiştir. Bu aforozlar aşırı tepkilere neden olmuş.
#Hümanistlere göre insan her şeyin başlangıcı, kaynağı ve hedefidir. kutsallık reddedilip her şey insan kaynağına oturtuldu yeni bir dünya düzeni ortaya çıkmaya başladı.
Hümanizma'nın Etkileri:
Sanatta, Rönesans'ı sebep oldu. Serbest resim çizimi ve heykel yapımına önem verildi. Dinde, Reform hareketlerini başlatmıştır.
İdarede, 13. yy'dan itibaren mutlak yerine meşruti monarşilere geçilmeye başlanmıştır.
Ekonomide, ferdi teşebbüs desteklenerek kapitalizme doğru bir sürece gidildi.
Bilimde, pozitivizm akımına neden olmuştur. Bu durum ileriki dönemlerde rasyonalizm, naturalizm, materyalizm akımlarına ortam hazırlayacaktır.

Kaynaklar:
ÖZTÜRK, Mustafa; Tarih Felsefesi, Ankara, 2010
DELMAS, Claude; Avrupa Uygarlık Tarihi, Çeviren: Nihal Önol, Varlık Yayınları, İstanbul, 1973

Geçmişten Günümüze AB – Türkiye İlişkileri / Yrd. Doç. Dr. H. Barış Doster

Söyleşi: Ebru Çolak, Elif Soykan

1963 yılında Ankara Antlaşması'yla başlayan ve Gümrük birliği Antlaşmasıyla aslında Türkiye’yi Avrupa’ya tam anlamıyla bağımlı kılan hatta Türkiye’yi açıkça Avrupa’nın sömürüsü haline getiren bu anlaşmayla perçinlenen ilişkiler inişli çıkışlı da olsa bugün hala devam eden bir süreç . Türkiye’yi ortak yapacağız vadisiyle kandırarak hala istediği tavizleri koparmaya devam eden Avrupa’yı ve onun şimdiki durumu hakkında şu anda Marmara Üniversitesinde görev yapan ve bizim de hocamız olan sayın Yrd. Doç. Dr. H. Barış Doster ile yaptığımız söyleşide Avrupa - Türkiye ilişkilerini konuştuk .

Avrupa - Türkiye ilişkisinin nasıl başladığını ve Türkiye’ye karşı tutumunu değerlendirebilir misiniz?
Türkiye - AB ilişkileri Ankara Antlaşmasıyla başladı. Daha sonra 1995'te imzalanan ve 1996'da yürürlüğe giren Gümrük Birliğiyle devam etti. Bu olumsuz bir hamleydi çünkü AB üyesi olmadan gümrüğe katılan ilk ve tek ülke olduk ve kararların alındığı ortamda masada olmadan alınan kararlara uymakla yükümlü olan bir devlet haline geldik. Gümrük Birliği ile Türkiye Ekonomisi milyar dolarları bulan zarara uğradı. Bundan özellikle küçük işletmeler, kobiler vs. zarar gördü. Ayrıca AB, Türkiye’yi üye yapacağız vadiyle bekleme odasında tutarak Türkiye’den siyasi ödünler koparmayı başardı. Türkiye’nin üye olacağı vadine kanan siyasi iktidarlar da AB'nin istediği siyasal ödünleri verdiler. Sonuçta ruhban okulundan soykırım iddialarına, özelleştirmeden güneydoğuya, Kıbrıs’tan , patrikhaneye kadar AB, Türkiye’nin içişlerine müdahale ederken sürekli Türkiye karşıtı sözler söyledi. Yunan meselesinde Yunanistan’ı, Ermeni meselesinde Ermenistan’ı savundu ve gelinen noktada da Türk kamuoyunda Avrupa Birliği arzusu azaldı. Dahası dünyada yaşanan iktisadi kriz dolayısıyla da Avrupa Birliği’nin geleceği tartışılmaya başlandı. Avrupa Birliği’nin iktisadi öncüsü olan Almanya yeniden eski para birimi olan Alman Markına dönmeyi gündeme alırken birlik içinde ülkelerin beklentileri arasındaki fark hatta uçurum daha da belirginleşti.

Peki  günümüz AB - Türkiye ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Günümüzde Avrupa Birliği - Türkiye ilişkileri eski canlılığını yitirdi. Türkiye’deki siyasi iktidar 3 Kasım 2002 Genel Seçimleriyle işbaşına geldi ve kendisinden önceki DSP - ANAP - DYP hükümetinin AB konusundaki ağırlığını daha da yukarılara taşıdı. Birinci iktidarlığı döneminde Avrupa’nın istediği uyum yasalarını parlamentodan geçirdi. Ancak bunun Avrupa Birliği üyelik garantisi taşımadığını bölgede, iç siyasette hem kendi talepleri doğrultusunda hem liberallerin desteği için verimli şekilde kullandı . Ancak ikinci iktidarlığıyla iyice belirginleştiği üzere hem Avrupa konusundaki hızı kesildi hem toplumun Avrupa’ya olan ilgisinin, üyelik istencinin azaldığını gördü hem de Avrupa’nın Türkiye’yi üye yapmayacağı konusundaki ısrarlı söylemi Türk toplumunda iyice anlaşılmaya başlandı. Ayrıca iktidarın büyük destek aldığı liberallerin Türkiye - AB ilişkileri bazında çokta güçlü olmadıklarını bir kez daha anladı. Bir anlamda liberalleri Avrupa Birliği manivelasını kullanıp el altında tutarak yararlandı. 2011'e baktığımızda Türkiye - Avrupa ilişkilerinin zayıfladığını Avrupa’ya üyelik hevesinin,  Avrupa’nın Türkiye’yi asla üye yapmayacağının kesinleştiği ve Avrupa’nın geleceğinin bizzat Avrupa başkentlerinde sorgulanmaya başlandığını görmekteyiz. Ortak anayasa, ortak savunma ve güvenlik politikaları zaten kolay projeler değildi. Bunlara bir de yıllardır uygulanmaya çalışılan 2008'de iyice belirginleşen ekonomik krizle birlikte yürümeyeceği anlaşılan ortak maliye politikası eklendi.

Avrupa’nın Türkiye ve dünya üzerindeki egemenliğine gelirsek…
Avrupa Birliği dünyada ekonomik güç olduğu oranda siyasi ve askeri bir güç değildir. Bunun sıkıntılarını da yaşamaktadır. Ortadoğu’da, Orta Asya'da ve hatta kendi dibindeki Belçika’da bile ABD kadar etkili değildir. Enerjide de dışa özellikle Rusya'ya bağlıdır. Avrupa Birliği kendi içinde bile bir birliğe ulaşamamıştır. İngiltere Dünya'ya daha çok ABD merkezli bakarken birliğin iktisadi anlamdaki gücü Almanya daha çok Avrupa odaklı bakar keza Fransa da Akdeniz İttifakı yörüngesine ağırlık vermektedir. Avrupa Birliği ile Türkiye üzerindeki emellere gelince Türkiye, Avrupa'ya ve Amerika'ya içişlerine karışacağı ortam verirse Brüksel’in ve Washington'ın Ankara’nın içişlerine karışması kaçınılmaz olur. İktisadi anlamda bağımsız olamayan bir ülkenin siyasi ve askeri anlamda bağımsızlığı mümkün olmadığından Türk ekonomisi üzerinde belirleyici noktada olan büyük devletlerin Türkiye’nin içişlerine karışması kaçınılmazdır.

Avrupa’nın günümüzde güç dengelerinin Uzakdoğu’ya kaymasıyla birlikte Avrupa’nın özellikle yıldızı parlayan Çin ve Hindistan’a karşı bir ortak politika izlediğinden söz edebilir miyiz?
Uzakdoğu ülkelerine karşı Avrupa’nın bütüncül bir politikası mevcut değildir. İngiltere’nin Çin politikasında Amerika’ya yakınlığı buna karşılık Almanya’nın daha bağımsız politika geliştirmeye çalıştığının, Rusya ile ilişkilerde İngiltere’nin Almanya'yla çelişkiler içinde olduğunu biliyoruz. Zaten Avrupa Birliği deyince de akla Almaya ve Fransa’nın başını çektiği ülkeler topluluğunu görmek mümkün. Avrupa Birliği’ne son yıllarda üye olan küçük ülkelerin Avrupa Birliğinin politikasında hiçbir etkileri söz konusu değildir. İspanya, Portekiz, İtalya gibi ülkeler ise bölge ve dünya desteğini gözetirler. Hükümetlerin de eğilimine koşut olarak bazen Almanya - Fransa ikilisinin bazen de Amerika ve onun birlik içindeki uzantısı olan İngiltere’nin yanında yer alırlar.

Avrupa’nın Kıbrıs sorunu karşısında Türkiye’ye takındığı tutumu kısaca değerlendirebilir misiniz?
Kıbrıs, Avrupa’nın Türkiye Politikası nezdinde bir turnusol işlevi görmektedir. Şöyle ki; Avrupa, Kıbrıs üzerinden yüklenerek Türkiye’yi ödüne zorlamakta kâğıt üzerinde olmasa da bir şart haline getirdiği meselenin halledilmesini Türkiye'den istemektedir. Kıbrıs uyuşmazlığında tamamen Yunanistan ve güneyin tezlerini dillendirmekte olan Avrupa Birliği, Annan Planı’na Türk tarafı % 65 Evet Rum Kesimi % 75 Hayır dediği halde Güney Kıbrıs Rum Kesimini birliğe kabul etti ve Türkiye’den de tam üye olması için liman ve hava limanlarını tüm Kıbrıs’ı temsilen güneye açmasını talep ediyor. Kıbrıs’ta Türkiye’nin stratejik olarak değerinin azalacağını, Akdeniz’e sıkışıp kalacağını bilen Avrupa bu sayede Türkiye’den daha büyük ödünler koparmayı amaçlamaktadır.

Ortaçağ'da Avrupa / Murat Mutlu

Harman döven köylüler.
Takvim es-sıhha'dan, 15'nci yüzyıl. (Vikipedi)

Bugün ayrı bir kıta olarak kabul edilen Avrupa, aslında Asya kıtasının en batı ucudur. Ayrı bir kıta olarak kabul edilmesinde tabii koşullar değil, kültürel farklılıklar etkili olmuştur. Coğrafi olarak bir sınır çizdiğimizde; Karadeniz'in kuzeyinden Ural Dağları'ndan Kuzey Buz Denizi'ne iner. İzlanda, Biritanya ve İber yarımadasından Akdeniz'e açılır.(1) Kuzey kesimler kutuplara yakın olduğundan yerleşik nüfus az, ekonomik uğraşlar kerestecilik, balıkçılık ve kürkçülüktür. Yine bu kuzey kesimler tarih boyunca dünya siyasetinde pek etkili olamamıştır. Orta ve doğu kesimler tarıma elverişli alanlardır. Gerek taşımacılıkta gerek sulamada yararlanılabilen akarsuların varlığı bu bölge için avantajdır. Avrupa'yı gıda bakımından besleyen batı kesimlerdir, ancak hiçbir zaman yeterli olamamıştır. Bu yüzden özellikle Mısır (prinç) ve Anadolu'dan (buğday) yararlanma yoluna gitmişlerdir. (2) Eğer milletlerin gelişiminin bir adımını farklı milletlerle temas etmek, farklı kültürleri tanımak, öğrenmek, sentezlemek olarak kabul edersek Avrupa'yı Avrupa yapan bölge güney kesimdir demek pek de yanlış olmayacaktır. Güney Avrupa'nın Dünya'nın en büyük iç denizi olan, önemini tarihin ilk dönemlerinden bu yana koruyan Akdeniz'e komşu olması kıta için büyük bir şanstır. Akdeniz, farklı kültürleri birleştiren, ticaret için önemli bir denizdir. Bu yüzden Güney Avrupa (İtalya, Fransa, İspanya vd.) tarım ve hayvancılıktan çok bilim ve sanat alanlarında ön plandadır. Nitekim bugünkü Avrupa'ya şekil veren Rönesans, Hümanizma, Coğrafi Keşifler hep bu bölgede ortaya çıkmıştır. Avrupa hakkında bu kısa bilgilerden sonra esas konumuz, yani Ortaçağ Avrupası'nı anlatmaya çalışalım. Ortaçağ, kabaca Kavimler Göçü ile başlayıp 1453 yılında İstanbul'un fethi ile son bulur. Ortaçağ Avrupası'nın en belirgin özelliği Kavimler Göçü ile birlikte önce zayıflayıp 2 imparatorlu, iki başkentli imparatorluk haline gelen Roma'nın (3) Batı kanadının ileriki yıllarda yıkılmasıdır. Böylece zayıf da olsa Avrupa'daki tek merkezi otoritesi çöküşüyle halkın artık can ve güvenliğini ortadan kaldırmasıdır. Bu kaos ortamındaki halk, ister istemez senyörlerin yaşadığı surlarla çevrili şatolardan medet ummuşlar, buraları kendileri için sığınma yerleri yapmışlardır. Feodalite, Batı Roma imparatorluğu'nun çöküşü ile başlayan Ortaçağ'da, özellikle Batı Avrupa'da hakim olan toplum düzenine denir. Feodal toplumun üretim ilişkilerinin temeli, senyörün toprak üzerinde mülkiyet hakkına sahip oluşu ve toprağa bağlı köylü üzerinde de bir mülkiyete de sahip bulunuşudur. Feodal sömürü, serflerin artı ürününü senyörlerin kendilerine mal etmeleri biçiminde gerçekleşir. (4) Feodal toplum, iki toplum tarzının kaynaşmasına yok açan Cermen istilaları olmadan anlaşılamaz.(5) bu yüzden Kavimler Göçü hakkında bilgi sahibi olunmalıdır. Asya Hunları ile Çin arasındaki Asya hâkimiyet savaşları Hunlar'ın yenilgisiyle sonuçlanınca bu devlet ikiye ayrılmıştır. Çin hâkimiyetini kabul etmeyen Hunlar 4. yy'ın ortalarında Aral Gölü ve Hazar Denizi arasındaki bölgeden Don ve Volga nehirlerinin olduğu bölgeye daha sonra da Karadeniz'in kuzeyindeki düzlüklerde yaşayan Cermen kavimlerinden Gotlar'ın bölgesine gelmişlerdir. Bundan sonra adeta bir domino etkisi yaşanmış, Hunhar’ın yerinden ettiği kavimler de göç ettikleri bölgelerdeki kavimleri (Vizigotlar, Ostrogotlar, Vandallar vd.) yerlerinden etmişlerdir. Bu göçler ispanya'ya kadar ulaşmıştır. Yukarda da belirttigimiz gibi Roma'nın parçalanıp yıkılmasından sonra çöken merkezi sistemi feodal beyler doldurmuştur. Merkezi otoritenin çöküşüyle yaşanan bir başka gelişme daha vardır ki Ortaçağ'ın Avrupa için Karanlık Çağ (6) denmesinin esas sorumlusu olarak kabul edebileceğimiz kilisenin sosyal hayattan bir daha asla çıkmamak üzere yerleşip güçlenmesidir. Ortaçağ Avrupası dendiğinde akla gelen ilk şey olan Skolastik Felsefe'nin savunucusu papaların mantığı şudur: "Hz. İsa tanrının yeryüzündeki temsilcisidir. Biz Hz. İsa'nin temsilcileriyiz, o halde tanrının yeryüzündeki temsilcisi biziz. Böylece tüm insanların tanrıya ulaşması için tek yok kiliseden yani papalıktan geçer." Kiliseyi Ortaçağ Avrupası'ndan günümüze dek sosyal hayatın merkezine;
#Doğumun kilisede tescil edilmesi (Vaftiz)
#Ölümün kilisede tescil edilmesi
#İbadetlerin sadece kilisede papa veya rahip eşliğinde yapılması
#Nikahların kilisede kıyılması gibi faktörler yerlestirmistir. (7)
Yine bu dönemde kilisenin eliyle etkili olan skolastik düşünce Avrupa'nın bilim, kültür, sanat vd. alanlarında hemen hemen hiç varlık gösterememesine neden olmuştur. Dünya tarihine yön veren gelişmelerden biri olarak kabul edebileceğimiz Haçlı Seferleri de kilisenin manevi önderliğinde yapılmıştır. Bu seferler, dini, sosyal, ekonomik, siyasal nedenlerle gerçekleştirilmiş yine dini, sosyal, ekonomik, siyasal sonuçlara neden olmuştur. Haçlı Seferleri'nin ilk halkası Emevi İslam devletinin Avrupa'daki kalıntısı olan Endülüs Emevileri'ne karşı ispanya'nın müslümanlardan temizlenmesi için yapılmıştır. Bu saldırıları yağmalar izlemiş ve yüzyılların emeği, bilgisi, tecrübesiyle vücuda getirilen uygarlık yağmalanmıştır. Haçlı Seferleri yönünü bundan sonra esas rotasına yani müslümanların elindeki Kudüs başta olmak üzere İslam dünyasına yapılacaktır. 4. Haçlı Seferi'ni bu genellemenin dışında bırakmalıyız. 4. Haçlı Seferi, hedefinden tamamen sapıp Doğu Roma'ya karşı yapılmış ve İstanbul yağmalanmıştır. (Bu durum Doğu Roma'da yaşanan travma, ileriki zamanlarda Fatih'in İstanbul'u fethetme riskine karşı Avrupa'dan yardım istemeyen Doğu Roma, "İstanbul’da Latin kavuğu göreceğimize Osmanlı sarığı görürüz." şeklinde açığa çıkacaktır.) Haçlı Seferleri'ni genel olarak değerlendirildiğinde başarısız denilebilir, ancak savaş alanında elde edilemeyen üstünlüğe rağmen İslam dünyasından öğrenilen bilim, teknik, felsefi düşünceler Akdeniz ticareti, Endülüs'te öğrenilenler, Antik Yunan ve Roma medeniyetine artan ilgiden doğan bilgilerle birleşince Rönesans, Hümanizma, Coğrafi Keşifler yaşanacaktır. Bu gelişmeler Avrupa'yı bilim, düşünce ve ekonomi alanlarında ileri taşımaya başlayacak, Reform ile birlikte papalığın gücü iyice azalınca büyük sıçramalar yaşanacaktır. Haçlı Seferleri'ni önemli kılan bir diğer sonuç ise bu seferlere katılan derebeylerin geri ölmesi, geri dönememeleri, dönenlerin de servetlerini tüketip topraklarını satmalarıyla merkezi otoritenin tekrar güçlenmeye başlamasıdır. Tüm bu gelişmelerden sonra Avrupa hızlı bir değişim sürecine girecek, merkezi otoriteler güçlenecek, kilise itibar kaybedecek, keşfedilen bölgelerden altın, gümüş ve ticari emita getirilecektir. Bu yeni gelişmelere ayak uyduramayan İslam dünyası her alanda etkinliğini kaybetmeye başlamasıyla da Avrupa, Yeniçağ'a kadar tek aktör, Yakınçağ'da da dünya sahnesinde etkili olan bölgelerden biri olacaktır.
-----

1- ÖZTÜRK, Mustafa; Yeniçağ Avrupa Tarihi Ders Notları, Elazığ, 2009
2- GÜÇLÜAY, Sezgin; Ortaçağ Avrupa Tarihi Ders Notları, Elazığ, 2008
3- ÖZTÜRK, Mustafa; Yeniçağ Avrupa Tarihi Ders Notları, Elazığ, 2009
4- GÜL, Muammer; Ortaçağ Avrupa Tarihi, sf. 89 Bilge Kültür Sanat Yay., Eylül 2009
5- GÜL, Muammer; a.g.e, sf. 91
6- Karanlık Çağ deyimi için bkz. Vikipedi Karanlık Çağ maddesi (http://tr.wikipedia.org/wiki/Karanl%C4%B1k_%C3%87a%C4%9F)
7- ÖZTÜRK, Mustafa; Yeniçağ Avrupa Tarihi Ders Notları, Elazığ, 2009
BERL, Emmanuel; Attila'dan Timur'a Avrupa ve Asya, 2. Baskı, Aralık 1999, Doğan Kitapçılık
PIRENE, Henri; Ortaçağ Avrupası'nın Sosyal ve Ekonomik Tarihi

Olamaz mı OLABİLİR! / Haticet'ül Kübra Farımaz

Eleştirmenlerin çok beğendiği, izleyen arkadaşlarıma sorduğumda, "farklı ve aslında hayatın içinde bizim bile farkında olamadığımız ayrıntıların şenlendirilerek anlatıldığı bir aşk filmi" cevabını aldığım Aşk Tesadüfleri Sever'i ancak -dersi ekerek- iki arkadaşım ile izledim. Filmi izlemeye başladığımda bu kadar etkileneceğimi tahmin etmemiştim. Çünkü aşk filmlerini sevmeyen daha doğrusu aşkı hayatın bir parçası olarak görmediğimden gerçek olmayan hiçbir şeyi sevmeyeceğimi düşünüyordum. Tam tersi oldu. Çok akıcı, geçmiş ile şimdiki zamanın harmanlanarak anlatıldığı bu film, izleyicilere, "Evet! İşte bunlar bizim de yaşıyor olabileceğimiz gerçekler dedirtiyordu." En baştan filmin başrol oyuncusu Deniz karakteri (Belçim Erdoğan) çok doğal, neşeli, hayatta kendi istediğini yaşamak için ailesini ve sevgilisini karşısına alan ve işlediğini başaran biri. Günümüz gençliğinin bir yansıması olarak düşünülebilir. Erkek karakterindeki Özgür (Mehmet Günsur) ideal bir sınır dışlılığı yaşıyor diyebiliriz. Asiliğini, geldiği konumla birleştirince belki de bunalımdan çıkmanın yolunu bulan bir gencin bu yolda kaybettiklerine ve kazandıklarına dikkat etmeliyiz. Akıcı, zevk alınabilecek ve benim gibi aşka pek de inanmayan birine aslında "olamaz mı?" dedirten, filmden alıntı yaparak "OLABİLİR!" dedirten bir film. Eğer siz de biraz tebessüm etmek ve sevdiğiniz ile küçük bir kaderin yolculuğunu izlemek istiyorsanız Aşk Tesadüfleri Sever sizin için iyi bir seçenek olabilir.

Zaman unutmaz, insan da... / Abidin Parıltı

J. Mario Simmel, 'Merhaba Umut'ta Hitler Almanya'sından 1979 yılına kadar olan süreci bir yandan savaşı ve savaşın içinde vahşileşen bireyi ele alırken bir yandan da uyuşturucu baronlarını ve elbette ki aşkı anlatıyor.
J.Mario Simmel’i Türkçe okurları öteden beri bilir. Ancak 1980 darbesinden sonra yazar Türkiye’de kitaplarının yayımlanmasına izin vermedi. Bunun temel nedeni ise darbeydi, Türkiye’deki demokrasi sorunlarıydı. Ancak son birkaç yıldır kitapları yeniden Ahmet Arpad’ın çevirileriyle Türkçe okuruna sunuldu. İyi de yapıldı. Heyecanın eksik olmadığı bu romanlarda yazar her defasında sosyal sorunları ana teması haline getirdi. Çeşitli sorunları son derece rahat ama gerilimli ve polisiye olanı önde tutarak okuyucuya sundu. ‘Merhaba Umut’ romanında ise Hitler Almanya’sından 1979 yılına kadar olan bir süreci ana karakter Profesör Lindhout’u merkeze alarak bir yandan savaşı ve savaşın içinde vahşileşen bireyi ele alırken bir yandan uyuşturucu baronlarını, uyuşturucu müptelası olmuş bireyleri ve elbette ki aşkı ve onun bıraktığı sancıları işler.

‘Hatıralarını unutamazsın’
Roman, iki gazete haberinden esinlenilerek yazılmış. Yazar, her iki haberi de romanın girişinde verir. Biri Newyork’ta büyük bir tren istasyonunda ölü bulunan bir gencin ailesine yazdığı mektuptur. Bu mektupta, gencin eroinden dolayı çektikleri vardır. İkinci haber ise bazı kişilerin birkaç gün sonra ‘dondurulmuş’ mektuplar alacağına dairdir. Zira 1950 yılında Alp buzullarına çarpan bir uçaktaki mektupların artık sahiplerine verileceğine dairdir. Yıl ise 1978’dir... Aslına bakıldığında romanın temel mecrası da bu iki mesele üzerinden akar. Profesör Lindhout, Nobel Tıp Ödülü’ne layık görülmüştür. Hazırlıklarını yapar. Ancak bir telefonla sarsılır. Arayan kişi ise Hitler zamanında papaz yardımcı olan ve profesörle sadece bir kere karşılaşan Haberland’dır. Haberland, vaktiyle bir cinayet işlediğini ve bunu ispatlayan mektubun elinde olduğunu söyler. Profesör onu mecburen eve davet eder ve tabancasını hazırda tutar. Bu saatten sonra geriye dönüşler başlar. Romanın büyük bir kısmı geri dönüşlerden oluşur ve geçmişin anımsanması yoluyla yeniden hatıralar can yakmaya başlar. Ne demişti Ermeni yazar Zaven Biberyan: “Hatıralarını unutamazsın, onlar senin canına okuyacak.” Nitekim bu hatıralar yavaş yavaş profesörün canına okumaya başlar da…
Yazar daha ilk cümleden itibaren bizi olayın içine atar; girizgâha ihtiyaç duymadan hem de… Biri öldürülmüştür. Peki bu kimdir? Bugüne yansıması ne olacaktır? İyi ile kötü ne kadar iç içe geçebilir? Profesör bu dertten kurtulabilecek ve Nobel Tıp Ödülü konuşmasını yapabilecek midir? Bütün bu soruların yanıtları neredeyse son sayfalara kadar merakla beklenir. Romanın son sayfalarında ise yazar okuru ters köşeye yatırır ve ustalığını cümle aleme gösterir... Profesör haberi aldıktan sonra beklemeye başlar. Bütün hikâye kısa bir zaman içinde hayalinde görünür olmaya, ete kemiğe bürünmeye başlar. 1938 haziranı. Hitler. Gamalı haçlar. Korkular. Kimlik değişimleri ve bombardıman sonrası sürgün… Lindhout ailesini kaybetmiş bir halde başlangıçta kızı olduğunu düşündüğümüz Truss’la birlikte Viyana’ya taşınır. Savaş her yeri yakıp yıkmıştır. Dolayısıyla evlerde paylaşımlı olarak yaşanmak zorundadır. Lindhout da çocuk Truss’u bir arkadaşına emanet eder. Kimsenin onu görmesini, bilmesini istememektedir. Kendisi de erkeklerden nefret eden, koyu Katolik, hastalıklı bir yapıya sahip olan Philine Demut’un evine yerleşir. Anlaşamazlar elbette. Ancak birlikte yaşamak zorundadırlar. Lindhout, bir kimyagerdir ve kendi buluşu olan bir ilacın üzerinde çalışmaktadır. Bu ilaç ki morfinin yerini tutabilecek niteliktedir ve yan etkisi yoktur. Daha sonraki zamanlarda göreceğiz ki bu ilaç günümüzde eroin bağımlılığına karşı kullanılacak niteliğe bürünecek, yüzyılın buluşlarından biri sayılacak ve Lindhout’u Nobel Tıp Ödülü’ne götürecektir.

Herkesin öldüğü yerde...
Herkesin bombardımandan dolayı sığınaklara indiği bir zamanda Lindhout’un bir misafiri gelir. Gelen misafir de doktordur ve onunla birlikte çalışmaktadır. Başlangıçta dostane başlayan sohbet kısa bir süre sonra Lindhout’un geçmişini ortaya çıkarır. Doktor’u öldürmek zorunda kalır Lindhout. Peki nedir ortaya çıkan geçmiş? Lindhout ve Philip de Keyser çok iyi arkadaştırlar. Aileleri de yakınlıklarıyla bilinir. Birlikte Paris’te kimya yüksek öğrenimi görürler. Yine birlikte Pastör Enstitüsü’nde çalışırlar. Yine ikisi morfin gibi bir ağrı dindirici ilacın üzerine çalışırlar. Üstüne üstlük birbirlerine fiziken de çok benzerler. Keyser Musevi’dir ve o zamanlarda malumunuz sadece Musevi olmak bile ölüme eşit değerdedir. Bir bombardıman sonrası Lindhout ölür ve küçük kızı Truss da köşede şok olmuş bir halde kalır. Keyser ise kurtulur. Herkesin öldüğü yerde Keyser arkadaşının elbiselerini giyer ve o zamandan sonra hep Lindhout olarak kalır. Truss’u da kızı olarak tanıtır. Ama işte orada bir kişi da kurtulmuştur ve sırlar açığa çıkar. Bugünkü adıyla Lindhout ama aslında Keyser bu yüzden doktoru öldürür ve doktor balkondan düşer. Olayın yine bir şahidi vardır. Bayan Demut kapı aralığından olanları görür. Korkuya kapılır. Papaz yardımcısı Haberland’a ulaşmaya çalışır ama ulaşamaz. Zira Haberland, Hitler’e karşı gizlice savaşmaktadır. Seyyar bir radyo istasyonunda Hitler’e karşı gerçek haberleri insanlara iletirken tutuklanmış ve işkenceye alınmıştır. Bayan Demut ona bir mektup yazar ve postaya verir. İşte o mektup ki çeşitli bombardımanlar, ülke ülke gezmeler ve yıllardan sonra Papaz yardımcısının eline ulaşır. Papaz yardımcısı da bugün işte Lindhout’u ziyarete gelmektedir.

Yine yenilmiştir
Düğümlerin tek tek atıldığı, birçok hikayenin ustalıkla örüldüğü, birbirine bağlandığı bu romanda gerçeğin gördüğümüzden ibaret olmadığı her defasında işaret edilir. Zaman mefhumu, ana kişimizin bütün sancılarını, günahlarını hatırda bırakır. Beri yandan savaş vardır. Savaşın acımasızlığı, taraf tanımazlığı, iktidar hırsı, insan hayatının önemsizliği ve korkunun hakimiyeti kitabın bütün sayfalarına siner. Ama bütün bunların arasında bir hayat pırıltısı da belirir. O ki aşktır. Lindhout’un karısı işkencede öldürülür, geriye onun acısı ve hatıraları kalır. Ancak savaşın bitiminde binbaşı Georgia ile tanışır, aşık olur ve birlikte olmaya başlarlar. Sonrasında Georgia intihar eder. Yine yenilmiştir Lindhout. Yıllar sonra ise başlangıçta kızı olarak bildiğimiz ama sonrasında arkadaşının yerine geçtiği için, arkadaşının kızı olduğunu anladığımız Truss’la yasaklı bir ilişkiye girer. Gençlik ateşi onun etrafını sarar. Vicdanıyla boğuşa boğuşa tenine yenilir. Ancak Truss’un eroinman olması ve sonrasında ölmesi onu yeniden karanlığa gark eder. Tek tutunacak dalı ilaç çalışması olur. Bütün ömrünü adeta bu ilacı geliştirmeye adar. Başarır. Başarının gerisinde ise birçok yenilgi, birçok günah, birçok acıyla örülmüş hatıra vardır. Bugün ise geçmiş onu yeniden yakalamış ve sorguya çekmektedir.
Simmel son derece başarılı bir romanla Türkçe okuruyla yeniden buluşuyor. Dünyada romanları milyonlarca satmış, birçok romanı filme alınmış, birçok ödül almış bu yazar biyografisini sıklıkla romanlarına sindirir. Ustalıkla yapar bunu. Elimizdeki romanda da bunun izlerine rastlarız.

MERHABA UMUT
J. Mario Simmel
Çeviren: Ahmet Arpad
Everest Yayınları
2011
520 sayfa
20 TL.
daha önce şurda yayınlanmıştır.



Karar[sızlık]! / Cemal Gökhan Aslan

Karar! Önemli bir kavram insan yaşamı boyunca hep bu kavramla karşı karşıya kalıyor. En basitinden bir lokantaya gidince bile bu kavrama ihtiyaç duyuyoruz. Yiyeceğimiz yemeğe dahi karar vermek zorundayız yani neredeyse bu bizim yaşamımızla özdeşleşmiş.
Hiç düşündünüz mü? Aldığımız kararların yüzde kaçı doğru ya da yanlış? İnsan bazen kendini süzgeçten geçirme ihtiyacı duyuyor. Bilmiyorum insanların kaçı bunu yapıyor, ama bunu yapan insan kendini bilen insandır. İçimizde o kadar çok düşünce besleriz ki bunları yapmaya karar vermek için çoğumuzun ömrü bile yetmiyor. Evet, karar! Bazen öyle kararlar vermek zorundayız ki üzüleceğimizi bile bile bazı konularda katı kalpli davranmak zorunda kalıyoruz. Başka bir deyişle bağrımıza taş basıyoruz.
Karar olur da kararsızlık olmaz mı? Tabii ki bir sürü konu var ki insan kararsız kalıyor bunu mu yapsam bunu mu yapsam? Böyle durumlarda muhakkak birilerinin düşüncelerine ihtiyacımız olur. Ha birde terzi kendi söküğünü dikemez deriz ya… Başkalarına gelince motor gibi çalışan beynimiz iş başa düşünce nedense hep tereddütte kalıyor. Bu gibi durumlarda yapacağımız ilk şey içimizden çıkıp kendimize üstten bakmaktır. Bunu yapabiliyorsak emin olun doğru olanı buluruz. Sadece kullandığımız at gözlüklerini bir kenara bırakıp hayatın tozpembe olmadığını görmemiz yeterli olur.
Kararsızlık çok kötü bir şey, insanı hem beynen hem fiziken çok yorar. Çoğu kez uykunuza mal olur bu. Ancak bu durumlarda her zaman en kötü karar kararsızlıktan iyidir sözünü kendimize rehber ederek işe koyulursak emin olun başarı kaçınılmaz olur. Zararın neresinden dönersek kardır.
Hayatınızda hep doğru kararlar almanız dileğiyle. Uzun bir aradan sonra tekrardan merhaba…

Bir Kedi Gibi / Ümit Manay

Binbir gece masalı gibiydik seninle,

Her sayfada başka bir ülke,

Her satırda başka bir hikâye.



Vazgeçilmiyordu bazen

ve bir kişiyi sığdırmak çok zordu bir kalbe.



Ağırdık seninle, ruhumuz tonlar basıyordu,

Vücudumuz yerine…



Bir kedi gibi;

Hem hınzır, hem sevimliydin.

Üstüne gittikçe tüylerini kaldırır,

Sevdikçe elimin altında gezerdin saatlerce.



Ve bir sabah uyandığımda

Boştu yatağın, terk etmiştin beni… Her şeyi

Bir kedi gibi; asil, mert ve sessizce.

Zaman ve Sen / Gülşah Büyüker

Her saat gidişini vuruyor
Bir dakika önce evden çıktın
Aşağıdan evine son kez baktın
Birkaç dakika sonra köşeyi döndün
Yürüdün
Yürüdün..
Yeni hayata yeni zamana vardın
Sandın..

Gideli beş saat oldu
Ardından kelime bulamadım
Bıraktığın yerde duruyorum
Ne zamanın ne de gecenin farkındayım
Uyuyamıyorum..
Çıt çıkmıyor ağızımdan
Gözlerim hep aynı yerde
Gittiğin yola bakıyorum
Bekliyorum..
Sabah olsun istiyorum
Geceler tükensin
O saat yine gidişini vursun

Bir dakika sonra gideceksin
Yüreğim kuş yüreği gibi
Çıktı çıkacak yerinden
Heyecanda değil kırılmasına bir dakika kaldığından
Saat seni vuruyor
Terkedişini vuruyor
Sanki tekrardan çıktın şimdi şu kapıdan
Son kez baktın evine aşağıdan
Ve ben son kez kırılıyorum

Hergün ynı saatte çıkıp gidiyorsun bu evden
Sensizlik gidiyor kokun gidiyor
Hiçbir güne sığmıyorum
Şimdi de saat seni vuruyor..

Çıkıp gidiyorum bu evden
Kaçıyorum zamandan
Ve gittiğin sokakta adım adım bitiyorum
Zaman beni kalbimden yakalıyor
Sen diye diye ölüyorum...