Leblebi / Deniz Başıbüyük



Gizli Bir Kahramanın Öyküsü: Leblebi
Leblebi, Anadolu’nun asil çocukları olan Hititlerin, Selçuklu’nun, Osmanlı’nın ve İpek Yolu’nun geçtiği topraklarda, ihtişamını ambalajına, fiyatına yüklemeden, özüne yüklemiş bir kuruyemiştir. İç zenginliğini sade ve abartısız bir şekilde, birilerine sunmaya çalışmadan yansıtır leblebi. Ona alışan ve her yerde onu arayanların sayısı onu pazarlayanlardan azdır. Bu kitaba konu olan gizli kahramanı, en iyi anlatan kuruyemiştir leblebi. Çıkış noktaları ve duruşları aynıdır. O gizli bir kahraman ve Anadolu’nun asil çocuğudur. “Leblebi” bir gidişin hikâyesidir. Asaletine tutunarak kolaylaştırılmaya çalışılan bu gidiş hikâyesi, gizli bir kahramanın sureti üzerinden, Anadolu’nun tüm gizli kahramanları fark edilsin, hatırlansın diye yazılmıştır. Deniz Başıbüyük, okurunu acının sınırlarında ustalıkla dolaştırıyor… “Leblebi”, farklı ve sarsıcı bir ilk roman… Gizli kahramanlarıyla yaşayanlara, gizli kahraman olanlara…
Satın almak için: http://t.co/kL0weJ7

Kusmak ve Arınmak Üzerine; Beyaz Koma / Ümit Manay

Hepimizin bildiği ortak kelimeler var aslında, Hepimizi uyuşturmak için güzel haplar var. Her zaman bir şeylerden tiksiniyoruz ve midemiz bulanıyor, bunun sonucunda kusacak yerler arıyoruz. Tutamadığımız şeyleri ise olduğumuz yere boşaltıp bırakıyoruz. Bazen bir kâğıt bazen küçük bir tuval bazense mikrofonu kapıp var gücünle çığlık atıp bağırmak dünyaya…
Sinekleri sevmiyoruz, çünkü onlarda mide bulandırıyor, mesela faşist sinekler ve militarist sinekler. Bunlar kanatlı, uçuyorlar. Taşıdıkları mikrobu her yere bulaştırıp bizleri hasta ediyorlar.

İlk önce öyle bir virüs ki, ağzımızdan içeri giriyor, ardından bütün organlara yavaş yavaş yayılıyor önce beynimizi kemiriyor mikrop, birer zombi halini alıyoruz. Ardından duygularımızın ve vicdanımızın tek yeri olan ruhumuza yayılıyor hastalık. Ve ardından o beyaz koma…

Beynimiz olmadığı için artık birçok şeyi algılayamıyor, her şeye donuk donuk bakmaya başlıyoruz. Sonrası mı? O kadar kolay değil kurtulmak ne yazık ki!
Sonra kalbimize iniyor, kendi ırkımızdan nefret ediyoruz. Yani insanoğlu…
Koma süreci aslında işin acıtmaya başlayan kısmı, arınmaya çalıştıkça sizi daha da kıvrandırıyor. Daha da bir etkisi altına alıyor.
Daha sonrası, yani koma süreci bittikten sonra hepimiz kusmaya başlıyoruz, zorla ağzımıza tıktıkları hapları.
Süregelen nesillerimize bulaşıyor hastalığımız. Veba gibi olsa bir şey değil. Daha farklı beyaz bir ölüm bu…
Sığınaklar aramaya başlıyoruz, bizdeki virüs kimseye bulaşmasın diye…
Ama duramıyoruz ne yazık ki. Libidolarımıza yenik düşüp, kendimizden parçalar getiriyoruz dünyaya, onlara da bulaşıyor mikrop.
Sinekler hala havada oluyorlar. Havadan gelen saldırıya hiçbir canlı karşı koyamazmış, bizde karşı koyamıyoruz.

Ve o bilindik gerçek; bitkisel hayat, asıl tatlı rüyaların, umutlarımızın, sevinçlerimizin, hayallerimizin bizi buluşturduğu yer.
Aslında ölmüyor da deliriyoruz. Doktorlar her gün diyor. Siz depresyondasınız hanımefendi, siz paranoyaksınız beyefendi; şimdi o psikologlara soruyorum. Siz o sinekleri görmediniz mi yoksa?

Kendileri aslında sineklerin ta kendisi, maskeleri düşene kadar bekleyin. Madalyonun diğer yüzünü görene kadar sabredin. Bizler yani bizim neslimiz aslında delirip delirip her gün ruh göçüne maruz kalıyoruz.
Kim durduracak bu salgını bir iğne mi? Yapmayın doktor bey sol iğnem çoktan kırıldı. Artık vuramıyorum. Artık sağ sıvaz var. Sırtımızı dönelim bizleri sıvazlasınlar.
Belki içimizdeki o virüs gaz halini alırda münasip yerlerimizden çıkar.
Şimdi pencerenizi açıp bakın ne görüyorsunuz? Şimdilik günlük güneşlik, ama yarın o sinekler balımızın üstüne konduğunda hastalık tüm ülkeye yayılacak, hepimiz komaya girip teker teker ruhani intiharlarımızı gerçekleştireceğiz.
Kimimiz yine sokak başı, ev konsolu demeden kusacak bir yerlere, kimileri de kustuğu yerlere belki de bir daha kusmayacak.

Gözlerimizi kapayalım, vazifemizi yapalım!
Bence yapmayalım. Bırakalım kendimizi o komanın rahatlığına, eğer ölmez de kurtulursak işte o zaman tüm sinekler ölmüş olacak.

Sessiz Protesto... / Semih Büyü

Kısa bir an sessizlik oldu. Bakıştık. “Hiç mi?” diye sordu gereksizce. “Hiç” dedim. Gülümsedi. Ben de gülümsemeye çalıştım ama ağzım kaydı sanırım, beceremedim.

Aynı sahneyi birkaç gün önce de yaşamıştık. “Dışarıda kahvaltı edebileceğimiz iyi bir yer var mı bildiğin?” diye sormuştu. “Hiç dışarıda kahvaltı etmedim” deyince şaşırmıştı.

Bugünkü konuşmamızın konusuysa meşhur kahve zinciri Starbucks! Muhabbet esnasında söz dönüp dolaşıp ona geldi, bir şey sordu, “Hiç Starbucks’a gitmedim ki,” deyince afalladı.

Sanki millet Starbucks’tan, Gloria Jeans’ten, Kahve Dünyası’ndan çıkmıyormuş da bir tek ben hiç gitmemişim gibi garip bir hava doğdu...

Valla bir kahveye on lira verebilecek kadar ferah bir hayat yaşamıyorum açıkçası; isteyen istediği yerde kahve içsin, istediği gibi gezsin, beni de hiç ilgilendirmez.

Beni tek ilgilendiren şey: Hayatı sadece bunlardan ibaret sanan insanlar ve bunun böyle olmadığını anlatmaya kalktığınızda kaçmaları!

Kimisi yarın ne giyeceğini düşünürken; kimisi hapisteki milletvekillerini düşünür, işkencede hayatını kaybeden askeri, öldürülen kadınları, nefret cinayetlerini...

Kimisi her gün alışveriş merkezine giderken; kimisi gazetecilere özgürlük yürüyüşüne gider, internet sansürüne, şifreli kopyaya, tam gün yasasına karşı yürür...

Kimisi bir kızla nasıl çıkacağını kafaya takarken; kimisi atanamayan öğretmenleri takar kafaya, Karadeniz’deki HES yapımlarını, 19 ay tutuklu kalan Ferhat ve Berna’yı...

Kimisi sınıftaki çocuğu nasıl ayartacağını dert edinirken; kimisi parasızlıktan okuyamayan, intihar eden, istemediği şeyler yapmak zorunda kalan çocukları dert edinir...

Kimisi sadece kaybettiği küpeye üzülürken; kimisi dininden, mezhebinden, ırkından, kökeninden, cinsel eğiliminden, aykırı fikirlerinden dolayı hedef gösterilenlere üzülür...

Kimisi partilerden, barlardan çıkmazken; kimisi Tekel işçilerinin eylemine de gider, hastane çalışanı Türkan’ın taşeron firmalara karşı başlattığı bireysel eyleme de...

***

Yanlış anlaşılmak istemiyorum.
Şunun altını özellikle çiziyorum: Maksadım kimseyi toplumsal sorunlara karşı duyarsızlıkla veya ilgisizlikle suçlamak değil. Asla!

Diyorum ki: Hayat yalnızca “nereye gitsek, ne yesek, nerede kahve içsek, hangi kızı yatağa atsam” gibi şeylerden oluşmuyor.

Evet, hayatı sadece bunlardan oluşan insanlar var; ama ülkenin sorunlarını yüklenen, kendine dert edinen, üzülen, bir şeyler değişsin diye kendince çırpınan insanlar da var.

Dedim ya, kimseden duyarlılık beklemiyorum; zaten beklenmez, içten gelir böyle şeyler.

Sadece herkesin biraz daha bilinçli ve saygılı olması gerektiğini düşünüyorum. İnsanların yavan bir hayat sürmeleri çok gözüme batıyor, canımı sıkıyor.

Ve son olarak... Bu güne kadar hiç Starbucks’a gitmedim, bundan sonra da gitmeyeceğim. Bu da benim sessiz protestom olsun!

La Musique Sans Film / Gülşah Akbulut


İlke Ulaş Kuvanç profesyonel müzik hayatına 1996 yılında “Anorexia adındaki, Ankaralı bir rock ve metal grubunda başladı. Daha sonra 2000 yılında yine Ankaralı olan “Ominous grief” adlı melodik metal grubunda gitar çalarak devam etti. Halen Cem Adrian’ın, kayıt aşamalarında ve canlı performanslarda gitaristliğini yapmaktadır.
Besteci, gitarist İlke Ulaş Kuvanç ilk kişisel albümünü 'La Musique Sans Film - Filmsiz Müzikler' adıyla dinleyicilere sundu. Bu albüm lounge ve remix olmak üzere gerçekleştirilecek dört beş albümlük bir serinin ilk adımı olarak piyasaya çıktı. Albümdeki tüm besteler, aranjeler ve orkestrasyonlar İlke Ulaş Kuvanç tarafından yapıldı.
‘Filmsiz Müzikler’ adı pekçok şey çağrıştırıyor insana. Hüznün, yalnızlığın yanında yaratıcılığınızı beslemeye hazır bir sürü kışkırtıcı duygu ve düşünce. Bir de dinlemeye başladığınızı düşünün hayalinizin okşandığını hissedeceksiniz.
Albümde, Kuvanç’ın bireysel tarihinin etki alanına giren pek çok şey, kişisel duygular ve yaşanmışlıklarla birleştirilerek notalara dökülmüş. Örneğin İlke Ulaş Kuvanç “170899” adlı bestesini 17 Ağustos 1999’da yaşanan depremin ardından yapmıştır. “Choose one” adlı beste ise Kazım Koyuncu’ya adanmıştır. Cem Adrian’ın muhteşem vokali ise “Sighed fort he ocean”da karşımıza çıkıyor. Tüm albümü harfiyen anlatıp hayalinizi sınırlamak istemem.
İyi bir gitarist, müzisyen ve sosyolog var karşınızda ve onun dinlenmeye değer “Filmsiz Müzikler”i… Büyüyen çimenlerin sesini duydunuz mu hiç? “Filmsiz Müzikler” belki de yardımcı olur duymamış olanlara…

İspanya'nin Dünya'ya Üflediği Soluk / Abidin Parıltı

Lorca, İspanya'da, Granada eyaletinde, 5 Haziran 1898'de doğdu ve ölene kadar da o kentin, coğrafyanın kokusunu, etkisini hissetti, şiirlerinde, oyunlarında onu yazdı.

Lorca, İspanya'da, Granada eyaletinde, 5 Haziran 1898'de doğdu ve ölene kadar da o kentin, coğrafyanın kokusunu, etkisini hissetti, şiirlerinde, oyunlarında onu yazdı. Kırsal bir ortamda büyümesi, doğayı içselleştirmesi ve her defasında toplumunun folkloruna dönmesi sanatına önemli katkılar sundu. Ailesi sanatsal yetenekleri olan ve ona önem veren bir aile olmasına rağmen onun ileriki yaşlarda müzisyen olmasını engelledi. Lorca daha çocukluk yıllarında daha sonra şiirlerine önemli bir altyapı oluşturacak olan onlarca halk türküsünü ezbere biliyordu. Bu yıllarda gerek insanlar gerek doğa bakımından içinde bulunduğu çevre, geleceğin şairinin ve oyun yazarının duyguları üzerinde silinmez izler bıraktı. "Kırı çok severim. Bütün duygularımla ona bağlı olduğumu duyuyorum. En eski çocukluk anılarımda toprağın tadı vardı. Çayırlar tarlalar benim için inanılmaz güzellikler yarattı. Kırlardaki yabani hayvanlar, çiftlik hayvanları, o topraklarda yaşayan insanlar, bütün bunlarda, pek az kişinin fark edebileceği bir anlam var... Böyle olmasaydı Kanlı Düğün'ü hiçbir zaman yazamazdım."
Lorca 1915 yılında üniversiteye yazıldı. Ama o okumaktan öte müzikle ilgileniyordu. Bu dönemde birinci sınıf bir piyanist oldu. Ancak ailesinin baskısıyla bir süre sonra piyanist olmaktan vazgeçti. İlk kitabı olan İzlenimler ve Peyzajlar'ı 1918 yılında yazdı. Bu kitapta eski İspanya'nın çöken şehirleri, manastırları, inişli yokuşlu platoları karşısında duygularını dillendirdi. Granada'nın zamane havası, koşulları sanatsal etkinliklere açıktı. Lorca da bundan oldukça yararlandı. Çeşitli sanatsal toplulukların içinde yer aldı. 1919'da Madrid Üniversitesi'nde sanatta yeniliklere açık gençlerin bir araya geldiği Residencia de Estudiantes adlı öğrenci yurduna yerleşti.
Başkentin kültür merkezi durumundaki bu büyük üniversitede ressam Salvador Dali (ki 1927'de Barselona'da sahnelenen ve ona ilk başarılarından birini getiren 'Maria Pineda' oyununun dekorlarını Salvador Dali yapmıştır.) sinema yönetmeni Luis Bunuel ve şair Rafael Alberti gibi kendi kuşağından sanatçılarla dostluklar kurdu. Ancak tam da bu dönemde onun eşcinselliği ile ilgili söylentiler yayılmaya başlayınca çok yakın arkadaşlarından bazıları ondan uzaklaşmayı seçti. Bu durum Lorca'nın o dönemlerde yazdığı şiirlere de yansıdı. Bu dönemde yazdığı şiirlerde derin bir cinsel kırıklık, reddedilmişlik, ait olamama ve yalnızlık temel temalar, duygular olarak belirdi.
Kokulara, gülüşlere susadım ben,
yeni türkülere susadım,
ayların, süsenlerin olmadığı ne de ölü aşkların.
Ancak Lorca esas olarak İspanya'da 1928'de yazdığı Romancero gitano (Çingene Romansları) ile tanınmaya başlanır. Çingene Romansları'nda yer alan on sekiz şiirde, geleneksel bir edebi biçim olan İspanyol baladının eski büyüsünü çarpıcı yeni imgelerle birleştirdi. Söz konusu şiirlerde Lorca, kökleri on dördüncü yüzyıla uzanan romansları temel aldı. Bu romanslarda öykülemeden çok dramatik gerilim ön plandadır. Doğaüstü olaylar ender olarak yer alır ve gerçekçi bir yapıya sahiptirler.
Ah çingenelerin kenti!
Kim görür de unutur seni?
Seni alnımda arasınlar.
Ayla kumun oyunu.
Çingene Romansları'nın yayımlanması Lorca'ya uluslararası bir ün kazandırdıysa da beraberinde rahatsızlıklar da getirdi. 'Yaşamımın en acılı dönemlerinden biri' olarak nitelendirdiği ve ağır bunalımlar yaşadığı coğrafyadan uzaklaşma gereği duydu. 1929-30 yıllarında ABD ve Küba'da biraz huzur ve yeni bir esin kaynağı aramaya çıktı. Ölümünden sonra 1940'ta yayımlanan Şair New York'ta şiirleri de bu geziden doğdu. Burada makineleşmiş bir uygarlıkta, yaşamın içinde ölümü görmenin dehşetini, çarpıcı bir biçimde bir araya getirilmiş katı, ürpertici imgelerle aktardı. Bu şiirlerde kafasındaki Batı anlayışına eleştirel yaklaşımlar da sunarken New York'u hayvanların can çekişenler için öldürüldüğü bir mezbahaya benzetir. Lorca daha sonra İspanya'ya döndüğünde Tamarit Divanı'nı yazdı. Cumhuriyet kurulduktan sonra da bütün enerjisini tiyatroya ayırdı.
Şiirden beslenen bir tiyatro
Aslında Lorca ilk oyununu 'Kelebeğin Suçu' adı altında 1919'da yazmıştır. Oyun bir yıl sonra sahnelense de ilgi toplamaz. Daha sonra yukarıda da sözünü ettiğimiz 'Maria Pineda' oyunu Salvador Dali'nin dekoratörlüğünde ve İspanya'nın önemli oyuncularından Margarita Xirgu'nun oyunculuğuyla sahnelendi ve iyi bir başarı elde etti.
1931 yılında İspanya'da cumhuriyet ilan edilince Eğitim Bakanlığı, Lorca'yı 1932 yılında kurulan, gezgin tiyatro kumpanyası La Barraca'ya müdür olarak atadı. La Barraca, hükümetten ödenek alan, üniversiteli gençler tarafından kurulmuş bir topluluktu. İşte Lorca'yı büyük bir oyun yazarı olarak bugüne getiren gelişmeler de böylece başlamış oldu. Topluluk kırsal bölge insanına altınçağ oyunlarını oynadı. Bu saf seyircilerin istekliliği Lorca'nın aşk ve onur gibi bilinen temalara geri dönmesini sağladı. Bunun sonucunda Lorca bugün tiyatro sanatında bir klasik haline gelen ve bir gazete haberinden esinlendiği 'Kanlı Düğün' oyununu yazdı. Bu oyunda, gelin, evleneceği gün, gizlice sevdiği adamla kaçar, uzundur küllenen aileler arasındaki kan davası yeniden ateşlenir. Sonunda ise iki erkek birbirini öldürür. Oyunda Lorca aşkı ve gelenekleri arasında sıkışıp kalan bir kadının trajedisini anlatırken aslında İspanya'nın kaderini de anlatır. Burada kişiler antik tragedyalarda olduğu gibi kaderin kurbanıdırlar ve başka türlü davranamazlar. Başka türlü davranıldığında karşılarında toplumun katı kurallarını bulurlar. Kişileri ilkel tutkular ile uygarlığın amansız namus anlayışı arasındaki çatışmanın tuzağına düşmüşlerdir ve bu çatışma ölümle sonuçlanır. 'Kanlı Düğün', Buenos Aires'de büyük başarı kazandı. Lorca 1934 yılında hayatta olan en büyük İspanyol şairi ve oyun yazarıydı artık. Aynı yıl 'Yerma' adlı oyununu yazdı. Yerma, kocasının veremediği çocuklar için yanıp tutuşan, yasadışı yollardan döl alamayacak kadar da törelere bağlı bir kadının dramıdır. Bu oyunda da ahlak kuralları, töreler ve arzuları arasında sıkışıp kalmış kadının trajedisi söz konusudur. Yerma çocuk doğuramadığı için kendini eksik ve kusurlu görür. Çorak toprak gibidir. Kendi doğasıyla çatışmak zorunda bırakılan Yerma'nın aklını yitirmesi kaçınılmazdır. Hemen bütünü düzyazı biçiminde olan 'Bernarda Alba'nın Evinde'yse despot anneleri tarafından zorlu bir yas evinde tutulan, kin ve şehvet duygularıyla yanıp tutuşan dört kız kardeşin hikâyeleri anlatılır. Lorca'nın karakterleri, tabiatın karşı konulamaz temel güçleri olarak gördüğü doğa yasasıyla toplumsal normlar arasında sıkışıp kalmıştır ve arzularını gerçekleştirmeye kalktıklarında katı kurallarla karşılaşırlar.
1936 yılında İspanya'da iç savaş başlayınca Lorca, "Bütün tarlalar cesetlerle dolacak. Ben Granada'ya gidiyorum" diyerek Madrid'den ayrılıp Granada'ya gitti. Şiirlerinde ve oyunlarında sık sık dillendirdiği ölüm burada onu da buldu.
Hançer
giriyor yüreğe
saban demiri nasıl girerse
toprağa
diyen Lorca, 19-20 Ağustos 1936'da General Franco'ya bağlı faşist yönetim tarafından yargılanmaksızın kurşuna dizildiğinde henüz otuz sekiz yaşındaydı. Öldürülme nedeni olarak da sivil muhafızlar için yazdığı şiir gösterildi.
Karadır atları, kapkara
nalları kapkara demir
pelerinlerinde parıldar,
mürekkep ve mum lekeleri
hepsinin de kurşundan beyni
yoldan aşağı çıkageldiler
o çılgınlar, o gececiler
boğdular geçtikleri yeri...
Delik deşik bedeni bir gün sonra yol kenarında bulundu. Ölüm tutanağında ise şunlar yazılıydı: "Savaşın doğurduğu yaralar yüzünden ölmüş olup, cesedi yirmi ağustosta viznar alfacar yolu üzerinde bulunmuştur."

Lorca'nın eserleri
Ne Garip Federico Adında Olmak, çeviren: Erdal Alova, Can Yayınları.
Kanlı Düğün İspanyolca Türkçe, çeviren: Roza Hamken, T. İş Bankası Kültür Yayınları.
Lorca Bütün Şiirleri (4 Cilt) çeviren: Sait Maden, Çekirdek Yayınları.
Çingene Romansları/Ozan New York'ta/Bütün Şiirler 3, çeviren: Sait Maden, Çekirdek Yayınları.
Tamarit Divanı/Dağınık Şiirler (Bütün Şiirler 4), çeviren: Sait Maden, Çekirdek Yayınları.
Cante Jondo Şiiri/Şarkılar (Bütün Şiirler 2), çeviren: Sait Maden, Çekirdek Yayınları.
İlk Şiirler 'Lorca Bütün Şiirleri 1', çeviren: Sait Maden, Çekirdek Yayınları.
Seçme Şiirler, Federico Garcia Lorca, Adnan Özer, Başvuru Eserleri.
Bütün Oyunları 2 Don Cristobita ile Dona Rosita, Eskicinin Tazesi, Don Perlimplin ile Belisa, Kızkurusu Gül Hanım, çeviren: Can Yücel, Memet Fuat, Adam Yayınları.
Kanlı Düğün, çeviren: A. Turan Oflazoğlu, İz Yayıncılık.
Bernarda Alba'nın Evi, Federico Garcia Lorca;
çeviren: A. Turan Oflazoğlu, İz Yayıncılık.
Toplu Oyunları 1 Kanlı Düğün/Yerma/Bernarda Alba'nın Evi; çeviren: Hale Toledo, Mitos Boyut Yayınları.

Daha önce şurda yayınlanmıştır.

Şâir Ne Anlatır (Ismet Özel'le Karşılaşma) / Orçun Üçer

 Birkaç gün önce, Beyazıt'taki kitap fuarında İsmet Özel'i gördüm. Tek başına oturuyordu koca şâir. Gidemedim yanına. Yalnızlığı korkutucuydu...
     Küçük, tek kişilik, yuvarlak masada, plâstik sandalyeye oturmuştu. Önünde, iki şiir kitabının toplandığı tek basımlık kitap, etrâfında da birkaç kadın ve erkek. Kimse konuşmuyordu. Şâir’e bakıp bakıp, yanındaki arkadaşına mahcup gülücükler atıyorlardı. Neydi onları çekindiren? Mavi başörtülü, beyaz pardesülü genç kız, ikide bir, kemerinin üzerindeki cep telefonu kılıfını cart curt sesleriyle açıp kapayan kocasının yüzüne ‘Aa, İsmet Özel, şâir, baksana burada, ne yapsak ki?’ der gibi bakıyordu. Çarpık ve utangaç gülümsemesinden bu anlaşılıyordu. Şâir ise, önündeki kitabı karıştırıyor, dışarıdan gelen kötü Hacivat-Karagöz şaklabanlıklarını, midesinden yükselen bir asitle, yüzünü ekşiterek dinliyordu. Daha doğrusu, mâruz kalıyordu. Sonra, kendisine, ilginç bir canlıymışçasına meraklı ve korkulu gözlerle bakanlara nazar atıyordu. Ne düşünüyordu o esnâda? “Bu insanlar mı benim okurlarım? Neler hissediyorlar şiirlerimi okurken? Hem neden yanıma gelmiyorlar?” Ne düşünüyordu?
     “Mataramda Tuzlu Su” şâirini, uzaktan izledim. Bir kitap standını siper ettim kendime. Kitaplarını getirmediğime üzüldüm. Bilmiyordum imzâ günü olduğunu, nasıl getirebilirdim? Hem getirsem de yanına gidemezdim. İşte şimdi de gidemiyordum. Pekâlâ, imzâ saatini düzenleyen yayınevine gidip, bir kitabını alıp, imzâlatmak bahanesiyle sohbet edebilirdim. “Uzun yola çıkmaya hüküm giydim” diyen Şâir’in gözlerine bakabilirdim. Korktum. O an adlandıramadım bu korkuyu. Sonra, ne konuşacaktım? Ya soru sorsaydı. “Şiirlerimi nasıl buluyorsunuz?” deseydi?  Cevap veremezdim. Ne kadar tanıyordum ki… Benimki de lâf. “Benim şâirim”, “benim yazarım” dediğim, eselerini hatmettiğim yazarları ne kadar tanıyordum? Şâir bana, “Sen neden burada değilsin?” dese… Gerçi, “Waldo”su olacak kadar ‘yakını’ değildim. ‘Bir İsmet Özel Masalı’ yazacak kadar… “Dilce susup/bedence konuşulan bir çağda” yaşamıyor muydum? Anlatamazdım, anlatamazdım…
     Bir aralık, göz göze geldik. Sertti bakışları, ürkütücü. Bir suç işlemişçesine panikledim. Anlamsızca saçlarımı taradım parmaklarımla. Sonra, elimi cebime soktum hemen. Dudakları, müstehzî bir edâ ile kıvrılır gibi oldu Şâir’in. Belki de ben öyle sandım; ama “ağzının bir kıvrımından cesâret bul[mak]” şöyle dursun, endişemi perçinledim.
     Bir müddet hareketsiz durduktan sonra, kaçtım. Evet, kaçtım! Hareketsiz duruşum da, kaçmak için cesâretimi toplamam içindi. Şâir’le konuşmaya yetmeyen sözde cesâretim, iş kaçmaya gelince, şahlanmıştı. Son kez göz göze gelmemiz, o keskin bakış dahî durduramamıştı beni. Gözlerini de yanıma alıp kaçtım. ‘Gözleri namlu değildi’ bu sefer, ‘gözleri nemliydi.’ Ve evet, yalnızlığı korkunçtu…

Gün be Gün Unuttuğumuz Dualar!

Dilin insanı kendine büyü gibi çeken o sınırlı, hapishanemsi evreninde kendini gerçekleştirmeyi başarmış, dil içinden kendi diliyle çıkabilmiş bir yazar ister istemez zamanı içinde öncüdür de biraz. Kişisel başarısı, kişisel savaşımı başlı başına bir kutlamaysa da bizi sadece öncülüğü ilgilendirir, ne de olsa kendini ancak kopyalama yoluyla çoğaltan dilin sınırlarına doğru atılmış her adım toplum için müjdedir. Bir meyveyi yerken nasıl ki ait olduğu ağacın da özüyle karışıp bir parça da o ağaçtan oluyorsak, bir metni okurken de yazarının özbenliğine öyle dokunuruz sanki; biraz açlığımızı bastırma gerekliliği, biraz da o ağacın lezzetine, o ağaç olmanın nasıl bir his olduğuna duyulan merak... Sema Kaygusuz, işte tam bu noktada, dilimize müjdelerle, esinlerle gelmiş bir yazar.
Edebiyatı “yeni”ye hapsetmek
Eski kitaplarla uğraşmak bizim eleştiri geleneğimizde artık pek yer almayan bir adet haline geldi. Haftanın ya da ayın “yeni çıkanlar”ının peşine düşmüş, önce ben tanıtayım, ben anlatayım derdinde bir eleştiri anlayışı, yeninin, en taze olanının peşine düşüp, eserin içini dışına çıkarmak, onu gündelik, sığ bir kategorizasyona tabi tutup sonra da yılsonu – yılbaşı değerlendirmeleri dışında sonsuza kadar unutuluşa terk etmekte varlık buluyor. Öyle ki bir yazarın ve eserinin ilgi görebilmesi, konuşulması, değerlendirilmesi için ancak “yeni” olması gerekiyor. Yazar, sık aralıklarla yeni kitaplar üreten bir tür ortam tutsağına dönüştürülüyor ustaca. Eski, yeni üzerinden hatırlanıp yeninin olsa olsa geçmişe dönük katalizörü muamelesi görüyor. Büyük haksızlık; yazara da, eserine de; bu şekilde yönlendirilmeye çalışılan eleştirmene de... Oysa her okur gibi eleştirmen dediğimiz varlığın da bir beğenisi vardır, tesadüfen eline geçen bir kitabı beğendiğinde vakit bulup o yazarın diğer eserlerini de okumak ister söz gelimi; başlı başına yaratıcı bir yazın olarak kabul edilmesi gereken yazılarını ve hayal gücünü beslemek ister... Bizler birkaç ay gerimizde kalan ikinci romanı “Yüzünde Bir Yer”i bile hafiften unutmaya yüz tutmuşken, Sema Kaygusuz’un ilk romanına Fransa’dan verilen bir ödüldü bana tüm bunları düşündürten ve aldığı ödül bir yana yazarın “Yere Düşen Dualar”ına değinmek istemem.  
Yere Düşen Dualar, yayımlandığı yıl (çok da eski değil, 2006), eleştirmenlerimizce çok, pek çok beğenilmiş birkaç olumsuz yargı dışında, hep iyi eleştiriler almış bir ilk roman. Yazarın yine çok beğenilen ikinci romanına dair yazılan eleştirilerde adı bile geçmiyordu oysa ki... Kaygusuz’un birinciden ikincisine aldığı yol, daha önce yazdığı öykülerinin romanlarında bıraktığı izler, tıpkı diğer yazarlara da yapıldığı gibi göz ardı ediliyor, yazar öncesiz ve sonrasız sığ bir şimdiye, bugüne terk ediliyordu. Ama “eski” romana verilen “yeni” ödül fırsattır eleştirmen için. Yazarını, eserlerini yeniden gözden geçirmek, gelişimini biraz olsun ayrıntılandırmak için...
Yer üstünden, yer altına: Üzüm ve Altın
Yere Düşen Dualar iki bölümden oluşur: Üzüm ve Altın... Biri yer üstüne diğeri yer altına işaret eden bu iki “şey”, bedenle tabiatın birliğine de, bu birliği karmaşıklaştıran hikayeleştiren ruha da fazlasıyla işaret eder gibidir. Üzüm’de, kendi adalarında yok olmayı bekleyen bir baba kızın öyküsü, Altın’da büyük bir dönüşüm içinde olan anneyle oğlunun öyküsüne dönüşür. Zaman ne kadar homojense de tersine akar bu romanda; Altın’ın Ecmel’iyle oğlu Yaşur, Üzüm’ün Leylan’ı ile Leylan’ın babası Kutsi Karaca’nın geçmişidir çünkü...  Leylan, babasının yaşamasızlığında, bir türlü gelmek bilmeyen ölümünde geçmişini, köklerini ararken, Yaşur, gizemli bir amaç peşine düşmüş annesinin ekseninde büyümeye, kendi olmaya çalışırken, bir yandan da bilinmeyen geleceğini oluşturur.
Etkisini üzerinizden kolay kolay atamayacağınız bir dille başlayıp biten bir roman Yere Düşen Dualar. Adaya, kendi benliğinin adasına yazgılı Leylan, geçmişinin peşinde tekrar tekrar yaşıyor doğup büyüdüğü adayı. Adalılar, onun gün be gün babasını öldüreceği anı beklerken o babasını “şaraba yatırma” yöntemiyle iyileştirmeyi kafasına koymuştur bile. Bu amaçla kendi üzümlerini kendi elleriyle işleyerek şaraba dönüştürür. Bir buçuk yıl sonra babasıyla birlikte tattıkları şarap Leylan’ın ta kendisidir. Baba kız şaraba ve geçmişin acılarına batmışlardır artık, yüzleşme başlamıştır. Bu yüzleşmede diliyle, kitaplarla, okumakla, başkalarının hikayeleriyle barışır Leylan ve anlatıcı olmanın gücüyle dile, düşlere, kurguya dair pek çok şey fısıldar okurun kulağına, yazarını ele verir: “Bütün inançların bir kökeni vardır ne de olsa. Her mitsel gerçekliğin ucu bir tanrıya, her tanrı bir kahramana, her kahraman adsız bir insana uzanır. İstese de uyduramaz insan. Bu dünya, yerkabuğunun gerçekliğiyle sınırlı bir hayal yeridir. Kurgulamaya cezalıların cehennemi...” der, ya da “Yaşantı nasıl kendini zamana göre kuruyorsa, zaman da anlatımda yeniden kuruluyordu. Bir gün, o gün, sonra, derken, dün gibi zamansal kalıplar okurkenki ‘şimdi’yi vurgulayarak, adanın ücralarında aradığım ‘hiç zaman’ın olanaksızlığını gösteriyorlardı bana. Hikaye hikaye olabilmek için önce bir zaman dilimine ulaşmalı, o dilimi eksiksizce kaplamalıydı. Üstelik her hikayede iki ayrı benlik taşıyordu zaman.  Birinde peş peşe gelen sözcüklerin birbirlerine değdikçe çıkardığı tını, öbüründe hayali bir çağ. Sayfalar çevrildikçe tını ahenkli bir ses oluyor, sesin içinde çağlar, anlar, dakikalar yaşanıyordu.”
Üzüm’ün dili ne denli dişilse, Altın’ın dili o kadar erildir. Ondandır ki,  bu ikinci bölümün birinci bölüme göre etkisinin zayıf olduğunun altı çizilmişti. Ancak bir oğlanın büyüyememe, nasıl büyümesi gerektiğini bilememe, annesinden kopamama hikayesini anlatan, anlattıkça dili erile kayan, ağır ağır atan bir nabız gibi bir an masala, bir an fena halde gerçeğe bürünen bir metinle baş başa bırakır bizi Kaygusuz. Çok da iyi yapar. Yaşur’un kulağı babasının kalbinde, tek gözü bir annesine bir adamkadına dönüşen Ecmel’de, yürür durur; kafası karışık, geçtikleri orman kadar yabanıldır. “hızla olgunlaşırken lal yüzün, hala acemi bir keşifçinin kaba öngörüsüyle saplandığın turbalıklarda, bitlerini ayıkladığın harımlarda nehri aramayı sürdür bakalım! Sen mi bulacaksın onu? Her işittiği ve dokunduğundan büyücek anlamlar çıkarıp sanrı mı değil mi kestiremediğin bir çağıltının eşliğinde...”
Kaygusuz’un dili de düşleri de belli ki hem doğayla hem de insanın söze getirdiği tüm hikayelerle barışıktır: Kafasında düşünce taşlarıyla dolaşan eşkina balığından adaya gelen şehirlilerin ekolojik dengeyi nasıl bozduklarına, İsa’nın çilesinden Tevrat’taki Yakup’la Esava’nın hikayesine hafif bir solukta geçiverir.
Yere Düşen Dualar’a Yüzünde Bir Yer’den baktığımızda ise yazarın giderek söze cimrileştiğini ancak o cimrileştikçe sözün kendi içinde çoğalıp zenginleştiğini görüyoruz. Bir de yazarın diline ait o estetize halin Yüzünde Bir Yer’de giderek kaybolduğunu, daha da doğallaştığını...
Sema Kaygusuz, yalnız değil, onun gibi “yeni”lere hapsedilen, üstünkörü, alelacele geçilen pek çok yazarımız var, hepsine bir bir geri dönüp yeniden bakmak dileğiyle!

Greenpeace 40 Yaşında

Ta en başından beri, Greenpeace gezegenimiz için varoldu. Bu öyle bir gezegen ki, insanoğluna sonsuz kaynaklar sunabildi her zaman... Sonu gelmez sanıp da tüketmeye başladığımızda, alarm seslerini duymaya başladık. Değişikliğe, yenilenmeye ve gerçek çözümlere ihtiyaç olduğu apaçık ortada...
Greenpeace'in kurucuları, Jim Bohlen, Paul Cote, Irving Stowe; 1971
Greenpeace, çevresel sorunlara odaklanmış ve sorunların nedenlerini kökten çözümlemeyi amaçlamış, bağımsız bir organizasyon. Küresel çapta çevre sorunlarıyla ilgilenen Greenpeace aynı zamanda barışın da simgesi.

Enerji [D]evrimi gerekiyor; En önemli tehdit unsuru sayılan iklim değişikliğine karşı gezegenimizi korumalıyız. Bunun için de doğru adres Enerji Devrimi...
Okyanuslarımız tehlikede; Deniz rezervlerini korumalıyız. Bunun için de, zararlı ve yıkıcı balıkçılık endüstrisiyle mücadele etmeliyiz...
Gezegenimizin kökleri ormanları korumalıyız; Tabii ki, bitkileri, hayvanları ve insanları da...
Barış için çalışıyoruz; Gezegenimiz nükleer silahları hak etmiyor. Onun saf düzeni, silahların karamsarlığıyla ve kirliliğiyle uyum sağlayamıyor.
Zehirli atıkların olmadığı bir gelecek tasarlıyoruz; Sanayi ürünleri için daha güvenli üretim alternatifleri var.
Sürdürülebilir tarımcılık için kampanyalar yapıyoruz; Genetiği değiştirilmiş organizmalara karşıyız. Biyolojik çeşitliliği koruyoruz ve bunun toplumsal bir sorumluluk olması gerektiğini savunuyoruz.
Greenpeace, Avrupa'da, Amerika'da, Asya'da, Afrika'da ve Pasifik'te olmak üzere, tam 40 ülkedevarlığını sürdürüyor. Bağımsızlık ilkesi gereği, hükümetlerden veya şirketlerden bağış kabul etmiyor. Yalnızca, bireylerden destek alıyor.
Greenpeace, çevresel tahribata karşı kampanya yapmaya 1971'de başladı. Birkaç gönüllü ve gazeteci, küçük bir botla Alaska'ya doğru yola çıktılar. Çünkü Hükümet, o alanlarda nükleer test yapıyordu. O zamanlarda başlayan 'şiddetsizlik' ve 'tanıklık etme' ilkeleri, şimdilerde, temel geleneklerimizden...
Çevresel suçları ortaya çıkarmak için buradayız. Geleceğimiz ve çevresel haklar ihlal edildiğinde, hükümetlere ve şirketlere karşı meydan okuyoruz.
Herşeyi açıklıkla ifşa ediyoruz, toplumda çevresel suçlara karşı bilinç oluşturuyoruz. Araştırıyoruz, açıklığa kavuşturuyoruz... Toplumsal çevre bilincini yükseltmek için şiddetsizlik yolunu seçerek amaçlarımız doğrultusunda ilerliyoruz.
Ve inanıyoruz ki gezegenimizin geleceğini korumak için verilen mücadele bizimle ilgili değil. Sizinle ilgili... Greenpeace dünyanın her yerinden 2.8 milyon destekçisi için konuşuyor ve her gün milyonlarca fazla insanı da eyleme geçmeye teşvik ediyor.

Greenpeace gemisi 1971'de Kanada'dayken...
Bayrak gemimiz Rainbow Warrior (Gökkuşağı Savaşçısı) adını Kuzey Amerika yerlilerinin bir efsanesinden alıyor. Efsanede, insanlığın açgözlülüğünün Dünya'yı hasta ettiği bir zamandan bahsediliyor. Hikayeye göre, bu zaman geldiğinde Gökkuşağının Savaşçıları denilen bir kabile ayaklanıp, Dünya'yı savunacak.
Şimdiye kadar yaptığımız en uzun pankartlardan biri özetliyordu; 'Son ağaç kesildiğinde, son ırmak zehirlendiğinde, son balık öldüğünde paranın yenmediğini anlayacağız.'


Futbolun Tarihçesi ve Raydan Çıkanlar / Efsun Güztoklusu

SPOR’UN TANIMI:

Belirli ölçüde fiziksel güç gerektiren yarışmalı ve eğlenceli etkinliklere spor denir.Sporun
modern tanımı ise belirli ölçüde fiziksel güçle birlikte  akılcıl, matematiksel, mantıksal öğelerin de entegre edildiği fiziksel ve yarışmalı etkinliklerdir biçiminde olabilir. Günümüzde spor felsefesi, spor ahlakı, spor estetiği, kültürü gibi alt dallar barındıran spor bilimsel bir faaliyet olarak da incelenebilmektedir.

Tarihçe:
Hayvanlar atlar, sıçrar fiziksel faaliyetler gösterir ancak canlılar aleminde yalnız insanlar spor yapar.Zira herhangi bir fiziksel faaliyetin spor sayılabilmesi için;
a- kurallara tabi olması,
b- bir yarış dahilinde yapılması gerekmektedir.
Yetişkinlerin en eski hangi zaman diliminde fiziksel yarışma boyutunda spor yapabildikleri henüz saptanamamıştır.
Arkeolojik buluntular, eski Çin’de top oyunlarının oynandığına işaret etmektedir. Lakin bu oyunlar bir yarışma kapsamında mı oynanıyorlardı bu olgu henüz saptanamamıştır. Eski Yunan ve Roma’da da boş geçen zamanlarda top oyunları oynanırdı. Eski Mısır’da Firavunlar yeteneklerini göstermek üzere ok atıp, avlanırlardı. Ancak rakipsiz olduklarından yetenekleri ölçülemezdi. Eski Yunan ve Girit’te spor gösterileri hem dinsel hem de din dışı amaçlarla gerçekleştirilirdi.
Homeros’un İlyada ve Odyssea  eserlerinde her iki tip spor faaliyetinden de bahsedildiği görülür.
Din ve sporun birleştirilerek Olimpiyatlara dönüşmesi İ.Ö 776 tarihini bulmuştur. Eski Yunan’da din dışı spor faaliyetlerine de rastlanırdı. Gymnasium’u olmayan  devletlerinin tam bir toplum olamadığı düşünülür ve imece usulü çalışmalarla bu eksik kapatılırdı.

Eski Roma’da araba yarıştırma,insanın insanla,insanın hayvanla dövüştürüldüğü gladyatör oyunları oldukça pahalı olmasına rağmen büyük arenalarda yarışma içeriğinde düzenlenirdi.Günümüzde Ben-Hur,Gladyatör,Spartacus gibi oscarlı filmlerin konusu esasında bu etkinliklerdir. Neron zamanında zalimlik iyice artmış bu tür canlı işkencelerde kadınlar da rol almaya zorlanmışlardır.Araba yarışları Roma’nın hep gözdesi oldu ve takım yarışları bile yapıldı.

ORTAÇAĞDA SPOR:
 Bu dönem sporun en az örgütlü olduğu dönemdir.Soylular ok atar avcılık yapar.adi halk serfler ise taştan ağır çuvallar kaldırır,hiçbir kuralı olmayan vahşi bir tür ayak topu en ilkel hali ile futbol oynardı.Gerçi günümüzde de onca kurala karşın bazı futbol maçları eski ayak topuna rahmet okutur ama onu da başka bir makaleye bırakalım…
Rönesans döneminde ise aydınlanmanın etkisi ile dans en gözde spor biçimi oldu ve popüler hale getirildi.

GÜNÜMÜZE YAKLAŞIRKEN:
Avrupa’da sporun günümüzdeki şeklini alması 17. y.y sonlarına rast gelir.İngiltere’de Sırık atma ve dövüş gibi oyunların yerine kuralları olan ve günümüzde kriket olarak bilinen  oyun biçimleri popüler oldu.Boks ise daha uygarlaştırıldı ve kurallara kavuşturuldu.Bu dönemde bir aşamaya daha ulaşıldı spor uzmanlık alanlarına dallarına ayrıldı ve ulusal standartlara kavuşturuldu.1863’te İngiltere’de ‘Futbol Birliği’ kuruldu.ABD’de rugby ve Amerikan Futbolu gelişti. Aynen rock gibi yenilikler bu iki ülkeden diğer ülkelere ihraç edildi. 
20.yüzyılın başında bir kademe daha sıçranarak Uluslararası Olimpiyat Komitesi (1894), Uluslararası  Futbol Federasyonu (1904) ve Uluslararası  Atletizm  Federasyonu (1912) kuruldu.Bu arada Japonya olimpiyatlara judo sporunu sokan ilk batılı olmayan ülke oldu. 
Modern spora geçişin ardında,Sanayi Devrimi ile desteklenen bilimsel gelişmeler ve kapitalist girişimcilik sporun endüstrileşmesi,önemli bir ekonomik alan haline gelmesini sağladı. Kulüpçülük ve üniversitelerin sporun sosyalleşmesinde önemli rolleri oldu..
1970’lerden bu yana özellikle  1980 Moskova Olimpiyatları sırasında sporu  felsefesi spor faaliyetlerini bilimsel çalışmaların önemli bir faktörü haline getirdi.Felsefede ki estetik, ahlakî kuramlar futbolun da felsefesinin temellerini oluşturdu.Beden eğitiminin salt fiziksel anlamda değil, insanı bilinciyle, mantığı ile aritmetiği ile  ele alınmasının gerekliliğini bilimsel çevreler daha iyi kavradı. 
Her olayın kurumlaşma sürecinin tamamlanmasında olduğu gibi, yozlaşma belirtileri sportif uluslararası ve ulusal kurumlarda baş gösterdi.Bugün FİFA, UEFA gibi üst kuruluşlarda kötü kokular her tarafı sarmış durumda.Önemli bir İngiliz gazetesi olan Guardian’ın yakın tarihli nüshasında eski futbolcu, yeni spor yöneticisi Rumenige’nin basın toplantısında söylediği gibi Avrupa’daki spor kulüpleri artık FİFA’yı değil, kendi kurallarını kendi kurdukları organizasyonları istiyorlar. E pek de haksız sayılmazlar FİFA’yı çevreleyen bunca şaibe varken yerimiz yettiğince futbol tarihi ve geliştikçe ortaya çıkan olumsuz koşulları irdeledik, ülkemizi, komşumuz Yunanistan ve Güney Kore’yi yakın zamanda  sarmalayan şike boyutunu da mümkün olursa gelecek bölümde ele alalım…

Evliya Çelebi ve Seyahatname / Gülşah Akbulut

Aramak, ummak, istemek, esirgemek, saklamak; ama acele etmemek, hepsi beklemekmiş. Hem de altmış dört deniz mili hızla beklemek. İşte bu hızına yetişilmesi zor beklenti insanlara seyahatin kendisini sunuyor. Seyahat, belli bir başlangıç noktasından varış yerine değin tek bir taşıtla gidilmesini içeren insan devinimidir. TDK sözlük der, ben inanırım. Zaten ben her söylenene kanarım. Şair sözü yalandır der Fuzulî ona bile aldanırım… E Evliya Çelebi durur mu? O diyar diyar gezer, söyler; ona da inanmasam nasıl yaşarım. Evliya Çelebi Seyahatname’yi yazıyor. Araştırmalar bunun nedenini şöyle açıklıyor: Osmanlı İmparatorluğu’nun ve çevresinin tasvirini ve seyahatlerin eksiksiz bir kaydını tutmak. Peki Evliya Çelebi seyahat etmeye nasıl karar verdi?
Babasının anlattığı ilginç ve macera dolu öyküler, yakın çevresindeki çok renkli ve bilgili tanıdıkların bunlara katkısı onun seyahat fikrinin oluşmasına katkıda bulunduğu kabul edilmektedir. Evliya Çelebi ise Seyahatname’de seyahatlere başlama öyküsünü bir rüyâya dayandırmaktadır. Eserin başlarında kendi ağzından anlatılan rüyâ, simgesel motiflerle süslenmiş ve babasına seyahat fikrini kabul ettirmeye yönelik bir kurgu içermektedir. Evliya Çelebi, 19 Ağustos 1630 gecesi, rüyâsında, Yemiş İskelesindeki Ahi Çelebi Câmii’nde kalabalık bir cemâat arasında Hz. Muhammed’i görür. Huzûruna varınca; “Şefâat yâ Resûlallah!” diyecekken, heyacanla; “Seyâhat yâ Resûlallah!” der.
Bu durum Seyahatname’de şöyle anlatılır:
“İstanbul’da hanemde bir gece uykuya dalmıştım. Birden bire kendimi Yemiş iskelesi yanında bulunan Ahi Çelebi Camiinde gördüm. Cami’nin içi nur yüzlü bir cemaatle dolup taşmıştı. Ben de bu caminin içine girerek minberin dibine diz çöküp oturdum. Bu nur yüzlü pirleri hayranlıkla temaşaya daldım. Fakat bunlann kim olduklarını anlayamamıştım. Nihayet yanımda bulunan bir zata sordum:
 ‘-Benim sultanım, ism-i şerifinizi ihsan buyurur musunuz?’ dedim.
O zat, Kemankeşlerin Piri “Sa’d ibni Ebi Vakkas“ olduğunu söyledi. Derhal elini öptüm. Yine:
“-Sizin yanınızdaki zatlar kimlerdir?’ diye sual ettiğimde: ‘Sahabe-i Kiram ve Ensar Hazretleridir dedi.
O tarafa baktım. Bu zatlar sıra ile Hazret-i Ebu Bekir (ra), Hazret-i Ömer (ra), Hazret-i Osman (ra), Hazret-i Ali (ra) idiler. Bunları doya doya seyredip taze can buldum. Mihrapta ise Kâinatın Efendisi Peygamber Efendimiz Aleyhisselâtü vesselam oturmakta idi. Biraz sonra yanımda oturmakta bulunan Sa’d İbni Ebi Vakkas Hazretleri elimden tutup beni Peygamber Efendimizin huzuruna götürdü ve dedi ki:
‘Âşık’ı sâdıkın ve ümmet-i müştakın Evliya kulun şefatin rica eder.’
“Ben de derhal Hazret-i Peygamberin dest-i mübareklerini bûs ettim.
Fakat heybetlerinden çok korkarak titredim. Kendilerine:
” ‘Şefaat ya Resulallah!‘ diyeceğim yerde:
“Seyahat ve Resulullah! diyi verdim. Cenab-ı Peygamber derhal tebessüm ettiler. Seyahatlerimin hayırlı olması için ‘Fatiha’ dediler. Bundan sonra sıra ile Eshab-ı Kiram’in ellerini birer birer öptüm.
Cümlesi:
“Seyyâh-ı âlem ve ferîd-i beni âdem ol! “diye dua ettiler. Ben de Ahi Çelebi Camiinden dışarı çıktım. “Sabah olup uyanınca bir abdest alıp bu rüyamı tabir ettirmek üzere Kasımpaşa’da İbrahim Efendi Hazretlerine gittim. Bu zat bana:
“Sen büyük bir seyyah olacaksın!” buyurdu. Ben de bundan sonra seyahata çıkıp gördüklerimi yazmaya başladım.”

Evliya, rüyasını Kasımpaşa Mevlevihanesi şeyhi Abdullah Dede’ye anlatmıştır. Şeyh, gördüğü rüyanın hayırlı olduğunu ve mutlaka seyahate çıkması gerektiğini tavsiye etmiştir. Babası, Evliya Çelebi’nin İstanbul dışına çıkmasına uzun zaman karşı koymuştur. Çelebi, 1640’ta Okçuzâde Ahmed Çelebi ile gizlice Bursa’ya gitmiştir. Evliya Çelebi’nin bu yolculuğu bir ay sürmüştür. Dönüşünde artık oğlunu tutamayacağını anlayan babası, seyahate çıkmasına izin vermiştir.
Evliya Çelebi ile pek çok bilgi seyahat etme fikrinin oluşumunda olduğu gibi yine Seyahatname’den elde edilir. Bu eserde adı Evliya Çelebi olarak geçtiği için, bunun dışında bir adı olup olmadığı bilinmemektedir. Kendi ağzından ifadelere dayanan bilgilere göre Evliya Çelebi, 25 Mart 1611 tarihinde, İstanbul, Unkapanı’nda doğmuştur. Ancak kimi kaynaklarda onun, Kütahya’nın günümüzde Saray Mahallesi diye bilinen Zeryen Mahallesi’nde doğduğundan da bahsedilir.
Seyahatname’de Evliya Çelebi; cirit oynadığını ve iyi silah kullandığını belirtir. Bunlara ek olarak senelerce at üzerinde seyahat etmiş olması da Evliya Çelebi’nin çevik ve sağlıklı bir yapıya sahip olduğunu göstermektedir. Birçok savaşa katılmış, zaman zaman dövüşen bir savaşçı olarak birçok kez ölüm tehlikesiyle yüz yüze gelmiş, fakat ince zekâsı, hazırcevaplılığı ve güler yüzü ile bu ölüm tehlikelerinden kurtulmayı başarmış bir kişidir.
Evliya Çelebi, hiçbir makam hırsına kapılmamıştır. Saray hayatını tanımış ve iyi imkânlarla bu hayatın bir parçası olabilecekken; o ömrünü gezmeye, yeni yerler ve insanlar tanımaya adamıştır. Seyahatname’de anlatılanlardan yola çıkıldığında Çelebi, uysal yaradılışı, zekâsı, gelişmiş mizah gücü ve kültürü sayesinde girdiği ortamların neşesi olan ve aranan sevimli bir kişidir. Ancak bütün bu özellikleri onu, gördüğü olumsuzlukları eleştirel bir dille aktarmasından geri koymamıştır.
Evliya Çelebi zengin bir hayal gücüne sahiptir. Serüvenci ruhunu da seyahatlerle beslemiştir. Geleneklerine bağlı ve diğer Osmanlı çağdaşları gibi, kendi kültürünün üstünlüğünden emin olan inançlı bir Müslüman olması, onu yabancı dünyaları ve becerileri tanımaktan alıkoymamıştır. Çelebi, eserinde kiliseleri ziyaret ettiğini ve Hıristiyan dua metinlerini anlatmaktadır. Ayrıca konukları için evinde yasaklanmış içki ve uyarıcı maddeleri - kullanmamasına rağmen - hazır bulundurmaktadır. Bu da Evliya Çelebi’nin dar görüşlü olamayacağı ortaya koymaktadır. Çelebi, saf bir dindarlıkla beraber tipik bir 17. yüzyıl Osmanlısı olarak hatırı sayılır bir hoşgörüye sahiptir.
Benzersiz Osmanlı gezgini ve anlatı ustası Evliya Çelebi, 1611-1683/84 yılları arasında yaşamıştır. Bu dönem IV. Murad’ın ve Köprülü sadrazamları Mehmed ile Fazıl Ahmed’in yönetimleri altında olan Osmanlı İmparatorluğu’nun duraklama döneminin sonlarına rastlar.
17. yüzyıl imparatorluk için yönetim uygulamalarının bozulmasıyla ekonomik ve toplumsal sıkıntıların yaygın olduğu bir çağdır. Anadolu Celâlî ayaklanmalarıyla sarsılırken, İstanbul Yeniçerilerin ve değişik saray karşıtlarının çatışma alanına dönüşmüştür. Dönemin sıkıntılı durumu mizah için elverişli bir ortamın ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Evliya Çelebi’nin doğumundan ölümüne kadar 6 Osmanlı padişahı görev yapmıştır: Ahmed I. (1603-1617), Mustafa I. (1617-1623), Osman II.(1618-1622), Murat IV. (1623-1640), Ibrahim I. (1640-1648), Mehmed IV. (1648-1687).
Evliya’nın en bilinen unvanı, Çelebi’dir. Efendi’yi kullananlar da vardır. Kendisi ise mücerred (bekâr, aile bağları olmayan), derviş veya fakir, bir de bî-riyâ (riyakâr olmayan) adlarını kullanır. Bazen de hezar-aşina (bin tanıdığı olan) ile alüfte ve aşüfte (uysal, hoşgörülü ve arsız) demeyi tercih eder.
Evliya Çelebi, Seyahatname’de kendisinden “Seyyah-ı âlem ve nedim-i beni âdem Evliya-yı bî-riyâ” yani “Dünya gezgini, insanoğlunun dostu, riyasız Evliya”  diye bahseder. Çelebi, Seyahatnamesinin altıncı cildinde, aile kökünün Ahmet Yesevî’ye kadar ulaştığını belirtmiştir. Atası Ece Yakup, Osmanlıların atası Ertuğrul ile birlikte Maveraünnehr’deki Mahan’dan gelmiş, ya da Kütahya’da doğmuştur ve Sultan Orhan’ın sütkardeşidir.
Evliya Çelebi, Seyahatname’nin altıncı cildinde, aile kökünün Ahmet Yesevî’ye kadar ulaştığını yazmıştır. Evliya Çelebi’nin ailesi, İstanbul’un fethinden sonra Kütahya’dan gelip Unkapanı yöresine yerleşmiştir. Babası Derviş Mehmed Zıllî, padişahların kuyumcubaşılığında bulunmuş ve seferlere katılmıştır. Annesi hakkında pek bilgi olmamakla birlikte, sarayla bağlantısının anne tarafına dayandığı bilinmektedir. Evliya Çelebi, Seyahatname’de Mahmud isimli erkek kardeşinden ve isim vermeksizin birkaç kız kardeşi olduğundan bahsetmektedir. Evlenmediği ve çocuğu olmadığı düşünülmektedir.
Seyahatname’deki bilgilere göre Evliya, eğitiminin ilk döneminde babasının Unkapanı pazar yerindeki dükkanına gelen bilgili tanıdıklardan faydalanmıştır. Sonra Unkapanı’nda Fil Yokuşu’ndaki Hamid Efendi Medresesi’nde, yedi yıl eğitim almıştır. Babasından da zamanın güzel sanatlarından olan hat, nakış, tezhib öğrenmiştir. Ayrıca Sâdizâde Dârülkurrâ’sına giderek Kur’ân-ı Kerîmi ezberlemiş. 1635 yılında ise akrabası Silahdâr Melek Ahmed Paşa aracılığıyla Ayasofya Câmii’nde IV. Murad Han ile tanıştırılmıştır. Evliya Çelebi bu tanışma neticesinde Enderûn Mektebine kabul edilmiştir.
Evliya’nın en bilinen unvanı Çelebi’dir. Bazıları Efendi’yi kullanır. Kendisi ise mücerred (bekâr, aile bağları olmayan), derviş veya fakir, bir de bî-riyâ (riyakâr olmayan) sıfatlarını kullanır. Bazen de hezar-aşina (bin tanıdığı olan) ile alüfte ve aşüfte (uysal, hoşgörülü ve arsız) demeyi tercih eder. Evliya, eserinde kendisinden (Seyyah-ı âlem ve nedim-i beni âdem Evliya-yı bî-riyâ) yani (Dünya gezgini, insanoğlunun dostu, riyasız Evliya) diye bahseder.
Evliya, Seyahatname’den anlaşıldığı kadarı ile Türkçeyi düzgün, etkili ve sanatsal kullanabilme becerisine sahiptir. Enderun’da Arapça, Farsça ve Rumca; babasının arkadaşı Simyon Usta’dan ise Latince ve Yunanca öğrenmiştir.
Evliya Çelebi, ailesinin maddi durumu iyi olduğu için pek geçim sıkıntısı çekmemiştir. Zaten Enderun eğitiminden sonra saraya musâhib (sohbetçi, sohbet arkadaşı) olarak kabul edilmiş ve daha sonra da aylık 40 akçe ile sipahiler zümresine katılmıştır. Seyahatlerinin büyük bir kısmını da resmi görevli sıfatıyla gerçekleştirmiş. Çelebi, şarkı-gazel okur, ezana kalkar, imam bulunmadığı durumlarda namaz kıldırırmış; sesinin güzel olduğu bilgisine bu şekilde ulaşılmaktadır. Güler yüzü, hoşsohbeti, kimsenin kalbini kırmayan kişiliği ile kısa bir zamanda sarayda ün yapmıştır. Sarayla bağlantısı 1630 yılında başlamış, son zamanlarına kadar sürmüştür. Katıldığı pek çok savaştan aldığı ganimetler, verilen hediyeler ve gezdiği yerlerde yaptığı ticaretten kazandıklarıyla rahat bir hayat sürmüştür.
AT SIRTINDA EVLİYA ÇELEBİ’NİN İZİNİDE
Seyahatname'nin ışığında, Evliya Çelebi'nin ayak izlerinden Anadolu'yu gezme fikri Prof. Gerald Maclean'e ait. Exeter Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Maclean, 1996'da eşi Donna Landry ile tatil için Kapadokya'ya gelmişti. Eşi, Kent Üniversitesi'nde İngiliz - Amerikan edebiyatı profesörüydü. Atla çevreyi gezerken, “Neden atla Türkiye turu yapmıyoruz” diye düşündüler. “Bu turu Amerika'da yapamazsınız” diyor Maclean. “Çünkü insanlar saldırgan, biri sizi vurabilir. İngiltere'de her yer özel arazi, giremezsiniz. Türkiye'de kırsal kesim buna müsait. Aynı dönemde Edinburg Üniversitesi'nden Osmanlı Tarihçisi Caroline Finkel ile tanıştık, o da Türkiye'yi yürüyerek gezmek istediğini söyledi. Bu iki projeyi birleştirdik.”

2007'DE İLK DENEME
Gezi bir “Reenacment,” yani geçmişte yaşanan olayı tekrarlama projesi olacaktı. Maclean, geçmişte Anadolu'ya gelen Batılı seyyahlar üzerine çalışırken, onların rotasından geçmiş, çevreyi incelemişti. Yine aynı yöntemi uygulayacaktı. “İngiliz yazar yerine, neden Evliya Çelebi'nin rotasını izlemiyorum, diye düşündüm. Evliya Çelebi'nin oryantalist bakış açısından uzak olması da avantajdı. Eğer Avrupalı gezgin seçseydik, Batılı yaklaşımını tekrarlamak zorunda kalacaktık. Avrupalı seyyahlar planlı gezerken, Evliya'nın asla belirli bir rotası yoktu. Adeta rüzgarın götürdüğü yere gidiyordu. Bu yüzden akademik çalışmam açısından da önemliydi. Bu projeye hazırlanırken, Batı'da Evliya Çelebi'nin ne kadar az bilindiğini görüp şaşırdım.”
Maclean, 2007'de Evliya Çelebi'nin batı rotalarından bir kısmını otomobille geçerek, geçerliliğini araştırdı. Seyahatname'de bahsedilen köylerin yerinde olup olmadığına baktı.Sonunda gezi bu yıl, 22 Eylül'de başladı. Yalova'nın Altınova ilçesi yakınlarındaki sahil köyü Hersek'ten yola çıktılar. Türkiye Jokey Kulübü sponsor olmuş, Avanos'tan yedi at getirilmişti. Ekipte Maclean ve eşinin yanı sıra Caroline Finkel, atların sahibi Akhal-teke Binicilik Merkezi'nden Ercihan Dilari, Der Spiegel muhabiri Susan Wirth, Kanadalı Teherese Tardif yer alıyordu. 42 günlük yolculuk boyunca yeni katılımlar oldu. Eski İngiltere Büyükelçisi'nin eşi Patricia Daunt, geçmişte Türkiye'de 10 yıl yaşayan Botanikçi Andrew Byfield yolculuğun bir bölümüne eşlik etti. Geziyi tamamlayanlar, planlayan üç kişiydi: Maclean, eşi ve Finkel. Yol boyunca ekibi bir kamyon izledi. At malzemelerini, çadırları taşıdı, mutfak hizmeti verdi. Sabancı Üniversitesi'nden antropolog ve sözlü tarihçi Dr. Leyla Neyzi ön araştırma sırasında ekibe yardımcı olurken, Açık Radyo'dan Mahir Başdoğan projeye destek verdi. Zeytinoğlu şirketi yol boyunca at yemi sağladı. Kütahya Porselen, Güral Porselen, Kütahya Belediyesi ve akademisyenlerin üniversiteleri projeye destek oldu. Ekip çoğunlukla çadırlarda geceledi. Bazen köy misafirhanelerinde konakladı.

SANKİ İKİNCİ GEÇİŞİMİZDİ
Yolculukta Evliya Çelebi'nin batı rotasını takip ettiler. Evliya, İstanbul'dan başlayarak İzmit'e gitmişti ama günümüzde bu bölgeyi atla geçecek yol yoktu. Karşı kıyıdaki Hersek'ten başlayıp, Evliya Çelebi gibi 1200 kilometrelik rotayı Kütahya'da bitirdiler. Evliya Çelebi, İnegöl-Tavşanlı- Kütahya-Afyon-Sandıklı-Banaz-Ovacık-Uşak-Gediz-Simav-Gediz-Kütahya yolunu izlemişti. Proje sırasında grup, ufak değişikliklerle, bu dolambaçlı hattı takip etti. Kasabalar arasındaki gözden uzak köylere girdi. İznik'ten Bursa, İnegöl, Domaniç, Kütahya, Afyon, Boyalı, Sinanpaşa, Banaz, Ovacık, Uşak, Mesudiye, Eski Gediz, Simav ve tekrar Kütahya'ya geçtiler. Ekibin amaçlarından biri de Osmanlı'dan günümüze kalan binicilik kültürünü ortaya çıkarmaktı. Yol boyunca rahvan at yarışları, cirit müsabakaları, pazarlarda at koşumları satan esnaf, at malzemesi yapım atölyeleri, binicilik merkezleri gibi atçılık kültürüne ait birçok izi görüntülediler. Sadece Uşak'ın Ovacık köyünde sorun yaşadılar. İki yıl önce onlara her türlü yardımı yapma sözü veren ve projeden çok mutluluk duyan muhtar gitmiş, yerine yeni muhtar gelmişti: “Bize söz verilen misafirhanede kalamayacağımızı, köyde istenmediğimizi söylediler. Biz de çadır kurduk. Sabaha karşı 6'da muhtarın ihbarıyla jandarma geldi. Muhtar ısrarla pasaportlarımızı almak istiyordu. Sonunda jandarma bizim zaten köye davet edildiğimizi gördü, sorun kapandı.”

YOLU EN AZ ÜÇ KİŞİYE SORMALI
Ekip bir başka ilginç olayı, yol sorarken yaşadı: “Bazı çobanlar asfalt yolu hiç bilmiyordu. Bu yoldan, diyorlardı ama zamanla bize ayıp olmasın diye yolu bilmeden söylediklerini fark ettik.” Bu nedenle Domaniç yakınlarında kayboldular. Çünkü muhtar, çeşmeye kadar gidip sağa dönün, demişti. Karşılarına çıkan bir başka yaşlı köylü ise çeşmeden sola dönmelerini önermişti. Muhtarı dinlediler, gece yarısı kendilerini dağbaşında buldular. “Şanslıydık ki ay ışığı vardı ve sonunda jandarma, itfaiye araçlarının koruması eşliğinde gelip bizi buldu” diyor Donna Landry. Bu tecrübeden sonra, yolu en az üç kişiye sormaya karar vermişler. Gerald Maclean'in dikkatini yollardaki çöplükler çekmiş. Ayrıca birçok yeni camiye rastladıklarını anlatıyor. “Kuran kursları var, okullarda bilgisayar yok” diyor. Çok sayıda köyün, kayıtlı görünen nüfusuna rağmen ekonomik zorluklar yüzünden aslında boşalmış olduğunu fark etmişler. Bu gezinin sonuçları önümüzdeki yıllarda yayımlanmaya başlayacak. 2011'de önce Evliya Çelebi'nin rotasını, GPS verileriyle sunan, ekibin gözlemlerini yansıtan bir kitap yayımlanacak. Ayrıca bir de küçük rehber kitap çıkarmayı düşünüyorlar. Yolculuğun Ajans 21'den Nurdan Arca yönetmenliğinde, Mehmet Çam'ın prodüktörlüğünde çekilen belgeseli de 2011'e kadar tamamlanmış olacak.
(Proje hakkında www.sabanciuniv.edu/ssbf/evliyacelebi/tr/ sayfasından ayrıntılı bilgi alabilirsiniz)

PROF. GERALD MACLEAN
Türkler hakkındaki önyargılar, Anadolu'ya gelen ilk gezginler sayesinde azaldı
Prof. Gerald Maclean, Exeter Üniversitesi'nde İngilizce bölümü öğretim üyesi. 15 yıldır, 16 ve 17. yy'da Osmanlı İmparatorluğu ile İngiltere arasındaki ilişkiler üzerine çalışıyor. Bu dönemden İngilizler'e ait bir çok el yazması bulmuş. Osmanlı'ya gelen ilk gezginlerin notlarında, şu ortak ifade dikkatini çekmiş: “Türklerin korkunç, zalim ve şeytan olduğu söylenir hep, doğru olmadığını gördük, başka şeyleri keşfettik.” 16. yüzyılın sonunda, İngilizlerin önyargıları değişmeye başlamış. “Önce Osmanlı'ya gelen ilk gezginler, ardından bu topraklara hiç ayak basmamış yazarların Osmanlı'yla ilgili görüşleri üzerine iki kitap yazdım. İkinci gruptaki yazarların eserleri, eski bilgilerin tekrarı gibiydi.” Maclean, Türkiye'ye ilk kez 1974'te, Yunanistan'da yaşarken, gelmiş. O zaman Yunan dostlarının “Niye gidiyorsun ki orası Türklerle dolu, İstanbul aslında bizim şehrimiz” dediğini söylüyor. İstanbul'a geldiğinde, Türklerin Batı'da onlara atfedilen şablonlardan farklı davrandığını gözlemlemiş. Önyargıların bugün AB tartışmaları sırasında Almanya ve Fransa'da yeniden ortaya çıktığını söylüyor. Batı'daki “Korkunç Türk” imgesi, zamanla Maclean için inceleme konusuna dönüşmüş. Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesi'yle de bu çalışma sırasında tanışmış. Yararlandığı önemli kaynaklardan biri olmuş.

PROF. DONNA LANDRY
Kültür turizmi rotasına dönüşebilir
Evliya Çelebi'nin Hersek - Kütahya rotası farklı temalarda alternatif turizm rotalarına dönüşebilir. Geçtiğimiz bazı köylerde geleneksel yöntemlerle organik tarım yapılıyordu. Köylüler sağlıklı yaşıyor. Ekolojik, sürdürülebilir bir yaşam modeli bu. Yurdışında ilgi çekebilir. Kültür turizmi, atla sürüş turizmi yapılabilir. Yol boyunca Osmanlı eserleri, arkeolojik sit alanları görülebilir. Hatta slow food hareketine ilgi duyanlar, yani geleneksel yöre yemeklerini merak edenler için bile bu rotada turlar düzenlenebilir.
Ayten Serin, 23 Kasım 2009 , Hürriyet

Evliya Çelebi’nin öldüğü zaman ve mezarı hakkında kesin bilgiler yoktur. Bir kısım araştırmacı onun 71 yaşlarında, 1682 yıllarına doğru İstanbul’da öldüğünü söylemektedir. Bir bölümü de 1682’de Mısır’dan dönerken yolda ya da İstanbul’da öldüğünü belirtmektedir.
Seyahatname’nin bu kadar önemli bir eser olması onun tartışılmasını engelleyememiştir. Eserin güvenilirliği ile ilgili ciddi tartışmalar vardır. Bunun en önemli nedeni ise Evliya Çelebi’nin abartmalara çok yer vermesi, zamanı yeniden kurgulayarak gerçeklikten uzak yansıtan vb. üslup seçmiş olmasıdır. Bu durum da eserin içeriğine yönelik güven duygusuna zarar vermektedir. Hatta Evliya Çelebi, abartılarıyla dillerde dolaşmakta, alay edilmekte ve gizlice aşağılanmaktadır.
İstediği zaman batılı gezginler kadar gerçekçi olabilen Evliya Çelebi, bazen onlardan daha etkin akıl yürütebildiği de görülmektedir. Abartmaya dayalı üslubunu bilinçli olarak seçtiği de düşünülmektedir. Halil İnalcık, Çelebi’yi “En büyük sosyal tarihçi” diye tarif etmektedir. Ahmet Hamdi Tanpınar ise Beş Şehir adlı kitabında, Evliya Çelebi’nin bu büyük eseri için “Ben Evliya Çelebi’yi tenkit etmek için değil, ona inanmak için okurum ve bu yüzden de daima kârlı çıkarım.” İfadelerini kullanır. Evliya’nın eserinde anlattığı olayların hepsine şahit olup olmadığı da çok tartışılma konusudur. Bazı olayların hayal mahsulü olduğu tahmin edilmekte ve gittiğini söylediği bazı yerlere aslında gitmediği de düşünülmektedir.
Çelebi, Seyahatname’yi 17. yüzyılda, Osmanlı İmparatorluğu’nun en geniş sınırlara ulaştığı 1683 Viyana bozgunu öncesine rastlayan yıllarda yazmıştır. Seyahatname yazılışından iki yüzyıl sonra, yani ancak 1896 yılında yani 19. yüzyılda Arap harfleriyle basılabilmiştir. Orhan Şaik Gökyay, Seyahatname’nin birinci cildini 1996’da Latin alfabesine çevirmiştir. Bu tarihten sonra araştırmalar da artış göstermiştir. On cildi birden günümüz Türkçesine aktarılmıştır. Fakat bunların baskısı bulunamamaktadır. Türkiye’nin en önemli üniversitelerinin kütüphanelerinde dahi bulunmayan bu eser, var olma gücünü yalnızca kendisinden almaktadır.
Seyahatname 17. yüzyıl Osmanlı coğrafyası içinde ve gittiği diğer memleketlere ait pek çok ayrıntıya eserinde yer vermiştir. Bunları şu şekilde sıralamak mümkündür: Dönemin Türkçesi ve ağız özellikleri, gittiği bütün yerlerin genel durumu, coğrafi konumu, tarihi, halkının özellikleri, dili, dini, kıyafetleri, sanatları, gündelik yaşamları, tarih, karşılaştırmalı coğrafya, sanat tarihi ve etnografya açısından bilgiler, dinler tarihi açısından önem taşıyan mesajlar. Osmanlı toplumundaki müslim-gayrimüslim ilişkileri, gayrimüslim  halkların gündelik hayatları, ekonomik ve kültürel durumları, nüfusları, ibadet yerleri, inanç ve itikatları, farklı topluluklara ait öyküler, türküler, halk şiirleri, söylenceler, masal, mani, ağız ayrılıkları, halk oyunları, giyim-kuşam, düğün, eğlence, inançlar, komşuluk bağlantıları, toplumsal davranışlar, sanat ve zanaat varlıkları, gezilen yörelerin evlerinden, cami, mescit, çeşme, han, saray, konak, hamam, kilise, manastır, kule, kale, sur, yol, havra gibi değişik yapıların bütün özellikler anlatılmaktadır. Bunların yapılış yılları, onarımları, yapan, yaptıran veya onaranlar, bulunduğu bölgelerin mutfak kültürü ile ilgili zengin bilgiler, gezilen bölgenin yönetimi, eski aileleri, ileri gelen kişileri, şairleri, oyuncuları, çeşitli kademelerdeki görevlileri hakkında bilgiler.
Aslına bakılırsa Evliya Çelebi Türkiye dışında çok daha fazla tanınmaktadır. Hem kendisine hem de eserine çok önem verilmektedir. Seyahatname 1814 yılında Hammer* tarafından tesadüfen bulunmuştur. Sonra birçok yabancı bilim adamı Çelebi hakkında araştırmalar yapmış ve eseri birçok dile çevirip yayımlanmıştır. Gezi güzergâhı ve gittiği yerler onun eserinde geçen yönleri ile yeniden incelenmiştir. Fakat daha önce de belirttiğim gibi eserin bizim kütüphanelerimizde bile yoktur. Baskısı bulunamamaktadır. Bu cehaletin ve tembelliğin bir çözüme kavuşması kaçınılmazdır.
* Seyahatnameyi Batı ülkelerine Avusturyalı tarihçi, diplomat ve Doğu bilimleri uzmanı Joseph von Hammer-Purgstall tanıtmıştır.
Evliya Çelebi Türk soyundan olduğu için gurur duymaktadır. Osmanlı aydını kimliğiyle zaman zaman Anadolu’da yaşayan Türkler için Etrâk-i bî-idrâk (akılsız Türkler), Etrâk-i nâ-pak (pis Türkler) diye bahsetmektedir. Diğer milletlerden ise biraz da söz sanatı kullanarak Kazak-ı âk (İnatçı Kazak), Rus-ı menhus (uğursuz Ukraynalılar), Portukal-ı dâl (avare Portekizli), Migril-i rezil (rezil Megreliler), Erdel-i erzel (utanmaz Transilvanyalılar), Macar-ı füccar (zinacı Macarlar), Alaman-ı bî-eman (hain Almanlar), Urban-ı uryan (çıplak Araplar), urban-ı bî-edyân (dinsiz Araplar) diye söz etmektedir.
Evliya, 70 yılı aşkın bir hayat yaşamış ve bu ömrünün 50 yılını seyahatlerde geçirmiştir. 26 milyon kilometrekare yüzölçümüne sahip, 3 kıta imparatorluğu olan devletin hemen her tarafını gezmiştir. Anadolu, Rumeli, Suriye, Irak, Mısır, Girit, Hicaz, Ukrayna, Romanya, Slovakya, Transilvanya, Moldovya, Avusturya, Macaristan, Polonya, Almanya, Hollanda, Bosna-Hersek, Dalmaçya, Güney Rusya, Kırım, Kafkasya, İran. Mısır, Habeşistan ve Sudan’a kadar gitmiştir.
Çelebi’nin seyahat programı ise şu şekildedir:
27 Nisan 1640 Bursa-İstanbul-İzmit
Ağustos 1640 Trabzon-Karadeniz’de fırtına
Ekim 1640 İstanbul
1645 Hanya Seferi
1646 Erzurum-Azerbaycan-Ermenistan-Gürcistan
1647 Celali İsyanları?
Temmuz 1648 İstanbul
Eylül 1648 Şam
1649 Sivas
Temmuz 1650 İstanbul
1651 Özi-Silistre-Sofya
1653 İstanbul
1655 Van-Bağdat
1656 Van
Mayıs 1657 Özi
1658 İstanbul
1659 Batı Anadolu-Bozcaada
1660 Eflak-Boğdan Seferleri Split-Hırvatistan
1661 Sofya-Macaristan
Şubat 1662 Arnavutluk
1663 Macaristan
12-22 Ekim 1663 Amsterdam
1664 Raab-St.Gotthard
Nisan 1665 Viyana
Kış 1665-1666 Viyana-Budapeşte-Oçakov
1666 Krakow-Kırım-Bahçesaray-Dağıstan
1667 Terek-Astrahan-Saratov-Kazan-(Ural)-Kalmukya-Azov
1671 İstanbul-Kütahya-Manisa-İzmir-Saqız Adası-Rodos-Adana-Haleb-Kudüs
1672 Medine-Mekke-Medine-Kahire
Evliya Çelebi’nin kendi el yazısı olarak kabul edilen ilk 8 ciltten sonra, telif kabul edilen IX. ve X. ciltler bulunamamıştır. Seyâhatnâme ilk olarak 1848’de Kâhire Bulak Matbaasında Müntehâbât-ı Evliya Çelebi adıyla yayımlanmıştır. Mart 2003 tarihinde ise YKY, birinci cildi günümüz Türkçesine aktarılmış şekilde yayınlamıştır. Sırasıyla 10 cilt bu şekilde basılmıştır. Seyahatname ciltlerinin konuları şöyledir:
1. Cilt
Eserin birinci cildinde 1630-40 yılları arası İstanbul’un târihi, kuşatmaları ve fethi, İstanbul’daki kutsal makamlar, câmiler, Sultan Süleyman Kanunnâmesi, Anadolu ve Rumeli’nin mülkî taksimâtı, çeşitli kimselerin yaptırdığı câmi, medrese, mescit, türbe, tekke, imâret, hastane, konak, kervansaray, sebilhâne, hamamlar... Fâtih Sultan Mehmed zamânından itibaren yetişen vezirler, âlimler, nişancılar, İstanbul esnâfı ve sanatkârları yer almaktadır.
2. Cilt
İkinci ciltte Mudanya ve Bursa, Osmanlı Devletinin kuruluşu, İstanbul’un fethinden önceki Osmanlı sultanları, Bursa’nın alimleri, vezirleri ve şairleri, Sinop, Trabzon ve havâlisi, Gürcistan dolayları; Kırım, Karadeniz, Bolu, Amasya, Niksar, Erzurum, Nahçivan, Tebriz, Bakü, Erzurum, Bayburt, Erzincan, Merzifon, Ankara.
3. Cilt
Üçüncü ciltte Üsküdar’dan Şam’a kadar yol boyunca bütün şehir ve kasabalar; Eskişehir, Konya, İskenderun, Tire, Akre, Kızıl Deniz, Ölü Deniz, Urfa, Kayseri, Sivas, İskilik, Rusçuk, Niğbolu, Silistre, Filibe, Edirne, Sofya ve Şumnu şehirleri hakkında geniş bilgiler.
4. Cilt
Dördüncü ciltte İstanbul’dan Van’a kadar yol üzerindeki bütün şehir ve kasabalar; Malatya, Diyarbakır, Mardin, Sincar, Bitlis, Ahlat. Evliya Çelebi’nin elçi olarak İran’a gidişi, İran ve Irak hakkında bilgiler; Tebriz, Erdebil, Kazvin, Kum, Bağdat, Necef/Kufe, Basra, Abadan, Cizre,Musul, Tikrit.
5. Cilt
Beşinci ciltte Tokat sonra Rumeli, Sarıkamış’tan Avrupa’ya kadar çeşitli ülke ve eyâletler; Kırklareli/Kırkkilise, Varna, İstanbul, Silistre, Hoten, Özi, İznik, Bursa, Gelibolu, Edirne, Belgrad, Temeşvar, Libhova, Yanova, Varad, Sarayevo, Zagrep, Üsküp, Köstence, Sofya,Semendire.
6. Cilt
Altıncı ciltte Macaristan ve Almanya; Temeşvar, Koloşvar, Kaşav,Sibiv, Mohaç, Peç, Budin, Uyvar, Estergon, Belgrad, Dubrovnik, Mostar,Zigetvar, Kanije.
7. Cilt
Yedinci ciltte Avusturya, Kırım, Dağıstan, Çerkezistan, Kıpçak diyârı; Ejderhan havâlisi; Belgrad, Viyana, Wallaçya, Budapeşte, Oçakov, Krakow, Kırım, Bahçesaray, Dağıstan, Astrahan, Saratov, Kazan, Kalmukya, Azov.
8. Cilt
VIII. cilt içinde Evliya Çelebi’nin, Azak’tan Kırım’a; Kefe, Bahçesaray, Kılburun, Akkerman, İsmail, Girit olayları, Babadağı, Hasköy, Edirne, Dimetoka, Gümülcine, Drama, Selânik üzerinden bütün Yunanistan ve Mora’yı dolaşarak Hanya, Kandiye, Arnavutluk; Yanya, Tepedelen, Avlonya, Draç, İlbasan, Ohri, Resne, Manastır,İştip, Tikveş, Cisr-i Mustafa Paşa, Edirne üzerinden İstanbul’a dönüş seyahatleri bulunmaktadır.
9. Cilt
IX. cildin içinde Evliya Çelebi’nin İstanbul’dan hareketle Kütahya, Afyon, Manisa, İzmir, Sakız, Kuşadası, Aydın, Tire, Denizli, Muğla, Bodrum, Ege adaları, Isparta, Antalya, Alanya, Karaman, Silifke, Tarsus, Adana, Maraş, Antep, Kilis, Haleb, Lazkiye, Şam, Beyrut, Sayda, Safet, Nablus, Kudüs, Evliya menkıbeleri ile Mekke ve Medîne hakkında geniş bilgiler bulunmaktadır.
10. Cilt
Onuncu ciltte ise Mısır ve çevresi yer almaktadır; Kahire, Tanta, İskenderiye, Nil, Funcistan (Mogadişu, Suakin, Hadendoa, Bahnisa, Feyyum).
Seyahatname döneminin diğer edebî eserlerine göre son derece sade bir dille yazılmıştır. Kolay anlaşılır ve konuşma diline yakın, sürükleyici bir anlatıma sahiptir. Mizahî unsurlarla sıkıcı olabilecek ifadeler renklendirilmiştir. Evliya Çelebi, özellikle önem verdiği konuları ve geleceğe kayıt düştüğü bölümleri nesnel bir anlatımla aktarmıştır. Güçlü bir gözlemci olmasına karşın çoğu kez gözlemlerini kendi düşünce ve hayallerini katarak vermiştir.
Evliya Çelebi, seyahati hayat tarzı haline getirmiş bir kişidir. Eserinden de anlaşıldığı üzere yalnızca bir gezgin değil, çok yönlü bir kişidir. Seyahatname’de Çelebi, Osmanlı coğrafyası ve komşu ülkelerin birçoğu ile başka hiçbir kaynakta bulunmayan bilgiler aktarması; 17. yüzyıl öncesi tarihî bilgilere tıpkı bir tarihçi disipliniyle yaklaşarak kitabına alması onun tarihçi kimliğini ortaya koymaktadır.    Evliya Çelebi, aynı zamanda bir halkbilimcidir. Çünkü gittiği ülkelerde yaşayan halkların gündelik hayat bilgilerine, geleneklerine, özel gün ve bayramları ile ilgili ritüellere, kılık kıyafetlerine, kullandıkları alet ve eşyalara kadar birçok kültürel unsuru; atasözleri, deyimler, mani, efsane, fıkra vb. halk edebiyatı ürünlerini bir halkbilimci bakışı ile değerlendirerek eserine almıştır. Çelebi’yi bir müzisyen olarak da nitelendirebiliriz. Evliya sesinin güzel olması sebebiyle çok küçük yaşlardan itibaren müzikle iç içe olmuş ve iyi bir eğitim almıştır. Örneğin döneminin musiki üstadı Muhasip Derviş Ömer Gülşenî’den dersler aldığı belirtilmektedir. Çelebi, Seyahatname’de de İstanbul’da müziğin yeri, müzisyenler ve müzik aletleri ile ilgili ayrıntılı bilgiler vermiştir. Gezdiği şehir ve ülkelerde gördüğü müzikle ilgili bilgiyi donanımlı bir kişi olarak başarıyla aktarmıştır. Evliya Çelebi’nin çizimlerinin iyi olduğu da bir gerçektir. Çizim ve resme yatkınlığı Abdal Han hazinesi kataloğunda görülmektedir. Özellikle Avrupa işi gravürlere, oymalara ve İran minyatürlerine hayrandır. Evliya Çelebi’nin haritacılığı ise şöyle açıklanabilir; Nil Nehri boyunca gerçekleştirdiği yolculuğundaki gözlemlerini altı metre uzunluğunda, bir metre genişliğindeki bir haritayla kalıcı kılmıştır. Haritanın tek nüshası bugün Vatikan Kütüphanesi’nde bulunmaktadır. Eğitimini dilbilim üzerine yoğunlaştırmamış olsa da Evliya Çelebi, hem dili kullanmadaki yetkinliği hem de Türkçe ve yaklaşık değişik 30 dil ile ilgili aktardığı bilgilere bakınca amatör bir dilbilimci olarak da değerlendirilmektedir. Eserinde Türk dilinin tarihi üzerinde durmaktadır. 17. Yüzyıl Osmanlı Türkçesinin bölgesel farklılıkları ile ilgili temel bilgiler vermektedir. Seyahatname yalnız Türkçe için değil, bahsi geçen diğer diller için de önemli veriler barındırmaktadır. Seyahatname’de Türk dili dışında Abhaza dili, Kaytak dili, Gürcü dili, Mingrel dili, Arap dili, Türkmen dili, Dobruca Tatarlarının dili, Nogay dili, Rus dili, Sırp dili, Boşnak dili, Hırvat dili, Arnavut dili, Venedik İtalyancası, Macar dili, Alman dili, Kırım Tatarlarının dili, Nogay dili, Kalmık dili, İtalyan dili vb. ile ilgili bilgiler yer almaktadır.

                      Anadolu, Ortadoğu ve Balkanlar’da Her Şehir Kendi Tarihini Evliya Çelebi’den Öğrendi                                                                                                                                                       İlber Ortaylı
Seyahat merakı az olan bir kavim için Evliy, ne öncesi ne ardılı olan istisnai bir dâhidir. …
Evliya gezdiği her yerde tipik cümlelerden ve kelimlelerden oluşan küçük bir lûgat verir. …aşağı yukarı otuzun üzerinde Türk şive ve lehçesinden örnekler vardır. Böyle bir eğitimi hiçbir yerde göremezsiniz. 18. asırdaki Macar filolog Ghiarmarty’ye kadar diller arasında akrabalık üzerinde mukayeseli bir filoloji düşünce ve yöntemi geliştirilmemiştir.
Ama Çelebimiz Almanca ve Farsça kelimeler üzerindeki benzerlikleri not ederek işe başlar. Er halükarda bir İndo-Avrupa lisan grubundan bahsedecek değildir. Evliya’mızın Doğu Anadolu’daki Kürtçe vokabüler üzerindeki kayıtları dikate değerdir. Ve bu kayıtların bugün için hâlâ önemli olduğunu belirtmek gerekir. Dankoff ve diğer uzmanlar Evlya’nın kafkas dilleri üzerindeki kayıtlarını dikkatle takip ediyorlar. Hasseten artık kaybolduğu söylenebilecek Ubuhçadan devşirdiği kelimeler kayda değerdir. Evliya’nın Kafkaslar üzerindeki kayıtları bu kavimler için bir şanstır. Ve seyyahımızın dehasının işaretidir. …
42 yılda yapılan bu seyahatler muhteşem bir eseri meydana getirmiştir.    AtlasTarih, Sayı 5, 2011, sayfa 54,57
UNESCO 2010 Ekim ayında ünlü gezgin Evliya Çelebi’nin 400’üncü doğum yılına rastlayan 2011 yılını anma yıl dönümleri kapsamına almıştır. Dil, halk bilimi, sanat tarihi, topografya, dinler tarihi, tasavvuf tarihi ve yerel tarih vb. araştırmaların en önemli kaynaklarından olan Seyahatname’siyle ünlü Evliya Çelebi’nin 2010 yılı boyunca dünyanın çeşitli ülkelerinde ve Türkiye’de etkinliklerle anılması planlanmıştır.
Kaynakça :
Dankoff, R. (2004a). An Ottoman Mentality: The World of Evliya Çelebi. Leiden – Boston: BRILL.
Eren, H. (1972). Evliya Çelebi ve Anadolu Ağızları. Bilimsel Bildiriler. Ankara: TDK Yayınları. 113-119.
Karamuk, G. (1997). Evliya Çelebi’nin Kültür Tarihindeki Yeri. Çağdaş Türk Edebiyatına Eleştirel Bir Bakış, Nevin Önberk Armağanı içinde (ss. 133-145). Ankara.
NTV Tarih, Mart 2011, Sayı 26.
Şavk Çelik, Ülkü. (2011). Sorularla Evliya Çelebi. Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü. Ankara.
www.turkiyat.hacettepe.edu.tr