Kendinle Saklambaç / Müge Sandıkçıoğlu



1996 yılının filmi olmasına rağmen, basiretim mi bağlanmıştı, üzerine çok da düşmemiş miydim, “nasıl seyredeceğim?” diye dert edip oturup kalmış mıydım bilmiyorum, sonunda dün “Trainspotting”i izledim. Filmin zaten kült olmasının arkasına sığınıp, kalkıp filmle ilgili sinemasal yorumlara girmeyeceğim; bilenler bilir, daha ne diyeyim ki ben bu filmle ilgili? Zaten bana da düşmez. Bana düşebilecek ancak “bunca yıldır izlememiş olmama yazıklar olsun!” diye hayıflanmaktır. Devamında benim diyeceklerim başka…

Eroin bağımlısı gencin iç sesleriyle donanmış bu film, satır aralarında insana nasıl da ışık tutuyor. İzlerken üşenmeyip not aldığım birkaç cümle içinden seçtiğim bir tanesi üzerinden yazacağım bu yazıyı:

“Sonunda bir iş bulmuş, kendimi kendime saklamıştım.”
Kendini kendine saklamak

Uyuşturucu bağımlısı birinin ruh halleri kabaca da olsa zaten malumumuzdur. Yeni bir sayfa arayışı ve normal (!) insanlar gibi bir hayat sahibi olma gerekliliği/arzusu altında, kendini kendine saklamak istemesi anlaşılır bir tavır. Yaşadığı yerden uzakta, tanınmadığı bir coğrafyada, “temiz” olarak bir hayata başlama cesaret ve iradesini gösterdiğinde, geçmişini kimsenin bilmesini istememesi de öyle. Ama bunu bağımlı olmayan bizler de istemiyor muyuz bazen?: kendimizi kendimize saklamayı.

Buna gerekçe yaratan koşul ya da insanlardan kaçmak adına kendi kuytumuza sığınmıyor muyuz? Beklentiler, hesap sorulmalar, açıklama beklenmeler, “niye’ler, nasıl’lar, ne zaman’lar, kimle’ler” hepimizi boğmuyor mu zaman zaman? Vıcık vıcık ilişkilerin, her şeye hâkim olma taleplerinin altında ezilip, “bir rahat bırakın ya!” diyesimiz gelmiyor mu? Bunu talep etme hakkına sahip olmayanları geçtim, olanlar dahi sorunca “sana ne?” demek istemiyor muyuz? Her hücremize sahip çıkma tutkunlarının fırlattığı kementlerin ipini hızla çekip, o iple onları ilelebet bağlamak gelmiyor mu içimizden?

Kendine güvensiz, bağımlı, kendinden bihaber insanların, bu arazlarını başka insanlar üzerinden tamir çabasının mağduru olmak bu… Kendi yetersizliğini başkası üzerinde tahakküm kurarak bastırma bilinçsizliğinin sahte hükümranlığı bu…

Hadi diyelim ki, bu halinin farkında; bu defa da korkaklığı ön plana çıkar. İnsanın kendini kendine saklama hürriyetini anlasa da anlamasa da, o kendi hezeyanlarının esiri olmaktan kurtaramaz kendini. Ve bu noktada saklanmak kaçınılmaz ve yerden göğe hak olur, özgüven sahipliğinin tapusu teslim olunur.

Bir de şöyle olanlar vardır: Dışarıdan müdahale olsun olmasın, kendini kendine saklayanlar. Bu insanlara, o yukarıdaki ‘vıcıkçılar’ hiç bulaşmazlar. Kendi dünyasının içinde kendince mutlu olduğunu düşünmesi yeterlidir. Sosyalleşmenin gereksizliğine olan, hafif hastalıklı diyebileceğimiz halleri, onu rahatsız etmez. Çizdiği sınırlar ve ördüğü duvarlar dâhilinde kendini sevmek yeter ona. Ha buna da tümüyle “sevmek” diyemeyiz. Sadece kendiyle olma aşkının altında bir patoloji de aranabilinir.

El netice:

Kendini kendine saklamaya mecbur bırakılma durumunda, saklanmaya neden olanların sorgulanması gerekir.
Kendi arzusuyla saklayanlar ise, saklaması yüzünden olacakların sonucunda, kendini sorgulaması gerekir.
Her iki türün de dozunu ayarlayabilecek bir şakul tutturabilene ne mutlu…

“O kadar küçük hissediyorsun ki kendini, ezmek istiyorsun.”
Uyuşturucu bağımlılığının
 

yazılar / Gülşah Akbulut

bab


tanrım
içimde olduğuna dair rivayetler var
hadi çık içimden
ben seni ne görüyorum ne de hissediyorum
çünkü sahip olmak istemiyorum sana
yanımda yöremde ol istiyorum
insanların tanrıları var
onlardan yardım dileyerek, birbirlerine kelepçeli geziyorlar
bunu istemiyorum
varlığını yanımda yöremde diliyorum
ben kötüyü severim en çok
daha gerçektir
her yanındadır
iyiliklerin tanrısı onlarınki
her şeyden biraz bulunsun

----

sev


klişe sözler duymak istiyorum, uzaktan yüzeyden… ilk adımı ben atıyorum kocaman bakışlarımla.
gözbebeklerim, onun gözleri dışında ne varsa dokunuyor; kaçmaktan yorgun düşüyor. etraftakiler her dokunuşta kendi meşrebince dağılıp paramparça oluyor. örümcek ağını toplar gibi.

sessizliğe içtim. o karşımdaydı, ben sessizliğe kaldırdım kadehimi. seslerimiz masanın tam ortasında bizden ayrı sohbettelerdi. sırf inat olsun diye. gerekliliklerden kaçmaya yetmedi ahlakımız. sonra o benim söylemediklerime içti.

bugün ilk defa bir kediyi sevdim, başını okşadım. ona bu beceriksizliğin, tatlı çekingenliğin bitmesini istemiyormuş gibi baktım. Büyü bozulacaktı yoksa. Kedi alay etmedi benimle. en içten sesiyle avuttu beni, bir taraf her zaman üstündür diye düşünmeden eşitledi şartları.

sesler birbirine karıştı, gizemi takip ettim. Ama sonunda gerçeği, o beğenmediğimiz klişeye tercih ettim. korkaklıktan ölmeye fırsat vermeden bir büyük daha söyledik. buzlu da olsa kabulümüz artık.

Sözlerse çoktan deli olmuştu, hunileri kafalarında koşturuyorlardı. Hem de delilikle dahiliğin ince çizgisine aldırmaksızın deliliğe doğru koşar adım, dahilikten iki tencere kaparak (ç.g.). Meselenin bu kısmında düşünme faaliyetim sona erdi. Kendimi toparlıyorum, kediyi kovalayıp, baştan başlıyorum…


---

İyiyi sevemiyorum
Aklım da kalbim de hep kötüde
Tanrıdan korkmuyorum
Ağlamıyorum da artık sebepli sebepsiz
İnsanlığın kendini tanrı ilan ettiği köşede
Bütün kozu ortada, korkmadan
Tüm oyunu açık oynayan
Yoksa ben miyim o şeytan?

Şeytan ben olmalıyım, evet
Çünkü kendimi tanrı ilan edecek kadar
Korkak olmadım hiçbir zaman
Şeytanın yalın ve cesur hayatına özendim
Çok zaman
Biliyorum ki dünya kurulduğundan beri
Tanrılar çoğala çoğala sıradanlaştı
Şeytan hep yek ve güçlü kaldı

Roma ‘da Bile Hala O Endişeli New York Entellektueli / Efsun Güztoklusu


“Roma ‘da bile hala o endişeli New York entellektueli” Woody Allen, son filmi ‘’To Rome with Love”in New York Times’da yayımlanan eleştirisinde böyle tanımlanıyor. Filmin Woody Allen tarafından bizzat oynanan karakteri şöyle diyor’’Beni psikanaliz etme… Birçoğu denedi ama başaramadı…” 

Evet… 40’tan fazla filme, Oscar dahil bir çok ödüle rağmen, Woody Allen hep bu kendini imkansız olarak niteleyen Ortodoks Yahudi asıllı, burjuva dünyasında ait olmaya çalıştığı role bir türlü oturamayan, psikolojik sorunlarından arınamayan imkansız kişilikle tanındı… Bu kişiliği öylesine güzel yarattı ve beyazperdeye aktardı ki son yıllarda çevirdiği Matchpoint(ki harika bir gerilim-cinayet filmi idi), Barcelona Barcelona, Midnigt in Paris gibi filmlerine rağmen bu karakteri aşamadı. Belki de bizzat kendisi o yarattığı kişi olduğu için… 


Woody Allen, Radio Day filminde ailesini çok güzel bir şekilde karekterize etmiştir. Hiçbir işte tutunamayan baba, evde kalmış teyze ve diğer kişiler büyük bir aile… Düşük orta sınıf ailelerin yaşadığı Brooklyn’in eski mahallelerinde geçen çocukluk. Üniversite’yi bitirmeden 16 yaşında TV programlarına espriler yazmaya başladı. Zati daha okumayı sökmeden hikaye yaratma serüveni başlamıştı. 1961-1964 yıllarında stand-up yaptı ve sinema dünyası tarafından keşfedilişi de bu sahne çalışmaları sırasında oldu. 1965’de “What’s New Pussycat” filminin senaryosunu yazdı ve film başarılı oldu. 1969’da bu başarıyı “Take the Money and Run “ izledi. 1972’de “Everything you always want to know about sex but afraid to ask” uzun isimli filmi önemli bir filmdi.Ve nihayet 1977’de bugune dek en önemli filmi olarak adedilen ve başrolunde kız arkadaşı Diana Keaton’u oynattığı “Annie Hall” geldi. Bu filmle en iyi yönetmen oscarını aldı. Daha sonra çoğu New York’ta geçen Manhattan, Hannah and Sisters, Danny Rose gibi filmler ve bu filmlerde canlandırdığı sorunlu karekter mesleğine damga vurdu. İngiltere’de geçen ‘’Matchpoint’’filmi ise daha değişik bir hikayeyi beyaz perdeye taşıdı..Bir cinayet öyküsü idi ve kendisi oynamıyordu.

Woody Allen, filmlerinde kişisel yaşamı ile paralel öyküler ve kişiler koymaktan çekinmez. Mia Farrow uzun süreli hayat arkadaşı (ki ayrılışları tam paparazzilik idi) birçok filminin de baş oyuncusu olmuştur. Allen, kendisi ile yapılan bir söyleşide fantezinin, filmlerde önemli bir unsur olabileceğini ve dozunun ayarlanması gerektiğini söyler. Bir Bergman ya da Kurusowa gibi bir başyapıt oluşturamadığından yakınır. Peki bir başyapıt nasıl anlaşılır diye sorulunca; “Ancak seyredince anlarım.” der. Yani, hiçbir şeyden memnun olmayan devamlı şikayet eden sinir krizleri geçiren kişiliği burada da devreye girer… Kendi yarattığı filmleri acımasızca eleştirir. 


Woody Allen bazı sinemaseverler tarafından tatsız bulunsa da, onun sinema sevgisi ve çalışkanlığı için hiç kimse olumsuz bir şey söyleyemez… Haftada birgün aynı gece kulübünde yarım asırdır saksafon çalma rutinini bozmasa da sinema için değişik öyküler yaratma arayışı bitmeyecektir ustanın, aman Allah bitirmesin… Başka bir Woody Allen kimbilir ne zaman çıkar?

Kısa Öyküleri
·Eğrisi Doğrusu (Getting Even), Çeviri: Garo Kargıcı, Siren Yayınları, (2010), ISBN 9786055903244
·Tüysüz (Without Feathers), Çeviri: Garo Kargıcı, Siren Yayınları, (2009), ISBN 9786055903091
·Yan Etkiler (Side Effects), Çeviri: Sıla Okur, Siren Yayınları, (2009), ISBN 9786055903022
·Sırf Anarşi (Mere Anarchy), Çeviri: Sıla Okur, Siren Yayınları, (2008), ISBN 9786055903 

Tren Yolculuğu / Taner Özbek


"yağmurun altında duran bir trenden
hüzünlü daha ne var ki hem dünyada?"
-pablo neruda



Kendi hikayesi olan yolculuklardır.

Tren dağların arasında süzülmekte, Köln'e ulaşmak için bir saat kaldı. Raylara paralel, sol tarafımda trenle beraber nehirde süzülmekte. Nehrin diğer yakasında sıra sıra evlerin arkasındaki tepelerin en yükseğinde görkemli bir şato, sessiz ve sakin yerinde, geçenleri seyrediyor. Belki içinde hala yaşayan birileri vardır, ya da müze olmuştur. Dışarıdan bakıldığında, çok uzaklarda, kimsesiz görünüyor. İnsan neden böyle bir yere şato yapar ki? Acaba ilk sahipleri diğer insanlardan farklı olmak ve görkemlerini bu şatoyla göstermek için mi, yoksa herkes gibi olmaktan korktuklarından midir böyle bir yerde yaşamayı tercih ettiler? Almanya'nın geri kalanına göre oldukça güzel ve güneşli bir havada içim kaskatı...

bu katı kaskatı beden,
dağılıp gitse bir çiğ tanesinde sabahın.
ya da yasaklamamış olsa tanrı,
kendi kendisini öldürmesini, insanın.

Diyor bir sahnede Hamlet! O an o şatoda olmak ve kalın duvarlarına bunları bağırmak isterdim. Yaşamak ister miydim acaba böyle bir yerde?

Zamanın büyük düşünürleri ömürlerinin belli bir zamanında inzivaya çekilir ve olgunlaşırlarmış. En büyük eserlerini bu inziva sonrasında verirlermiş. Bir tür ayin gibi, ama uzun, çok uzun bir yolculuk. İnsanın kendi iç dünyasında yaptığı bu keşif tıpkı Nietzsche'nin Zerdüşt'ünde olduğu gibi kendi aydınlanmalarını keşfettikleri ve bunu yaydıkları bir yolculuktur. Çoğumuz böyle bir şey yapmasak da, bir modern zaman araştırmasına göre insanlar hayatlarının yarısını kendi kafalarında geçiriyormuş, yani hayatın yarısı yaşamak ise diğer yarısı hayal etmekten ibaret. Bir bakıma herkes benzer bir şeyi yapıyor ama çok azımız kendi iç dünyamızın derinliklerinde boğulmayı göze alabiliyor, bunun için sebat gösteriyor. Anadolu kültüründe Rumi'nin ya da yunus'un ham iken pişmek dediği bu olsa gerek...

Tren yolculuğu bir Anadolu kasabasında devam ediyor. Ağır bir sis çöküyor. Dağların tepesinden inen bu beyaz duman; bakımsız, yorgun ve yeşille çamurun çirkin karışımını örtmeye başlıyor. Tren raylarının yeni yapıldığı kenarlarında unutulmuş beton yığınlarının unutulmuş olmasından belli.

Geç kalacağım! Oysa ki Köln'e vardığımda tam beş dakika sonra bineceğim diğer trene yetişebilecek miyim diye bile kaygılanmamıştım. Üstelik bu sefer yetişmem gereken bir şeyde yokken... İstasyonda beni bekleyenin bile umursamayacağı küçük bir gecikme içime yol boyunca seyrettiğim sis gibi ağır ağır çökmekte ve canımı sıkmakta. Tren tam on üç dakika geç kalacak. Beklemek canımı sıkıyor ve böyle zamanlarda cevabını bulamayacağım sorularla kendimi meşgul etmek gibi bir alışkanlığım var. Bu tıpkı önümde duran masanın gerçekte var olup-olmadığını düşünmek gibi sonu asla gelmeyen sorulara cevap aramak gibi. Ama bu sefer masanın varlığını düşünmek istemiyorum...

Sanırım heyecanlıyım, ve bunu kendime itiraf etmek yerine tüm kabahati trenin geç kalacak olmasında buluyorum. Neden heyecanlanıyorum ki? Bilmiyorum! Bazen hiç büyümediğimi düşünüyorum. Büyümek, bana hep duygusuz, ruhsuz insanı hatırlatır. Bir gün büyüdüğümde bende o insanlar gibi olacaktım, ama hala olabilmiş değilim. Bir rus matematikçi; matematikçiler matematik yapmaya başladıktan sonra asla büyümezler derdi. Acaba ben kaç yaşında kaldım? Sekiz olabilir mi? Değil, değil! İnsan sekiz yaşında iken acımasız oluyor; hayatı keşfetmekle kendinden daha zayıf canlılara zarar vermek arasında ahlaki bir denge olabileceği ihtimalini kavrayamıyor o yaşlarda. Belki dokuz ya da yedi olabilir. Ama asla sekiz değil! O yaşlarda kalmış matematikçilerin, cüsse olarak büyüdüklerinde o hep korktuğum, soru sormaktan çekindiğim acımasız matematik profesörlerine dönüştüğünü gördüm. Aksi, asık suratlı matematik hocalarının hep sekiz yaşında kaldıklarını düşünmüşümdür.

Nihayet bitmek üzere yolculuk. Tren şehrin içine eski hızına nispet ağır ağır ilerliyor. Yolun iki tarafına dizili kakofonik binaları seyrediyorum. Belki bu giriftin içinde benim keşfedemediğim bir uyum vardı. Daha eski bir şehir beklerken, eskimiş bir şehrin içine tren yavaş yavaş süzülüyor. Canım daha da sıkılmaya başlıyor, bir an hiç gelmeseydim diye düşünmeye başlıyorum. O zaman on üç dakika beklemek zorunda kalmayacaktım. Artık heyecanlandığımı kendime itiraf etsem mi? Yoo, henüz değil! Belki trenden inerken bunu yapabilirdim. O zamanda bütün bu heycanımın nedenini ilk kez gittiğim bu şehire bağlayabilirdim. Evet, evet güzel bir plan. Tam trenden inerken heyecanlanacağım ve tüm bu heyecanımın sebebi de bu eskimiş şehir olacaktı.

İnsan çoğu kez kendine itiraf edemediği, kolaya kaçma çabası vardır. Aradığımız ya da kendimize itiraf edemediğimiz soruların hazır cevapları her zaman kafamızın bir köşesinde kullanılmak üzere bekler. İlk insanın cevap bulamadığı doğa olaylarına sebeb olarak tanrı fikrini ortaya atması o zamandan beri kafamızın içinde, kıyıda köşede sakladığımız bir cevap olsa gerek. Güneşin ve ayın bizi ısıtması ya da aydınlatması ilk tanrılarımızdan olması tesadüf değil! O zaman için bunların ne olduğu ve neden dünyamızı aydınlattığı, ısıttığı ya da bir anda kaybolduklarını dair verebileceğimiz en anlamlı cevabın tanrılarımız olduğu idi.

Bugün batı dünyasında bile bazı tarihçiler medeniyetimizin kökenlerinin Antik Yunan'a değil de Sümerler’e dayanmış olabileceğini daha yüksek sesle söylüyor. Her ikisinin de çok tanrılı olması ve bunu bize miras bırakmamaları bana hep üzerinde düşünülmeye değer bir soru gibi gelmiştir. Tanrılar ve tanrıçalar yavaş yavaş yok olurken, geriye; görmediğimiz, kudretinden sual olunmayan ruhani bir tanrının yükseliyor olması bir yana, neden diğerleri yok oldu? Acaba tanrılar kendi aralarında acımasız bir yok oluş savaşına giriştiler de, sadece biri mi bu savaştan galip geldi?

Hititler'in Anadolu'da uzun bir süre sorunsuz bir şekilde hüküm sürmesinde böyle bir savaşı daha barışçıl bir yolla çözmüş olmaları yani her fethettikleri toprağın tanrılarını da sahiplenmeleri ayrı bir gariplik. Ama benim kafamda hala bu savaşın neden tek bir tanrı tarafından kazanıldığı ve üstelik diğerlerine hiç benzemeyen bir tanrı tarafından sorusu var...

Bence bir savaş olmadı, olduysa da öyle yok etme pahasına değil! Sadece tanrılar Olimpos'u terkedip bizim aramıza karıştılar. Bugün hepimizin Olimpos'taki tanrılardan başka, en derin ve karmaşık sorularımıza verdiğimiz ve kıyıda köşede sakladığımız hazır cevaplar var. Bugün her zaman olduğundan daha fazla bencilsek, birbirimizin kuyusunu kazıyorsak bunun tek sebebinin kapitalizm olması, başka ülkelerin bizi sömürmesinin yeterince vatansever olmamamızdan kaynaklanması veyahut en iyi şeylere sahip olmamız gerekirken, zeki ama çalışmayan bir kafamız olması hep bundan... Tüm bunların aslında bu hazır cevaplarımız olması da hep bundan; hayatın içine giren, ruhlarımızın en derin yerlerine nüfuz etmiş tanrılar yüzünden. Ve yine Hititler'in yaptığı gibi her yeni soruda ya da sorunda yeni cevaplara yeni tanrılar ekliyoruz. Ne batı yakasında ne de doğu yakasında aslında değişen bir şey yok!

Richard Feynman, bir kitabında Kargo Tarikatı'ndan bahseder. Büyük dünya savaşında Avusturalya'ya savaş uçakları için üs kuran batılılar, savaş sona erdiğinde uçak pistlerini ve hava kulasını kendileriyle beraber götürmek yerine orda bırakırlar. Ne savaştan ne de uçakta haberi olmayan yerliler uzun bir süre bekledikten sonra bir türlü gelmeyen uçakların daha doğrusu tanrıların tekrar geri gelmesi için tıpkı batılıların yaptığı gibi uçak pistlerini ışıklandırırlar ama bu ritüeller sonucu hala tek bir uçak bile piste inmez. İşte Feynman bu türden bir neden-sonuç ilişkisinin kolaya kaçmak olduğunu anlatırken bilimsel düşüncenin aslında ne olması gerektiğini söyler. Asıl olanın tıpkı yerliler gibi ritüeller yapmak değil, işin özünü kavramak olduğunu söyler. Tıpkı her saçları uzun ve beyaz adamın Einstein olamayacağı gibi...

Before Sunrise filminde esas kız, esas oğlana tanrının ne olduğunu sorar ve ardından; "Tanrı ikimizin arasındaki boşluktur" der. Bence tanrı varsa bu bizim kendimiz ile nesnel dünya arasında kurduğumuz bağ olmalı, bizle dünya arasındaki boşlukta bir yerdedir tanrı. Ve bu boşluk; doğa ile kendimiz arasında kalan sorularımız ve kafamızın içindeki Kargo Tarikatı'na özgü Sümerler'den ve antik Yunan'dan kalan hazır cevaplar olsa gerek.

Trenden inmek üzereyim, eski şehrin soğuğu yüzüme vuruyor, havanın keskinliği kafamdaki bütün soruları bir kenara itmeye başlıyor ve gözlerim onu arıyor. Sanırım bir anlıkta olsa heyecanlanmaya başlıyorum... Orda olmadığını anladığım an, ilk başta aklımdan beklemek geçiyor. Beklemeye başlıyorum; önce bir koltukta oturuyorum, duvarlardaki ve panolardaki yazıları okuyorum. Zaman geçmiyor, oysa bir dakika bile geçmedi, çok kısa bir süre. Trenden inerken bir anlıkta olsa heyecanlanmıştım. Peki şimdi neden? Gayet güzel bir planım vardı... Sanırım beklemeyi sevmiyorum! Evet, kesinlikle sebebi bu olsa gerek. O zaman oradan bir an önce ayrılmam gerekti. Hızlı adımlarla bekleme salonun diğer ucundaki koridora ulaşmak sadece bir kaç saniyemi alıyor. Gidip elimi yüzümü yıkıyorum, ve telefon çalıyor. Birazdan geleceğimi söylüyorum. Trenden ilk kez inmenin heyecanı ile salona giriyorum. Ama sadece trenden ilk kez inmenin o an ki heyecanı. Yoksa beni bekleyenin gözlerine ilk kez bakacak olmanın heyecanı değil!

Düş Yitimi / Neşe Tekin


"Bu otobüsler insanı istediği yere en sonunda götürür. Otobüslere inanıyorum." Orhan Pamuk 




     En çok da şehirlerarası otobüs terminallerinde anladım; kentleri bırakmanın, kentin sokaklarından, varsa kordon boyundan - yoksa kitapçılarından- eski, yeni kitapların yanyana konulduğu rafların parlaklığından ayrılmanın hüznünün ne de çok can yakabildiğini.

     Kentte bırakılan insanlarımızın sıcacık gülümseyişlerinden, şen şakrak değilse de bir arada olmanın hafifliğiyle yapılan kahvaltılardan, ilk uyananın mutfağa geçip çay suyu koyduğu ve masanın üzerinde duran günler öncesinin haberlerinin yazdığı gazeteyi okurken sigara içtiği sabahlardan arta kalandır terminaldeyken ruha dolan...

     Bir kentin hem giriş hem çıkış kapısı olan otogarlarda fark ettim gerçekten sevebilenlerin bir sarılmayla, korkuyla - en çok da tekrar buluşamama korkusuyla- dolu gözlerle birbirlerine bakarlarken anladım birinden ayrılmanın aslında en çok da insanın kendi hayaline yolculuk etmek ve bu hayalle de kendi gerçekliğinden ayrılmak olduğunu.

     Birbirleriyle yarışan otobüslerin, yorgunluktan mimiklerini bile artık tam anlamıyla kullanamayan şoförlerin, nerede bir bekleyeni olduğu bilinmeyen genç muavinlerin yüreklerinde gördüm halsizliği. Sade kahve, kolonya, otobüs tekeri kokan halsizliği...

     Hissizliği gördüm sonra her adımda, her yeni tabelada, değişen trafik ışıklarında, trafik ışıklarının bile olmadığı şehirlerarası yollarda...

     Hislerini kaybetmenin acısının nasıl da öyle acelesiz ve ama habersiz gelip de insanın ruhuna yerleşebileceğini öğrendim. Öğrendim ve öğrendiğimde bildim ki; hiçbir acı tam manasıyla yok olmuyor, hiçbir yara da artık ilk günkü gibi kanamıyor.

     Yaşıyoruz acılarla, acılara tahammüle çabalamayla. Yeni öğrendiklerimizi de alıp yanımıza öyle devam ediyoruz yaşamaya çalışmaya.

     Arka arkaya değiştirilen mekanlarda hiç değişmiyor içilen içkilerin ağızda bıraktığı tat. Aynı içkileri farklı görüntüler ve seslerle başkalaştırmaya çabalıyoruz. Başkalarıyla başkalaşmak daha kolay oluyor çünkü.

     Yaşanan, yaşanamayan, inciten, sancıtan, her şeyi; keçeli kalemleri, fotoğraf makinesini, kitapları, otobüste başımızı yaslayacağımız yastığı, kulaklıkları, bakkaldan aldığımız bitki çaylarını, makyaj çantamızı da sürüklüyoruz peşimizden.

     Hafızamızdaki başka anıları birleştirip ortaya serdiklerimizi küçük bir bakışa feda edip kendimizi de sırt çantamızın yanına istifleyip kaçıyoruz bir şehirden ötekine. Ve sanıyoruz ki sonrası öncesinden daha iyi anlayacak bizi...

[Geçmiş Sergi] Van Gogh Dijital Resim Sergisi


Van Gogh Dijital Resim Sergisi, CerModern / Ankara

Fotoğraflar: Arzu Şanal



Van Gogh Alive, bu üretken sanatçının 1880-1890 yılları arasındaki çalışmalarını ve hayat deneyimlerini keşfetme; bugün dünya çapında tanınan başyapıtlarının birçoğuna imza attığı yerler olan Arles, Saint Rémy ve Auvers-sur-Oise’da geçirdiği dönem zarfındaki düşüncelerini, duygularını ve ruh halini yorumlama fırsatı sunuyor.

Güçlü bir klasik müzikle senkronize olarak değişen, dev boyutlardaki 3.000’den fazla Van Gogh görüntüsü; ekranları, duvarları, kolonları, tavanı ve hatta yeri de dolduran heyecan verici bir gösteri yaratarak, ziyaretçilerini ünlü ressamın eşsiz tarzını oluşturan coşkulu renkler ve canlı detaylarla büyülüyor.

Dinamik, bilgilendirici ve görsel olarak görkemli olmaya programlanmış olan SENSORY4 içeriği; 40 yüksek çözünürlüklü projektörden aynı anda akıp zengin surround ses sistemiyle karışarak, ziyaretçiye nefes kesici ve etrafını saran bir gösteri ziyafeti sunuyor.

Van Gogh Alive’da ‘Çalışan Adam’, ‘Yeşilimsi Bir Başlık Giymiş Yaşlı Köylü Kadını’, ‘Çiçek Açmış Erik Ağacı’, ‘Gri Şapkalı Otoportre’, ‘Vazoda 12 Ayçiçeği’, ‘Vincent’ın Yatak Odası’, ‘Teras Kafe’, ‘Sandalye ve Pipo’, ‘Ren Nehrinde Yıldızlı Bir Gece’, ‘Süsen Çiçekleri’, ‘Buğday Tarlası ve Kargalar’, ‘Kırmızı Üzüm Bağı’, ‘Sargılı Kulaklı Otoportre’ gibi bir döneme damgasını vurmuş eserler yer alıyor.

Sergi, ziyaretçilere dahi ressamın fırtınalı hayatını kronolojik olarak göstermek için güçlü bir klasik müzik kullanıyor. Harekete geçiren bu müzik, Van Gogh’un hikâyesinin duygusal yönlerini yansıtarak, sanatçının muhteşem kariyeri boyunca yansıttığı sanatını ve ruh halini daha zengin bir deneyimle ziyaretçiye sunma olanağı sağlıyor.

Van Gogh’un hikâyesini anlatmak için seçilen müziklerden bazıları şöyle: Handel-Sarabande, Edouard Lalo-Piano Concerto 1. Movement I, Gus Viseur-Coeur Vagabond, Barber-Bubamara (Vivaldi versiyonu), Arvo Part-Fratres For Cello And Piano, Carl Nielsen-String Quartet in D minor 1883, Sakura “Cherry Blossoms”, Geleneksel Japon Klasik Koto Müziği, John Zorn-Kiev 3 (çello), Camille Saint.

Unutulmaz bir deneyim sunan Van Gogh Alive, 16 Ekim 2012 – 03 Ocak 2013 tarihleri arasında, CerModern / Ankara’da'ydı.