Şeytansız Kalmış Zavallı İnsan'a / Gülşah Akbulut

Şeytansız ne mi yapar insan? Kocaman ve mücadelesiz bir hayat yani bir hiçi yaşar... İnsan şeytana özenecek kadar güçlü değil. Ancak bağışlaması bol tanrıya öykünür, tanrı olmak ister. Sonunda bağışlanacak ne de olsa. Şeytan insanı terk edeli çok oldu. İnsan, onu her şeyiyle seven tanrıyla baş başa kaldı. Gün geldi savaşacak bişi bulamadı, nasılsa affedecek diyip tanrıyı da öldürdü ve hepten yalnız kaldı. Şeytan bu biliyor işini, uzaktan gülümsüyor, kısıyor kocaman gözlerini. Şimdi arasın dursun insan kaybettiği cesaretini... Şeytanı bulup çıkarmadan yazık ki yaşamayacak o mutlu, heyecanlı hayat serüvenini..
İyiyi sevemiyorum. Aklım da kalbim de hep kötüde. Tanrıdan korkmuyorum. Ağlamıyorum da artık sebepli sebepsiz. İnsanlığın kendini tanrı ilan ettiği köşede, bütün kozu ortada, korkmadan tüm oyunu açık oynayan yoksa ben miyim o şeytan? Şeytan ben olmalıyım, evet. Çünkü kendimi tanrı ilan edecek kadar korkak olmadım hiçbir zaman. Şeytanın yalın ve cesur hayatına özendim çok zaman. Biliyorum ki dünya kurulduğundan beri tanrılar çoğala çoğala sıradanlaştı. Şeytan hep yek ve güçlü kaldı.
Yukarda okuduğunuz cümleler beni Maldoror’a götürdü, bilinmeden çağırılmış o. Tesadüf bu ya Comte de Lautrémont’un “Maldoror’un Şarkıları” adlı bir kitabı varmış. Kitabın ilk baskısı 1989’da Gece Yayınları tarafından yapılmış. En son 2008’de Kırmızı Yayınları tarafından okura sunulan kitabın çevirisi Özdemir İnce’ye ait. Maldoror’un Şarkıları, gerçeküstülük içinde insanın daha çok hayvansı yönlerini anlatan bir kitap. Düzyazı mı şiir mi? Sadece bakarak anlamak zor… Aragon diyor ki onun için: “Maldoror’un birazcık tadına bakınca, bütün şiir yavaşlıyor.” Silkeninip kendinize gelmeye ihtiyacınız varsa geç kalmadan başlayın okumaya. Her şeyin tersine dönmesi muhteşem. İpucu mu?

“Tanrı'dan dilerim ki, yüreklenen ve okuduğu kitap gibi geçici olarak canavarlaşan okur, bu kasvetli ve zehirli sayfaların ıssız bataklıklarında sarp ve yabanıl yolunu şaşırmadan bulur; çünkü kesin bir mantık ve en azından kuşkusuna denk bir ruhsal gerilimle başlamazsa okumasına, bu kitabın saçtığı kokular tıpkı şekerin suyu içmesi gibi emecektir ruhunu. Bundan sonraki sayfaları her önüne gelenin okuması hiç de hayırlı olmaz; ancak pek az insan tadına varabilir, başını belaya sokmadan, bu acı meyvenin.” (33).

Bu başlangıçla esas duruşa geçiyorum, sonrasında;

“İmgelerin yarattığı ya da kendi sahip oldukları, soylu duygular sayesinde insanların övgülerini kazanmak için yazar kimileri. Ben, kan dökücülüğün tadını betimlemek için kullanıyorum dehâmı! Gelip geçici, yapay zevkler için değil; ama insanla başlamış, insanla sona erecek olanlar için.” (35).

Sonra sonra sonra.. Okumaya devam ettim ve fakat bir çocuk yürümeyi öğrenirken nasıl yerlerde süründüyse, emekleyene, yürüyene kadar uğraşmaya devam ettim. Sonunda koşmaktan yorulmuştum. Oturacak bir yer buldum.

Militarist Modernleşme, falan filan... / Ali Rıza Esin

Bu yazının başlığını “İletişim Yayınları’na açık mektup, Militarist Modernleşme’yi okuma maceram ve kitaptan alıntılar” gibisinden bir şey olarak düşündüm önce. Hepsi var çünkü. Fazlasıyla hattâ… Sonra vazgeçtim. Yukarıdaki başlığı uydurdum ve zaten buraya da yazmış bulundum ya durumu… Lokum gibi oldu!
800 sayfa kitap mı olur! Ekleri hariç 787 sayfa! “Kaynakça”sıyla birlikte tam 830 sayfa… Hiç olur mu! Olur. Olabiliyor…
Ekleri, kaynakçayı falan kim okur ki zaten, asıl metnin payandası olsalar da, tamam ama ben kitabın “cüssesinden” bahsediyorum. “Kalınlığından” asıl… Bir kitap düşünün ki sırtı tamı tamına beş santim olsun! Murat Belge’nin Militarist Modernleşme isimli kitabı bu, evet…
Olmuş bir kere. Okunacaktı mecburen, binbir zahmetle. Okunası bir kitap olduğu söylendi bana çünkü. Tavsiyelerini önemsediğim bir dostumun önerisi üzerine aldım ve okudum. Minnettarım kendisine. “Aldım” demişken, “bilmeden sponsor”larıma da ayrıca teşekkür etmiş olmayı isterim. Onlar olmasaydı kitaplara dönük antenlerimin eskisi kadar dik durmadığı bir dönemde ne böyle bir kitaptan haberim olurdu, ne de bir kitaba otuz beş lira birden bayılabilirdim. Fazlasını bayıldıklarım da olmuştur ama şu sıralarda yapmazdım demiş olayım, “durumsama”nın hatırına. Ve evet, okunması gereken bir kitapmış bu gerçekten. Güzel oldu.

Yukarıda “zahmet” derken fiziksel zahmetinden bahsediyorum daha çok. Bir kitap tek elle tutulup okunabilmeli ya da ben öyle seviyorum; ellerimin, parmaklarımın büyüklüğündendir belki. Bu kalınlıktaki bir kitapla dahi başarabiliyor bunu insan ama ancak ortalarına varmışsa. Öbür türlü, kitabın dörtte biri kadarlık bir yerindeysen örneğin, kalan kalın kısmı kolay kavranacak gibi değil ve de ince kısmını açık tutmak ayrı bir maharet istiyor. Mutlaka bir masaya, —rahleye falan mı artık— veya ne bileyim, kucağına alıp okuman lazım ya da mutlaka iki elinle birden tutman ve böyle bir zorunluluk da benim canımı sıkıyor okurken, zahmet dediğim şey bu.
Diyeceğim, okunmasın diye yapılmış bir kitap olmuş bu adeta, ağırlığı anlamında (kağıdı da hafif halbuki, endamından öyle geliyor insana belki de). Metnin ağırlığından bahsetmiyorum elbette ve ağır bir metin de değil zaten. Bir kitap hakkında yazarken söylediğim şeylere bak!
Tek elle tutarak kitap okuyabiliyor olmak önemli, evet. Bu kitap, yine uyduruyorum, iki ayrı cilt olsaydı, diyecek sözüm olmazdı (yazacaklarım bitmez!). Üç cilt bile olabilirdi ve bir takım olarak satılıp ayrı ayrı okunabilirdi rahatça. Bir de bana mı öyle geldi, bilmiyorum ama, sanki bu sayfa çokluğundan dolayı ve tek cilde sığsın diye metinden bazı şeyler eksiltilmiş; “Türkiye” bölümünden hattâ… Yer verilmeyen şeylerle ilgili mantıklı açıklamalar, başka kitaplara sevk (ve idare) etmeler de olduğu halde bana sanki çok istenmeden hızlı geçilmiş hususlar var gibi geldi. Bunu bilmem mümkün değil tabii. Benimkisi bir his sadece. Geçer.
Kitabı bölmek maliyetini de yükselten bir unsurdur; bunun farkındayım ama okunmaması daha fazlasına mal olmuyor mu? Peki, kime? Yayıncısına tabii ama bu durumda kitap kalın diye satın almayanlara, okumayanlara. Var öyle “fazla-uzun-geldi-okumadım” pişkinlerinden ziyadesiyle. Gerçi bunu böyle uluorta diyebilen birine de (bana) denilebilir ki, “Sen okudun da ne oldu? Anlamamışsın işte!” Doğru olabilir bakınız bu. Bir bok anlamamış olabilirim kitaptan. Bana anladım gibi geldi sanki ama…
Kitaba ilk “daldığım” günlerde, bir yere de yazdığım gibi, bu kitabı okumakla daha önce okuyamadığım bazı şeyleri de okuyabilen bir insan oldum çıktım doğrusu. Böyle bir etkisi oldu bende. Bu bir “bir kitap okudum, hayatım değişti” durumu değil. Bir kitap okumakla hayatı değişmiyor insanların. Onu öyle diyen başka bir şey diyordu ya zaten; benimkisi daha çok, duyduğu, zaten hissettiği (Bkz., şayir burda “bildiği” diyemiyor; bilmesi gerektiği halde.) bazı şeyleri kafasında netleştirmek; netleştirebilmiş olmak. Kitabın başarısıdır bu tabii ama benim için de bir başarı ve memnuniyet vesilesidir ayrıca; 750 küsur sayfayı (İtalya ve Hindistan bölümlerindeki göz gezdirilerek atlanmış sekiz-on sayfayı hesaptan düşersem) net olarak okuyup anladığını zannetmiş olmaktan başka…
Kitap isminde Almanya, Japonya ve Türkiye diye de bir alt başlık var. Bu ülkelere gelene değin öncesinden değinilmesi gereken, İngiltere, ABD, Fransa, İtalya, Hindistan ve dahi başka başka memleketlerin, çoğunlukla kitap konusu bağlamındaki tarihçeleri de var içinde (böyle bir yöntem benimsemiş Murat “Bilge” ve ben gibi böylesi bilgi yoksunları için özellikle, iyi de etmiş), irili ufaklı memleketler, krallıklar… Kralcıklar… Kraldan çok kralcılıklar var, gırla… Kitap da bunu anlatıyor zaten özünde. Yok ama, bu da fazla özet oldu!
“Yöntem” demişken… Kitabın giriş bölümündeki Murat Belge, böylesi kitapların nasıl yazıldığıyla —belki nasıl yazılması gerektiğiyle— ilgili aydınlatıcı sözler ediyor; kitabın kapsamını, çerçevesini nasıl belirlediğini anlatıyor, anlattığı başka ilginç şeyler haricinde —ki o ilginç şeylerin haricinde de bana ilginç gelen başka bir husus, ilgi duyduğum bazı konularla ilgili ne kadar “az” okuduğumu bir kere daha idrak etmem oldu ya da yeryüzünde okunması gereken daha ne çok şey olduğunu… İşin sevindirici yanı ise, Belge’nin bunlardan bazılarından yaptığı alıntılar sayesinde, kendi kitabının bağlamıyla ilgili bölümlerini en azından, “okumuş kadar” olmak —ve bununla da ilgili başka bir ayrıntı şu ki, kitapta sıfıra yakın (bir tanesini hatırlayabildim şimdi) dipnot bulunması, çünkü metnin akışına yedirilmiş referanslar. Hatta kitap, girişinde de bahsedildiği gibi, tüm o ülkelerin uzak tarihleriyle ilgili tek bir bünyenin aklında toplanması kolay kolay mümkün olmayan, alıntı metinlerden oluşuyor büyük ölçüde; bunlar birer alıntı kurgusuyla verilmese de; yine de Murat Belge kaleminden okuyor olsak da. O kadar ki, kendi görüşlerini, değerlendirmelerini içeren paragraflara hasret kalabiliyor okur; bazı uzun bölümlerde.





 Ayrıca bir nesnellik çabası hissediliyor kitapta [göz önündeki, televizyon kanallarındaki Murat Belge’nin olduğundan daha fazla —ki o ortamlarda görünen kişinin entelektüel havalı, analitik bakışlı bir aydın olarak öne çıktığı düşünülürse, bunun aslında ne kadar “kalın-hassas” (olur mu!) bir tespit ya da ne hak yere bir nem kapma olduğu anlaşılabilir]; dozunda kullandığı, hatta belki de “sakındığı” diyebileceğim, kimi ironik, ve tamam, bu defa “öznel” bazı kısa değerlendirmeleri haricinde. Militarist Modernleşme’nin, geniş kapsamlı ve deyim (yakıştırmam) yerindeyse “konulu” bir “beyin yıkama tarihçesi” olduğu düşünüldüğünde, bu çok normal (öznel değerlendirmelerin azlığı). Fakat konular bir o kadar da “kendini kaptırmaya” açık iken, tam da hamasetin başka türlüsünü yapmak kıvamına geldiği halde, bunu yapmamayı başarmak da ayrı bir ustalık gerektiriyor galiba. Burada nesnellik dediğim şey de bu.
Genel haliyle oldukça akıcı, kolay okunabilir (metin olarak!) bir kitapMilitarist Modernleşme. Yine de yer yer yabancı (bana yabancı) terimler geçiyor içinde ve bunlardan bazılarının anlamını, bilmediğimiz bazı kavramları hattâ, akıştan “öğrenebiliyoruz”. Bazılarını öğrenmek için ise internete falan başvurmak icap ediyor; sizi bilemem tabii, ben öyle yaparım genellikle. Ve bundan da anlıyoruz ki, —bu derinlikteki çoğu kitapta olduğu gibi— Murat Belge de “kitabını okuyacak insanının”, bazı temel kavramların haricinde belli başlı (başı sonu belli de, maalesef yabancı dilde!) bazı terimleri de önceden biliyor olmasını bekliyor. Eh, adam haklı; kabahatin büyüğü bizim! Bu son söylediğimin (sondan bir önce söylediğimin) haksız bir değerlendirme olmasından sakınırım; sıradan okurun (sıradan olan-olmayan beni bağışlasın, başka nasıl ifade edeceğimi bilemedim) okuyabileceği yalınlıkta bir kitap aslında ve bana kalırsa, bu türden bir kitapta bulunması da gereken, güzel bir özelliktir bu; metnin, metinde bulunan ufak tefeklerin, başka metinlere, başka bilgilere de görünmez uzantılar içermesi, başka şeylerle ilgili “meraklar” uyandırması diye açabilirim.
Kitapla ilgili beğendiğim başka bir husus, bu “tür” kitaplarda çok başvurulmayan (belki de benim az rastladığım), küçük gidip gelmeler, başa sarıp yeniden anlatmalar ya da sonradan söyleyeceği şeyin kısa bir bölümünü başında söylemeler şeklinde tanımlayabildiğim kurgusu oldu. Bunlar farklı bölümlerdeki tekrarlara da kaçıyor ama bu zihin tırmalayan bir durum değil; zihin tazeleyen bir durum, —geçişken konularla ilgili özellikle— ve bu uzunluktaki bir kitaptaki böylesi tekrarlarla daha önce anlattığı şeyi başka (daha) bir açmalar devamlılık anlamında yararlı. Bu tekrar da benden olsun; belki de bana öyle geliyordur.
Şimdi “bu kalın ama güzel bir kitap; alın, siz de okuyun, tavsiye ederim” der gibi yaparken, tam aksine, müstakbel okurlarının gözünü korkutmuş olmayı da istemem doğrusu. Belge, doğrudan doğruya ve kısa cümlelerle söylüyor söyleyeceğini, açık seçik ve çok net. Yine de bana olsun tanıdık gelen o “bilge-hınzırlığıyla” anam babam ironi kurumuna başvurmuyor da değil yer yer ve bunlar “ziyadesiyle keyifli” diyerek durumu kurtarmış olur muyum bilmem.
Kitabın arka kapağında yer alan tanıtım metni şöyle:
“Militarist Modernleşme, farklı coğrafya ve tarihsel/siyasal deneyimler içinde biçimlenmiş ulus-devlet örnekleri arasında, hamasi vaazların, ‘Kan ve Demir’le gerçekleşeceği iddia edilen projelerin, disiplin ve itaatin, tarihi ve toplumu ancak ‘şiddet’le kavrayabilen bir dünya görüşünün nasıl hakimiyet kurabildiği sorusuna cevap arıyor. Ele alınan ülkelerin siyasal geçmiş ve deneyimlerini tarihsel bir analize tâbi tutarken ‘İdeolojilerin Militarizasyonu’nun nasıl gerçekleştiğini tartışıyor. Militarizmin tahakküm kuramadığı örneklerde, bunu engelleyen toplumsal, siyasal ya da kültürel reflekslerin nasıl işlediğini inceliyor.”
Ben daha iyisini yazamazdım. Yukarıda onca laf ettim ve bu kadarını bile yazamadım zaten. Daha iyisini yapabilirim ama… Kitaptan bazı alıntıları buraya da taşıdım. Bir sonraki sayfadalar (Bkz., aşağıdaki “Sayfalar:” başlığı ve yanındaki numaralı bağlantılar… O bölümü de iki ayrı sayfaya ancak sığdırabildim; kitap hayli uzun olunca, önemli bulduğum şeyler de çok yer tuttu haliyle. Bunlar da bir kısmıdır zaten. İletişim Yayınları beni bana bağışlarsa…).

Exdergi insanı Ali Rıza Esin'e teşekkürlerimizle.

Hesaplaşma / Ümit Manay

 Alkol ve marihuana, bunlar Şeyda’nın yaşam stiliydi. sürekli bunları içer ve kendinden geçerdi. anne ve babasından nefret ettiği için onları geçen yıl zehirleyerek öldürmüştü. hem de öyle bir ustalıkla yapmıştı ki bunu, otopside cinayet olduğu anlaşılmamıştı bile.
bir dönem bundan büyük vicdan azabı duydu. ama nasırlaşmış kalbi bunu da atlatmayı başarmıştı.
otu sarıp yaktığında derin bir nefes çekti ondan. kesik bir gülüş yapıştı dudağının kenarına ardından bir bira açtı dikti kafasına.
erkek arkadaşı geldi aklına. onu da öldürsem mi diye geçirdi içinden. ama bunu neden yapacaktı ki!
bir sebep olmalıydı, bir amaç. aslında bir amacı vardı. erkeklerden nefret ediyordu şeyda, onlarla yatmasını da cinsel dürtülerine bağlıyor, iş bittikten sonra da hakaretler yağdırıyordu suratlarına.
ilk erkek arkadaşını ona tokat attığı için kesmiş ve kedilerine mama yapmıştı.
gülüyordu bütün bunlara. bazen aklı yerine gelince neden bunları yaptığına dair sorgulardı içindeki üç kuruşluk merhametini.
birden dev bir flaş patladı suratında. gözlerini açtı büyük eski bir otel in önündeydi.kapıyı zorladı, kapı ağır bir şekilde küfleri yere dökülerek açıldı.
danışmaya koştu. burası neresi diye soruyordu. adamın arkası dönük sigara içer gibi bir hali vardı.
şeyda danışma kısmına geçti, adamı kendine çevirdiğinde gözlerine inanamadı. adamın ağzı yoktu. ve gözlerinin yuvalarında göz yerine iki küçük misket vardı.
eski erkek arkadaşına yaptığının aynısıydı bu. o mu diye inceledi bir süre ama o değildi. o kadar katı olmasına rağmen kendi yaptığından o an ürkmüştü.
merdivenlere doğru yöneldi, yukarıyı merak etmişti, basamaklarda fare ölüleri, gezinen hamam böcekleri vardı.
ilk katın odalarına bakmak istedi. ilk odaya girdiğinde iki çocuk evcilik oynuyordu. onlara biraz daha yaklaştığında yine afallamıştı. iki küçük kız battaniyenin içinde birşeyler sallıyor, ve battaniyenin kenarından kan damlıyordu.
battaniyeye bakmak istedi, kızlardan biri masum fakat tehlikeli bir sesle "Bak burda sen varsın, bu senin bebekliğin" gerçekten de oydu. boğazı kesilmişti ve kan hala çok tazeydi. sanki yeni işlenmişti bu cinayet. ona dokunuyor fakat ellerine kan bulaşmıyordu.
diğer kız, sen öldün şeyda artık bunu kabullen yoksa seni crimo yer" diye yanıtladı.
crimoda kimdi?
şeyda rüyadayım sanırım diyerek kendine çimdiği bastı, ama rüya değil gerçekti. ve bir o kadarda canlıydı yaşadıkları. çıkışa yönelmişti ki. kara bir kedi onu çıkışta bekliyor. garip sesler çıkartıp ona tıslıyordu.
korkuyla ikinci katın merdivenlerini çıkmaya başladı, artık düşüncesi odalar değil, çıkıştı...
ikinci katın herhangi bir odasına dalıverdi. "Hoşgeldin" sesiyle sıçradı.
bu kestiği erkek arkadaşıydı, yatakta yatıyor ve şeyda’nın jilet attığı bölgeler hala kanıyordu.
şeyda. "delirmiş bir halde üstüne saldırdı arkadaşının ama çocuk hep kayboluyordu, şeyda ise sürekli duvara çarpıyordu.artık sinirden ağlamaya başlamıştı. koridora çıktı yaşlı gözlerle. sakat bir kız çocuğu gördü koridorun sonunda onu çağırıyordu.orda bulduğu demir sopayı yanına alarak kıza doğru ilerledi. bir kapının önünde durdu.
içerden gelen sesleri dinledi. ve kapıyı açıp içeri girdi.
içeride şarkı söyleyen siyah saçlı bir kız vardı kestiği saçlarını yiyordu. şeyda ya döndü ve bir süre baktı sonra şarkısına devam etti. bu şeyda’nın ergenlik dönemindeki haliydi.
artık dev bir bulmacanın içinde düşmüştü ve kendini arındıramıyordu. kız şarkısına devam ediyor bir yandan da saçını kesip ağzına atıyordu.
sonra birden durdu aynada baktı kendi yansımasına, makası alıp hiddetle sapladı aynaya.
kırılan parçaları şeyda’ya atıyordu. "Orospu git burdan, cehennemlik sürtük" diye inliyordu pürüzlü bir sesle...
şeyda artık kontrolden çıkmıştı. Her şeye çığlık atıp tepki veriyordu.  emekleyerek merdivenlere yöneldi. son katta çıkışı bulabileceğine inanmıştı. ama asıl sürpriz onu son katta bekliyordu.
Crimo ordaydı ve uzun zamandır açtı, kana susamıştı.
son kata çıktığında artık ne çıkarsa çıksın onu aşıp çıkışa ulaşacağına ant içmişti.
crimo "hoşgeldin" dedi. soğuk bir sesle. şeyda doğruldu ve ona baktı. ama ama sen bensin dedi.
"ne sandın" dedi crimo "senin gibi bir caniyi ancak kendisi katledebilir." ilk defa ağlamıştı, burası neresi neden burdayım gibi sorular sormaya başladı.
crimo susuyor ve doğru zamanı bekliyordu.
seni uzun zamandır takip ediyordum şeyda. inan ki beni bile ürkütmeyi başardın.şimdi hazır ol.
bedel ödeyeceksin.
daha ne bedeli bunlar yetmedi mi? Her şeyimi elimden aldın.
kapa çeneni ve şu tezgaha yat dedi. crimo. ilk önce kollarından bağladı şeyda’yı sonra da ağzını bantladı.
aldığı neşterle bileğine bir çizik attı. o an crimo eski erkek arkadaşı oldu. şeyda korkmuştu..
ilk defa bir kurbanın psikolojisine girmişti. crimo insan değildi... merhamet ve vicdan kavramları yoktu.
şeydayı kendi silahıyla vurmaya hazırlanıyordu.
şeyda kan kaybediyor ve inliyordu. acısının dineceğini ummuştu ama yanılıyordu. çünkü crimo ağzındaki sigarayı şeyda’nın bileğindeki yaraya bastı. gözyaşları istemsiz akıyordu.
şimdi sıra ailesindeydi. aynı zehiri şeyda’nın gözlerine sürmüştü.
zevkten yüzü dört köşe olmuştu crimonun.
şeyda ağzındaki bezden kurtularak çığlık atmaya başladı. crimo onu söktü ve ayaklarıyla bir kaç kez tekmeledikten sonra bıraktı. şeyda kusmuyordu olduğu yere oluk oluk kan kusuyordu.
"bir dahakine daha acımasız ol şeyda" dedi. "ne kadar acımasız olursan o kadar acı çekeceksin".
sarsılmayla uykusundan kalktı şeyda. öksürdü vücuduna baktı. ve hiçbir şeyin rüya olmadığını anladı. izler kurumuş kan lekeleri bedenindeydi. gözleri yanıyordu. ve etrafına baktığında iyi göremediğinin farkında vardı. elinde esrar parkeyi yakmış ve sönmüştü onu körükledi ve hasta beyniyle düşünmeye koyuldu. acı çekmek artık onda fayda etmiyordu. işkencelerin bütün rahatsızlığını üstünden atmıştı. artık ne kadar acı çekerse o kadar acımasız olacaktı.

Zoraki Politikacı Gerçek Sanatçı / Efsun Güztoklusu

RAUF DENKTAŞ (27.1.1924-13.1.2012), BÜLENT ECEVİT (28.5.1925-9.11.2006), VACLAV HAVEL (5.10.1936-21.12.2011)


İnsanoğlu doğumundan ölümüne dek birçok değişik roller üstlenir. Ergen, aile babası, iş sahibi, patron ya da çalışan, ressam, yazar, fotoğrafçı bir sanat icra eden kişi… Bazen yaşamdan bambaşka şeyler beklerken bir de bakmışız ki aklımızda hiç olmayan bir kimlik misyon edinmişiz.
Yukarıda belirttiğimiz üç kişi de ayrı toplumlarda hiç düşünmedikleri halde siyasete dalarak toplumlarına yön veren ve bunu layıkıyla yapan roller üstlendiler. Nasıl mı?
 Rauf Denktaş- Daha geçen haftalarda yitirdiğimiz Denktaş Kıbrıs’ın Baf bölgesinde 27 Ocak 1924 tarihinde Dünya’ya geldi. Babası bir hakimdi. Annesini 1.5 yaşındayken kaybetti. Eğitimini babası gibi hukuk  dalında  yaptı. Ada’nın içinde bulunduğu koşullar kendisinin mesleğini icra etmesine müsaade etmedi ve siyasete atıldı. 27 Kasım 1948 de  Kıbrıs Türklerinin düzenlediği ilk mitingde Dr. Fazıl Küçük ile birlikte hatiplik yaptı. 1959 Zürih ve Ankara Antlaşmalarının çalışmalarına katıldı. 16 Ağustos 1960 tarihinde 650 kişilik Türk alayı Magosa  Limanı’na ayak bastıktan sonra önce Türkiye’ye gelip temaslarda bulundu daha sonra bir kayıkla Kıbrıs’a giderek Türk direnişini örgütledi. 1964 Londra Konferansı’ndan sonra Makarios tarafından ‘’İstenmeyen Adam’’ ilan edildi. 1967’de adaya gizlice girmeye çalışırken tutuklandı ve Türkiye’ye iade edildi.1974 Kıbrıs Barış Harekatı’na dek Cemaat Meclis Başkanı, Kıbrıs Türk Yönetimi Başkan Muavini gibi görevlerde bulundu. 13 Şubat 1975’de Kıbrıs Türk Federe Devleti kurulunca, 1976’da ilk seçimlerde Devlet Başkanı seçildi. 1981 de 2. Kez seçildi. 17 Nisan 2005’te tekrar aday olmadı ve 24 Nisan’da görevini Mehmet Ali Talat’a devretti.
Bütün bu yılmaz bağımsızlık savaşı ve masa başında geçen daha sonraki günlerinde sevdiği fotoğraf sanatına amatörce katkıda bulunmayı  ihmal etmedi. Elin den kamerası yüzünden muzip gülüşü eksik olmazdı.Çektiği fotoğrafları sergiledi ya da çektiklerine hediye etti.
Bülent Ecevit- Annesi Nazlı  ressam, babası  Dr. Fahri Ecevit  adli tıp profesörü ve eski Kastamonu milletvekiliydi. Tek çocuktu. Şimdiki Robert Kolej’de eğitim gördü. Erken evlendiği için bir süre Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’ne devam etti ancak bitiremedi. Ulus Gazetesi’nde gazetecilik yaptı ve çok kısa sürede siyasete girip milletvekili seçildi. 27 mayıs’tan sonra Çalışma Bakanlığı yaptı.12 Mart tarihinde Genel Başkanı İsmet İnönü kurulan ara rejim hükümetine bakan verince köklü bir değişiklikle CHP’de  bir çınar olarak addedilen Genel Başkanı’na isyan bayrağını açtı ve mücadeleyi  kazanarak  İnönü’yü saf dışı etti. 12 Eylül’de de askeri rejime en sert muhalefeti yapan Ecevit oldu ve hapse girdi. 1990 öncesi biri güvenoyu alamayan 3 hükümete Başbakanlık yaptı. Kıbrıs Çıkartması  da ona nasip oldu ve Rauf Denktaş ile kader birliği yaptı. CHP’yi dönüştürmeye çalışarak Demokratik sol ilkelerin yaratıcısı ve uygulayıcısı oldu. 1990 dan sonra kurduğu Hükümet’te Abdullah Öcalan’ı Türkiye’ye getirerek ulusal başarılarına bir yenisini kattı.
Bülent Ecevit şairliği ve Sankritçe’den yaptığı şiir çevirileri ile pek tanınmadı. Birçok şiir yazmasına, bunlardan “Takalar” şarkı olarak bestelenmesine karşın edebi kimliği siyasetin hep gerisinde kaldı. Oysa kısaca şiirlerine baktığımızda hatırı sayılır bir antoloji ortaya çıkar. Bach Sonatı, Pülümür’ün Yaşsız Kadını, El Ele Büyüttük Sevgiyi, Promete, İnsan eserlerinden  sadece birkaçıdır.


Vaclav  Havel- Burjuva bir ailenin çocuğu olan Havel’in ailesinin mülküne Çekoslavakya’yı  yöneten komünistlerce  el kondu ve okulda okuması engellendi. Havel genç yaşta tiyatroda çalışmaya başladı ve bir süre sonra tiyatro oyunları yazmaya başladı1968’de Dubçek reformları Prag Baharı’nı yarattı ancak yazı zor gördü. 750.000 askerli Sovyet  Birliği Baharı kışa döndürttü. Bundan sonraki 20 yıl Havel, hükümetin kara listesinden hiç düşmedi. Tutuklandı, piyesleri yasaklandı. 1989 yılında Sovyetlerin demir perdesi yıkılınca özgür Çekoslavakya’nın  Devlet başkanı seçildi. Çekoslavakya ve Slovakya ayırımına karşı çıkarak  bir süre istifa etti ve 1998’de tekrar seçildi ama rahatsızlığı artınca 2003’te Cumhurbaşkanlığını bıraktı.
Havel’in tiyatro oyunlarından bazıları: Life Ahead 1959, The Momerendum 1965, Protest 1978, Tomorrow 1988…
Görüldüğü gibi üç tarihi ve siyasi figürümüz de daha çok siyasi kimlikleri ile ön plana çıkıp, toplumlarına yön verdiler ama onlar bir sanat adamı idi. Sanatın inceliklerine gönül verdiler ama siyasi yaşamların da bir kaya kadar sert ve yılmazdılar. Onları unutmayacağız. Pink Floyd şarkısında dendiği gibi  ‘’Shine on you crazy diamonds’’

İnsan Madde ve Davranış / Cemil Taşkıran

Her yapının ve her oluşumun arkasında mutlaka doğal ve yapay etkenler bulunur. Bu işlemlerde her iki unsurun birlikteliği ya da zıtlığı bulunmakla beraber daha ziyade karşılıklı etkileşimler sonucu bir oluşum ve salt davranışsal etkenlere neden olmaktadır. Doğal olarak da madde arasındaki etkileşim maddenin mevcut yapısı içindeki tek etkene dayanmamakla birlikte maddenin dış yapıya veya uyarıcılara göstermiş olduğu olgusal ve sistematik tepkisel etkenleri barındırmaktadır. Nitelik olarak iki nesne arasındaki ilişki veya tepkisel davranışlar başlangıçta sadece bir ön etkileşme ve bu kısımda ilk tanışma ve tanıma süreçlerine teşkil olmaktadır. Olgusal ve biyolojik açıdan insan davranımları ve uyaranlara karşı gösterdiği dış etkenler salt bir nedene dayanmamakla birlikte bunun dışsal, içsel, maddesel, hazsal (zevksel) vb. birçok etken ve uyarıcı yapılar mevcuttur.  Temelde canlı ve canlı olmayan unsurlar arasındaki ilişkiyi salt uyarana tepki veren ve ancak onu algılayabilen cepheler veya tözler etkili olmaktadır. İşte bu olgudan hareketle öznenin, nesneye verdiği doğal ve sistematik tepki biçimleri uyaranın yani nesnenin özne üzerindeki etkileşim biçimi, yaklaşım temeli ve algılama temeli bu süreçlerde en etkili olgusal ve yapısal etkenleri barındırmaktadır.
    Sınırsız sayıdaki uyaranlara karşı sadece öznenin belirli sayıdaki unsurlara tepki vermesi doğal bir durum olmakla birlikte bu karşılıklı etkileşim her iki doğal yapıya hâkim olan maddesel ve biyolojik süreçlerin var olan nesnenin özneyi hazsal ve davranışsal açıdan olumlu etki verdiği sürece bu etki devamını sürdürebilecektir.  Bu unsurlar her iki uyaranın yani canlı ve cansız olguların arasında geçen etkileşimi barındırır, ayrıca bu etki durumu neticede etkinin tepkisel bir uyarana dönüşümü ve bunun zamansal süreç dahilinde ne derecede vasat ve aktif süreçlere dahil olacağını gösterebilecektir. Her iki nitelikte ve birleştirici etkileşime neden olan iki canlı arasında ilişkisel temellerde çoğu zaman bir ortak davranışın her iki uyarıcıyı tatmin eden ve ortak görünümlerle içsel pekiştirilen davranımlara neden olmaktadır. Bu iki canlı arasındaki ilişki zıt temelli ise buradaki husus organizmanın ne derecede sıkı veya esnek olmasına bağlıdır. Sonsöz olarak maddeler veya canlılar arasındaki etkileşim uyarıcıların niteliği ve bunun canlı üzerindeki tepkisel ve davranışsal etkilerine bağlıdır.

Tek Bir Kadın Sevilecek / Çağatay Varyozdöken

Bir kadın var. Tek bir kadın sevilecek…
Gözlerine bakıp iç çekilebilecek tek bir kadın. Bakınca gözleri, kalbimi hızlandıracak.
Dudaklarına dokununca tüm vücuduma aşk enjekte edecek, parmaklarımın ucuna kadar.
O parmak uçlarımdaki aşkı tenine sürecek, tenine aşk sürülebilecek tek bir kadın var.
Elleri, saçları okşanacak, bana aşk’ım diyecek.
Düşündükçe iç çekilecek.
 Aşkıyla gözlerimi doldurup yanaklarıma taşıracak tek bir kadın.
Sardığımda beni saracak, düşüncesiyle içinde kaybolacağım.
Her şeyin en güzeline,  içi aşkla dolu olana layık tek bir kadın.
Her nefeste içe çekilebilecek ve her verişte nefesi, dünyayı dolduracak, dünyasında yaşanabilecek..
Kızmaya değecek ve kızabilecek bana tek bir kadın.
Terlenebilecek, terine karışılabilinecek tek bir kadın. Gözleri, bakışları kuzu olan…
Yaklaştıkça kalbi titretecek, titredikçe sarsacak.
 Ağladığında içi yakabilecek ve gözyaşlarımı kalbimden dökebilecek tek bir kadın.
Her edası aşk kokabilecek.
Tenimle dokunulacak, tenine karışılacak tek bir kadın.
Özlenecek, özlendikçe ağlanacak, ağlandıkça özlenecek.
Özlenecek ve özleyebilecek tek bir kadın...
Beklenecek ve bekleyebilecek ömür boyu…