Dünden Bugüne Bosna-Hersek / Yard. Doç. Dr. Ergünöz Akçora

Yrd. Doç. Dr. Ergünöz Akçora* 
 Bosna-Hersek tarihçesine geçmeden yakın zamanda çöken Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyetindeki gelişimleri bir bütün olarak incelemekte  fayda vardır.
Düne kadar Yugoslavya Balkan yarımadasının en kalabalık ve yüzölçümü bakımından en büyük ülkesi durumunda idi. 29.11.1945 yılında kurulmuş temelinde güney Slavlarına dayanan çok milliyetli bir toplum yapısına sahipti. Federal bir devlet olarak 6 cumhuriyetten oluşmuştu. Yugoslavya Federal Cumhuriyetinde; nüfus büyüklüğüne göre Kosava ve Vojvodina özerk bölgelerinin de bağlı olduğu Sirbistan, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Makedonya, Slovenya ve Karadağ bulunmakta idi.
Eski Yugoslavya'nın Başkenti Belgrad olup l990 yılına göre nüfusu 24.milyon, yüzölçümü isi 255.804 kilometre karedir. Resmi dili Sırpçadır. Milli geliri 3000 dolar civarındadır. Bu karışık durumunu ülkenin etnik çeşitliliğine dayamak mümkündür. Belirgin özelliklere sahip Macarlar, Türkler, çingeneler, Rumlar ve Romenler'in de bulunduğu  25 etnik grup tespit edilmiştir. [1]
Bu etnik gruplar hakkında bilgi vermek gerekirse : 
Slavlar : 6. ve 7. yüzyıllarda kitle halinde kuzey Asya ve Avrupa'nın kuzeydoğu kesimlerinden göç ederek Balkanlar'a yerleşmişlerdir. Toplam nüfusun %75'ini teşkil ederler. Bulgar, Sırp, Hırvat, Sloven ve Makedon olmak üzere beş ayrı alt etnik grup Slav olarak değerlendirilmektedir.
Sırplar; ilk sırayı alarak nüfusun % 37 sini teşkel ederler. Sırbistan, Bosna ve Hersek'in Kuzey, Kuzey-batı ve diğer cumhuriyetlerin bazı kesimlerinde bulunurlar ve çoğunluk Ortadoks mezhebinde ve kril alfabesi kullanırlar.
Hırvatlar; % 20 lik bir nüfusla ikinci sırayı teşkil ederler.Ülkenin kuzey kesiminde Istria yarımadasından Drava,Tuna ve Sava ırmakları arasındaki kısımlarda , Dinar Alplerinin güneydoğusunda, Bosna'nın orta kesimlerinde  ve Dalmaçya kıyılarında otururlar Ağırlıklı olarak Katolik mezhebindendirler. Latin alfabesi kullanırlar.
Makedonlar; % 6 nüfusu olan Makedonlar arasında sırplar gibi Ortodoks mezhebinden etnik grup olduğu gibi, büyük çoğunluğu Müslüman Arnavutlar teşkil eder. Kril alfabesini kullanırlar. 
Türkler: MS 300 - 375 yıllarında kavimler Kapısından geçen Türk kavimleri Karadeniz'in kuzeyinden geçerek Balkanlar'a yerleşmişlerdir. l200 yıllarına kadar hırıstiyanlığı kabül ederek pek çoğu Slavlaşmışlar, Ancak 10. yüzyılda topluca İslamiyeti kabül eden ikinci kuşak Türkler, Hazar Denizinin güneyinden geçerek Anadolu'ya ve oradan Balkanlar'da gittikleri yerde ‹slamiyeti yaymaya çalışmışlardır. Bilhassa Osmanlı Devletinin kuruluşundan sonra Türkler Süleyman Paşa komutasında l353 yılında Rumeli ve Balkanlar'a geçerek, l363'te Edirne, l364'te Sırp Sındığı, l389 I.Kosava, l396 Niğbolu ve l448 II. Kosava, l526 Mohaç zaferleri ile haçlı ordularını mahvederek Balkanlara Türk egemenliğini ve İslamiyeti yerleştirmeyi başarmışlardır.
Karadağlılar ; % 3 nüfusu olan Karadağlılar Sırplar ile ortak özellikler taşırlar.
Rumlar : çeşitli ırklar ile kaynaşmasına rağmen kendilerini eski Helen ve Bizans imparatorluğunun varisi kabül ederler, Ortodoks mezhebinin önderliğini yapmışlardır. 
Boşnaklar ; Bosna-Hersek mıntıkasında otururlar. Nüfusun % 9 unu teşkil etmişlerdir. Yerli Slavların karışımıyla ortaya çıkmakla birlikte Osmanlılar döneminde ‹slamiyeti topluca benimsemişlerdir.
Arnavutlar; Nüfusun % 8 ini teşkil ederler. Sirbistan, Kosava, Karadağ ve Makedonya yörelerinde otururlar, Çoğunlukla ‹slamiyeti benim-semişlerdir.
Ayrıca %17 sini de diğer etnik gruplar teşkil eder. Bu değişik etnik yapı kendisini hem dini inanış hem de dilde göstermiştir. Nitekim, Sırp,.Hırvat, Sloven ve Makedon dilleri resmi diller sayılır. Dini yönden ise % 60'ını Ortodoks Hıristiyanlar, %23'ünü Katolik Hıristiyanlar,% 13'ünü Müslümanlar, %4'ünü de diğerleri teşkil ederler. [2] 
DEVLET YAPISI:
 Federal bir sosyalist cumhuriyet olan Yugoslavya'nın devlet yapısı l974 anayasası ile belirlenmiştir. Özelliği Batı tipi parlementer demokrasî ile Sovyetler Birliği sosyalist yapı geleneği arasında orta yolu bulmaya çalışan bir delegesyon sistemine dayanmasıdır. Bu anayası ile bazı bölgelere özerklikte verilmiştir. Nitekim bunlar arasında Kosava(halkının çoğu Türk ve Arnavut), Voyvodina (Vojvodina)'yı (Bir Sırp bölgesi), Sancak ve Karadağ'ı  göstermek mümkündür.  
Devlet başkanlığı makamı kolektif bir başkanlık sistemine dayanır.  Buna göre her cumhuriyet ve özerk bölgenin, beş yıllık bir dönem için seçtiği birer temsilci ile Yugoslavya koministleri birliğinin başkanından oluşur.  Bu organ her yıl kendi içinden bir başkan ve bir başkan yardımcısı seçer. [3] 
Ancak bu durum l990-l991 " Başkanlık Krizi " ile değişmiş Yugoslav birliği ilk defa Hırvatistan, Slovenya ve  daha sonra diğer cumhuriyetler ile buhranlı döneme girilmiş ve birlik çözülmeye başlamıştır.
TARİHİ GELİŞİMİ
Eski Yugoslavya toprakları M.Ö. 7000 yıllarınıa kadar inmektedir. M.Ö.3500 yıllarında ise Rusya bozkırlarından gelen Hint-Avrupai diller konuşan yarı göçebe kavimler göçetmişlerdir. Bunlar arasında; ‹lliryalılar, Daçyalılar,Makedonlar ve Trakları görmek mümkündür. M.Ö. 3.yüzyıldan itibaren Roma hakimiyeti görülmeye başlamıştır. Ancak Balkanlar'a bu yüzyıllarda Gotların  bunu takiben Hunlar, Bulgarlar ve Avarların akınları takip etmiştir. Bu durum Batı Roma ‹mparatorluğunun yıkılmasına kadar sürmüştür. Daha sonra Bizans hakimiyetinin başladığı anlaşılmaktadır. Barbar akınlarının bölgede ortaya koyduğu karışıklık Karpatların kuzeyinden gelen Slavların bölgeye yayılmaları ile daha da artmıştır.
Slovenya : Bölgenin ilk slav kabilelerindendir Bölgedeki Avar egemenliğinden kurtulduktan sonra Samo(627-658) idaresinde bir kırallık kurmuşlar,.ancak 748 yıllarından itibaren Frankların yönetimine girmişler-dir. Bu dönemde hıristiyanlık özellikle yayılmıştır.[4] 
 Bu gün  20.251 kilometre karelik yüzölçümü ile  Yugoslavyanın % 8 ini, 2.2 milyon nüfusu ile % 9 unu meydana getirir. Ayrıca Slovenlerin % 90 'nı Sloven, % 2.2 sini Sırplar, %7.8 'ini Macar, ‹talyan ve diğerleri oluşturmuktadır.[5] 
 l990 baharında yapılan ilk serbest seçimlerde başarılı olunmuş ve federasyondan yana olan slovenya 25 Haziran l99l de bağımsızlığını ilân etmiştir. Aynı yıl federal orduya asker yollama işini durdurmuştur. Bunun üzerine federal ordu ile çarpışmalır başlamış ve pek çok kişinin ölümü üzerine Slovenya 3 ay süreyle bağımsızlığını askıya almak zorunda kalmıştır. Ancak 23 Aralık l99l de yapılan oylama sonucu Federal Anayasa iptal edilmiş ve Slovenya Anayasası oy  çokluğu ile kabül edilmişti. [6]
Hırvatistan; 803 yıllarında Slovenler gibi Frank hakimiyetin tanımışlardır. Bunlar da kısa sürede hıristiyanlığı benimsemişler,924 yıllarında Zupon öncülüğünde başlattıkları isyân sonucu bir Hırvat krallığı kurmuşlardır. Ancak  l090 yıllarında Macar hakimiyetin tanımak zorunda kalmışlardır..[7]
Yugoslavya bünyesinde iken yüzölçümü bakımından ikinci sırayı almış ve 56.538 kilometre karelik bir alana sahip olup nüfusu 4.9 milyon civarında olduğu belirtilmektedir. Yaşıyanların % 74'ü Hırvat, %11.5'i Sırp ve % 14.5'i diğer etnik gurupları teşkil eder.
Hırvatlar, ikinci Dünya Savaşı yıllarında 300.000 sırp'ı katlettikleri gibi bölgedeki sırplar'ın Sırbistan ile birleşmek istemelerine karşı çıkmışlardır. Hırvatlar' 22 Aralık 1990'da parlementolarında ayrılma kararı alabilmişlerdir.19 Mayıs l99l'de ise yaptıkları bağımsızlık referandumunda Yugoslavya'dan ayrılmayı desteklemişler ancak 25 Haziran l99l tarihinde bağımsızlıklarını ilân edebilmişlerdir. Sirbistan bunu kabül etmemiş böylece iç çatışmalar başlamış ve. Hırvatistan içinde özerk bir bölge ilân etmişlerdir. [8] 
 Voyvodina:  Özek bir Sırp bölgesidir. Arnavutluk ile Sırbistan arasında yer almıştır.  l9l8 de Sırbistan'a bağlanmış, l974 anayasası ile özerk olmuş, iç çarpışmalara katılmamaya özen göstermiş ancak bağımsızlık isteğinde bulunmamıştır Nüfusu 3 milyon olup, yüzölçümü 32.488 kilometre karedir. .
Kosava : % 90 müslüman ve Arnavutlar teşkil eder. Nüfusu 2 milyon olup yüzölçümü 10.350 Kilometre karedir. Tarihi Sırp kırallığının merkezini yapması sebebiyle Sırpların devamlı ilgisini çekmiş, ilk fırsatta burayı da topraklarına katama çabaları içine girmiştir.  Kosava bölgesi Ekonomik yönden oldukça fakir bir bölgedir.  Halkının çoğu müslüman Arnavutlar'dır. l974 anayasası ile özerk olmuştur.  l990 yılına kadar bütün avantajlar ellerinden alınmış ve bu yıllarda başlatılan isyân kanlı bir şekilde bastırılmıştır.
Sancak: Yeni Pazar olarak bilinen bölgede Türkler'in ve Boşnaklar'ın çoğunlukta olduğu, l974 te özerkliğini kazandığı, l990 yılında bağımsızlık akınları içinde, l99l referandumu ile sırplardan ayrılıp bağımsızlığını elde etmeye çalışmıştır.  [9]
Karadağ : Sırpların çoğunlukta olduğu bir bölgedir. Nüfusu 900.000 yüzölçümü 13.812 kilometre karedir. Almanya ve Avusturya'ya yakınlığı dolayısıyla etkilerinde çok kalmışlardır. Ancak l9l8 yıllarında Sırplar'ın etki ve kontrölüne girmişlerdir. Bölgede l945 yılında Tito tarafından ayrı bir cumhuriyet olarak kurulabilmiştir. Slav grubu olmalarına rağmen Sırp milliyetçiliğine daima karşı çıkmışlardır.
 Makedonya: Nüfusu 2.1 milyon, yüzölçümü ise, 24.713 kilometre karedir. Toprakları Yugoslavya, Bulgaristan ve Yunanistan tarafından taksim edilmiştir. Makedonya tabiri ilk defa l878 Berlin Antlaşmasında kullanılmıştır. Yunanistan ve Slavlar tarafından bu bölge, Makedonyalılar'ın kendilerinden oldukları iddiasıyla devamlı tam anlamıyla bir çatışma alanı haline getirilmeye çalışılmıştır.
 ‹kinci Dünya Savaşından sonra l945'te Tito'nun ve Kominist partisinin isteği üzerine Yugoslavya'nın bünyesinde ayrı bir cumhuriyet olarak kurulmuştur. Diğer bölgeler gibi çok karışık bir etnik yapıya (Arnavut, Türk, Ulah, Sırp ve Çingeneler vs.).sahiptir. Nüfusu l98l sayımlarına göre 2.000.000 , l99l sayımlarına göre ise 2.300.000 civarında olduğu sanılmaktadır. Bölge l982 yılından itibaren milliyetçilik akımından etkilenmeye başlamıştır. 
Bağımsızlığını ilan için 8 Eylül l99l de referanduma gitmiştir. Bazı etnik gurupların bunu boykot etmesine rağmen "Makedonya Cumhuriyeti", Yugoslavya'dan ayrılmaması şartıyle bağımsızlığını kabül edilmiştir. Bütün kötü gelişmelere rağmen Makedonya  topraklarında hiç bir çatışma olmadan federal birlikten ayrılmayı başarmış ve l5 Ocak l992 de AT'nin Slovenya ve Hırvatistan'ı resmen tanımasından sonra, başka bir isim kullanmak şartı ile AT ülkeleri ve diğer ülkeler tarafından bağımsızlığı tanınmıştır. Daha sonra Bulgaristan ve 6 fiubat l992' de de Türkiye, Makedonya'yı tanıdıklarını ilân etmişlerdir.[10]
Sırbistan ; Nüfusu 6 milyon ,yüzölçümü ise , 45.522 kilometre karedir. Ülkede hakim nüfusun sırplar olmasına rağmen hepsi Sırbistan bölgesinde yaşamadıkları ve diğer cumhuriyetlerde de dağınık halde 2.5 milyon Sırp'ın bulunduğu görülmektedir. 
BOSNA-HERSEK
Sırp ve Hırvat çekişmesinin ortasında kalmış bir bölgedir.  Doğusunda ve güneydoğusunda Sırbistan ile Karadağ, kuzeyinde ve batısında Hırvatistan yer alır. Adriyatik denizinde sadece 20 km lik bir kıyısı  vardır. Hiç bir limanı yoktur. Topraklarının yarısı ekilmekle birlikte en verimli toprakları kuzey kesimindedir. 4.5 milyon nüfusun  çoğunluğu boşnaklar , ikinci sırada Sırplar üçüncü sırayı da Hırvatlar  almışlardır.[11] 
Bosna 10 Y.Yıldan başlamak üzere Hırvatistan kralığına bağlı olmakla beraber erken tarihi konusunda bilgi edinilemektedir.‹lk zamanlar Bizans hakimiyetinde kaldı. ll80 yıllarında bir devlet oluşturuldu ise de Macar baskısı sonunda hakimiyetin kaybetti .l204 yıllarında Hırvat kökenlilerin, daha sonra da Bosnalıların bağımsızlık için mücadeleleri görülür.[12]
1360 yıllarında prensliğe getirilen Tvartko l371 yılında bağımsız Bosna-Sırbistan krallığını kurdu. Fakat Sırbistan'dan 1391 yılında ayrıldılar.
Fatih Sultan Mehmet bu toprakları Osmanlı topraklarına katıncaya yani l463 yılna kadarayrı yaşadılar. l464 yılında . Bosna krallığı'nın son direnen merkezi olan Yajce'i fethettikten sonra 36.000 Bagomil( Hıristiyan) ‹slamiyeti hiç bir zor olmadan kabül ettiler..Müslümanlığın gelişi ile birlikte siyasî çekişmeler yeni bir boyut kazandı. Siyasî hegomanya için etkili bir silah olarak kullanılmaya başlandı.
l389 yıllarından sonra da çoğu müslümanlığı kabül eden Bosna-Hersek'te yaşıyan Slav kökenli Müslümanlar çoğalmaya başladılar.ve müslüman Bosnalılar, Osmanlılar tarafından "Boşnak" olarak adlandılar. Bu arada Anadolu'dan gelen dervişler ile "Nakşiben ilik" "Rıfailik" ve "Mevlevilik" gibi tarikatlarda Boşnaklar arasında büyük ilgi gördü ve kısa zamanda yayılmaya devam etti  Böylece eski kültürleri ile Osmanlı-‹slam kültürünü karıştırmaya ve kendilerine ait bir yapıya bürünmeye başladılar..
fiüphesiz Bosnalılar gönülü olarak islamiyeti seçmeye başladıktan sonra. Hersek'te büyük kitleler halinde  islamiyeti kabül edilmeye başlandı. Bütün bu gelişmeler 15.yüzyılın sonlarından 16. yüzyılın başlarına kadar devam  etti  Böylece nüfusun % 60'ı müslüman oldu.[13]
Bu durum daha sonra sosyal yapıya ve Osmanlı devleti çindeki yerlerine de etki etti. pek çok devlet adamı üst kademelerde görev almamlarına sebep oldu..Nitekim bunardan ; Damat ‹brahim Paşa, Cezar Ahmet Paşa, Hersekzade Ahmet Paşa ve Koca Mustafa Paşayı örnek vermek mümkündür. [14] 
Bosna-Hersek'in l463 yılında alınmasından sonra Osmanlı hakimiyeti kesin olarak sağlandı. Böylece bölgede ‹slamiyet hızla yayılmaya başladı  Bilhassa Bosna Osmanlı'nın en güçlü dayanağı durumuna geldi. Bu durum Macaristan'ı da tehlikeye düşürdü Bir müddet sonra da Hersek Osmanlı hakimiyetini kabül etti..[15] 
 Balkanlarda başlıyan fetih hareketleri ile birlikte çeşitli bölgelerde başlıyan göç ve nüfus hareketleri çeşitli etnik yapıyı ortaya çıkardı. Çok sayıda Türk'te bu zamanlarda Balkanlara yerleşmeye başladı..Aynı dönemlerde Venedik'in baskısı ve denizlerde, bilhassa Preveze zaferi ile elde edilen başarılar Avrupa devletlerinin denizden de müdahalelerini imkânsız hale getirdi. Bu durumda Avrupa'daki siyasal güçlerin aralarında çıkan sorunlar Osmanlı devletinin Avrupa içlerine yayılma ortamını hazırladı. Nitekim l521 yılında Belgrad'ın alınışı Avrupa fütühatına yol açan mühim bir amil oldu ve 29 Ağustos 1526 yılında Kanuni Sultan Süleyma'ın Mohaç'ta kazandığı zafer buradaki hakimiyetlerini kuvvetlendirmeye yetti.
 Kanuni Sultan Süleyman döneminde (1520-1566) bölge tamamen fethedildi. Eyalet sütatüsünde düzenlendi ve 6 sancaktan oluştu. 17.Yüzyıl başlarında eyalet merkezi Travnik'e taşınınca Bosna merkez, Hersek, ‹zvornik, Kılıs, Zaçasna, Kırka  ve Pakraç birer sancak oldular.
Fakat bu durum uzun sürmedi I. Viyana kuşatması(l529) nın başarısızlıkla sonuçlanması, bilhassa 1590 yıllarında Habsburg Haneda'nının girişimleri ile Tuna boyunca Osmanlı ordularına karşı yeni bir cephe açılmasını ortaya koydu.[16]
Bilhassa 1683 II. Viyana bozgunu ise bu güç dengesini tamamen Osmanlı aleyhine çevirdi. Avrupa devletlerinin haçlı zihniyeti ile kurmuş oldukları " Kutsal ‹ttifak"  ve  l699 yılında imzalanan Karlofça antlaşması ile Türkler Balkanlar'dan atılmaya ilk defa toprak kaybına uğramaya  başladı
Bu durum 1865 te yeniden düzenlemeye gidildi ise de 1875 yılına kadar korundu. ancak bu tarihten sonra Hersek olarak anılmaya başlandı. Hersek önce mutasarrıflık daha sonra da iki sancaklı küçük bir vilâyet oldu.[17] 
Nüfus durumuna bakıldığında ise; 1875 yıllarında  Bosna ve Hersek'te 1.051.000 nüfus olduğu, ayrıca l895 yıllarında 1.59l.000, l9l0 yıllarında da 1.898.044 olduğu görülür.
l9.yüzyıl sonlarına kadar birbirlerinden hoşnut olarak yaşamalarına rağmen mültezimlerin (Vergi Toplayıcı) aşar toplamadaki haksız ve suistimalleri ahaliyi galeyana getirdi. Hersek'in hırıstiyan halkı davalarını kazanmak için bazı teşebbüslere girdiler ve aldıkları batı desteği ile 24 Temmuz l875 te isyâna başladılar. Isyânı bastırmak pek kolay olmadı. Isyâncılar sahalarını genişlettiler. Müslümanlar her tarafta öldürülmeye başlandı. Bunun üzerine Müslümanlar da silahlanarak kendilerini müdafaa durumuna geçince isyân mahalli durumdan çıkıp bir din ve mezhep çatışmasına dönüştü.  Batılı devletler durumun düzeltilmesi için bir nota verdiler ve Osmanlı devleti bunu kabül ederek barışı sağlamak istedi ise de Bosna-Hersek asîleri durumu yeniden karıştırıp tekrar silaha sarıldılar [18]
l877 Osmanlı Rus savaşına kadar isyânlar ile karışıklıklar devam etti. Sırplar ve Karadağlılar Hersek Isyânını da tahrik ettiler. Daha sonra l877-l878 Osmanlı-Rus harbini başlattılar. Savaş sonucu imzalanan Ayestefonos Antlaşması Rusya'nın güçlenmesini sağlarken tam bağımsızlık kazanan  Sirbistan'ın da yeni topraklar kazanmasını sağladı. Ayrıca Karadağ bağımsızlığı tanınırken Bosna-Hersek'te Avusturya yönetimine bırakıldı.[19]  
l908 yılında Makedonya'ya sınırlı bir özerklik verilmesinde anlaştılar..Bosna bulanımı l908 ylında II. Meşrutiyetin ilanından sonra da devam etti.Nihayet  Avusturya-Macaristan İmparatorluğu devleti Bosna-Hersek'i ilhak etmeye karar verdi. Rusya'yı da yanına aldıktan sonra 7 Ekim l908 yılında bunu gerçekleştirdi.  Bu durumu Almanya ve Fransa da tanımak zorunda kaldı.Ancak Osmanlı devleti bu oldubittiyi kabül etmedi. Böylece  çatışmalar yeniden başlayınca Avusturya bundan istifade ile Bosna-Hersek'i ilhak etti. Bu seferde Sirbistan kabül etmedi
Balkan savaşı sırasında Avrupa devletleri Sırbistan, Hırvatistan , Yunanistan ve Bulgaristan gibi Balkan gruplarına bağımsızlık veya toprak kazanmaları için  yardıma devam ettiler  
Savaş boyunca Sırp milliyetçiliği gelişti. Bosna-Hersek 26 Ekim l9l8 de Sırp, Hırvat ve Sloven (SHS) krallığının bir parçası olarak Sırbistan ile birleştirildi. Böylece 1 Aralık 1918 de çok sayıdaki etnik ve dinsel topluluğun birleşmesi gerçekleşti..Kurulan bu krallık 1921 de tahta çıkan I.Alexandır'ın 1928 yılında iki hırvat milletvekilinin öldürülmesi dolayısıyla başlıyan gerginliği önlemek için Ocak l929 da parlementoyu dağıtıp anayasayı yürürlükten kaldırdığını görmekteyiz. Bu tarihlte Yugoslavya hükümeti Bosna Hersek topraklarını yeni bir idari teşkilata tabi tuttu ise de bu karışıklıklar II. Dünya savaşına kadar devam etti.[20]
İkinci Dünya savaşı sırasında başlıyan Alman saldırısına karşı direniş örgütleri kuruldu. "Partizanlar" adıyla Tito'nun başkanlığında verdikleri mücadelede 1944 yılında başarıya ulaştı..[21]  Farklı etnik yapıdaki toplumlar bir araya gelerek l946 yılında "Yugoslavya Sosyalist Fedaratif Halk Cumhuriyeti' "ni kurdular.
l946 yılından sonra da Yugoslavya'nın altı halk cumhuriyetinden birisi (Sırp, Hırvat, Sloven, Bosna-Hersek, Makedonya ve Karadağ(Montengro)  oldu.  l948 yılana kadar  Tito Stalinci bir siyasal yapıyı, l948 yılından sonra da " Öz Yönetim" adıyla sadece Yugoslavya'ya münhasır bir yönetim biçimi uygulamaya başladı. Bu cumhuriyette nüfusun çoğunluğunu oluşturan müslümanlardolayısıyla l971 yılında Tito "İslamlaşmış Slavlar" olarak anılmalarına müsade etti. Ayrıca l974  Anayasasında "Müslüman Millet" olarak tarif ve tescil edildiler.   [22] 
SON GELİŞMELER
Pek çok millet ve azınlıktan oluşan Yugoslavya etnik ve dini yönden çok çeşitlilik arzeden bir ülkedir. Bu durum Tito'nun ölümünden sonra siyasî iktikrarsızlığın artması ve ekonomik bozukluk bu milletler topluluğunun bağlarını zayıflatmış ve dağılma durumuna getirmiştir. Buna  1981 yılında Kosava'da ki Arnavutların isyânı ile 1987 yıllarında başlıyan Sırp ayaklanması ve Doğu Blok ülkelerinde meydana gelen gelişmelerde milliyetçi akımların gelişmesi dağılmaya büyük hız kazandırmıştır[23]
-----



Olan Biten, Mazeretler vs.

Oldukça uzun bir aradan sonra merhaba,
Kaç ay oldu hem editör hem yazar sıfatıyla yazmayalı. Arşivi karıştırıp tam tarihi vererek kendimi ifşa etmek istemediğim için “oldukça uzun bir ara” deyip sıyrılalım işin içinden. Aslına bakarsanız bu yazı birkaç aydır yazılmayı bekliyor. Aylardır aklımın bir köşesinde “hiç olmazsa bu gece bir şeyler yazmalı” demekle geçiyor. Birkaç kez kâğıdı kalemi alıp yazmaya başlayınca aslında bu yazının yazılma zamanın gelmediği anlaşılıyordu. Yetiştirilmesi gereken başka işler var, bunu sonra da –düşüncelerini toplayınca- yazma imkânın var. Haydi, şimdi üniversitenin yaptığı son işler için bir haber metni yaz. Yaz ki para kazanabilesin. Ya da seminer hazırlamaya devam et, vizelere ve finallere çalış. ALES ve ÜDS de unutulmamalı. Hem yazı yazacak yazar bulmak lazım, “yazar öğütmek” övünülecek bir şey değildir! Bunları okuyacak, düzeltmeleri yapacak, uygun materyalleri bulup yayına hazırlayacak bir er ya da dişi kişi gerekecek. Nerede bunlar? Söyleyeyim.

Bildiğiniz gibi, dergide bir şeyler yayınlamaya çalışan herkes üniversite öğrencisi. Dolayısıyla hepimizin yoğunlaşması gereken dersler, seminerler, projeler, sınavlar var. Uzatılmaya çok müsait bu liste. Henüz eğitimimizin başlarında iken başladığımız yolculukta yükümüz biraz daha hafifti. Fakat bugün baktığımızda bölüm sınavlarımızdan ziyade hayata atılmanın arifesinde, bu atılmayı olabildiğince iyi bir şekilde yapabilmek için önümüze koyulan diğer sınavlarla da baş etmeli, bu arada tezlerimizi belirlemeli, farklı şehirlere gidip bizzat sahada araştırma yapma hayalini gerçekleştirmeli. Eh bu şartlar altında itiraf etmeli ki dergi 2. hatta 3.plana atıldı istemeye istemeye. Bu yüzden sayılar arasındaki ara çoğunlukla 2 aya bazen de 3 aya çıktı. Yeni sayılar da çalakalem hazırlanmış, sırf yayınlayalım da kurtulalım mantığı güdüldüğünden hem sizler hem bizler için istenilen seviyede değildi. Aslında; “belli bir seviyeyi yakaladık mı?” Bunun da tartışması yapılabilir pekâlâ. Bu durum sizi rahatsız ettiği kadar bizleri de rahatsız etti ki uzun süre düşündüklerimizi hayata geçirmeye karar verdik.

Öncelikle; “aylık e-dergi” tanımından sıyrılarak “belirsiz aralıklarda yayınlanan e-dergi” tanımını uygun bulduk. Bu, istenilen seviyede yazıların toplanması, dolayısıyla istenilen seviyede bir dergi için kaçamayacağımız bir hamle. Zira yukarıda belirttiğim nedenler yeterli sayıda ve istenilen seviyede yazıyı her ay toparlamak hele ki bunların oldukça az bir kadroyla 1 ay içinde yapılması mümkün değil. Denedik olmadı.
İkinci olarak, artık dışarıdan da yazı kabul etme kararı aldık. Yani kıyıda köşede bir yerlerde bir şeyler hakkında yazdığınız yazıları bize gönderebilirsiniz. Bunun için tek şartımız, yazının günlük siyasi kaygılardan soyutlanmış olması. Yazılarınız için e-posta adresimiz: editor@apopulerdergi.com

Üçüncü olarak, yine uzun bir süredir –aslında derginin kurulduğu ilk günlerden bu yana yaşadığımız teknik sorunların yakamızdan el çekmemesi, bunlar yetmezmiş gibi TİB’in 4 milyon internet sitesinin bir anda kapanmasıyla sonuçlanan blogger’ı yasaklamasının ardından başka bir servise geçme telaşı, toparlanmışken sunucumuzun çökmesinden mütevellit 1 ay ulaşamama, siteyi tekrar aktif edebilmemize rağmen yaşanan arşiv kaybı ve elbette ne göze ne de okumaya tam anlamıyla hitap eden sayfa tasarımımız. 2 aylık arşiv kaybımızı telafi ettiğimizi daha önce notlar’dan ve sosyal medyadan duyurmuştuk. Yeni sayımızla birlikte eskisinden daha kullanışlı ve hem göze hem okumaya hitap ettiğine inandığımız yeni bir görünümle karşınızdayız. Aksaklıklar, eksiklikler her zaman olacaktır. Bu yüzden sizden ricamız herhangi bir sorunla karşılaşmanız durumunda bunu bize iletişim sayfamızdan bildirmeniz.

Son olarak, sanırım son sayımız hakkında bir şeyler söylemeli. Konu biraz iddialı. Bu iddianın altından tek başımıza kalkmamız mümkün değildi. Bu yüzden dostlardan yardım istedik. Sadece bu sayı için değil her zaman yanımızda olup destek veren dostlara ve büyüklerimize çok şey borçluyuz. Çok uzattım galiba. Sizi 23. Sayımızla baş başa bırakıyorum. Keyifli okumalar.
Murat Mutlu

Sen Dünya'nın Halini Bilir misin / Nur Yazgan

Sen dünyanın halini bilir misin; milyonlarca yıldız arasında ve sonsuz bir karanlıkta yapayalnız. Yıldızların keyif verici ışığı içini ısıtmıyor,yalnızlığını dindirmiyor olsa da onların başkalarının güneşi olduğunu bilmek rahatlatıyor onu.

Belki yıldızların sevimli titrek ışığı dünyanın bu rahatlama anlarından birinde senin gözlerine de düşer. Göz bebeklerinde ışıldar da yüreğine akar. ‘senin yıldızların başkalarının güneşi’ diye fısıldar kulağına. İçini bir ferahlama duygusu kaplar. Doğumundan ölümüne asla peşini bırakmayacak olan o derin yalnızlık duygusundan kurtulursun bir an için. Sonra daha fazla huzur, daha fazla ferahlama için gökyüzünü seyre dalarsın. En yakın yıldızın yıllarca uzakta olduğunu, göğe baktığında evrenin şu anını değil geçmişini izlediğini bilmeden bir yıldız kayıyor diye düşünürsün. Belki dilek tutmaya bile kalkarsın yıldızın kayış anını yakalayabildiğin için… an’ları yakalayabildiğin için böbürlenirsin de hatta. Elli yıl önce sönen bir güneşin yok oluş anına tanıklık ettiğini bilmeden şimdiki zamanı yakaladığını sanırsın. Evren de sevgiliye benzer oysa… Nasıl sevdiğinin yüzüne baktığında sadece şimdiki zamanı değil onunla paylaştığın geçmişi de görüyorsan göğün yüzü de geçmişini, hatıralarını sunar sana. Böylece an’ın içinde geçmişin ve geleceğin saklı olduğunu hatırlatır; elinde tuttuğunu sandığın hayatının başlayıp sona eren,doğumdan ölüme giden doğrusal bir çizgi olmadığını aksine yaşamın ve ölümün, dünün ve yarının sadece senin göğün yüzünü izlediğin andan ibaret olduğunu fısıldar kulağına… O zaman ruhun bütün ağırlığından kurtulur. Özünde güneşin ışığını saklayan çiçekler gibi güzelleşirsin sen de… Yüreğine bir huzur yerleşir,taç yapraklarını açarsın; köklerin yürür toprağın derinlerine… Dünyanın binbir çeşit çiçeği gibi konuşmadan, kımıldamadan, dokunmadan etrafını büyülemeyi keşfedersin. Belki bir kelebek dokunur kaçar sana; yaprakların titrer sevinçten, içten içe gülümsersin. Bu durağanlığın zamanla bilgeleştirir seni bir ağaca dönüşürsün sonra... kabuğuna atılan her çentik derinlere sirayet eder; yüreğinde bir yaraya dönüşür sonra.. belki sevdiğinin adını kazır biri üzerine.. yıllar geçer o unutur sevgilisini sen unutmazsın bu masumiyeti; görmüş geçirmişliğin nezaketiyle gülümsersin, dalların titrer ince ince; gölgen büyür,uzar,çoğalır.. Bir kuş konar dallarına… Asil bir güvercine dönüşürsün o anda.. Boynunu uzatıp sağa sola sevimli sevimli bakarsın. göğün yüzüne kavuşursun sonra. Okşarsın o muhteşem yüzü, öpersin. Kanatlarını açar, yeryüzünü alırsın kollarının altına.. Rüzgar ince ince okşarken yüzünü o muhteşem özgürlük duygusunu tadarsın.

Ne istersen onu olabilirsin; sevimli bir kedi yavrusu ,ürkek bir ceylan hatta sefil bir hamam böceği.. Genişleyen, çoğalan, uzayan ve büyüyen o muhteşem anın içinde zaman ve evren sensin. Dünyanın hali de halsizliği de, o karanlık okyanusta dönüp duran milyonlarca gezegen de sensin. Yaşın yok; evrenin doğduğu yaştasın.. Hayatın onunla başladı ve onunla sona erecek. Yüreğinde aşkı saklayan bu öz seni de saklıyor için de. Sen evrenin özüsün aşk ile aynı yerde…

Hiroşima Sevgilim / Nur Toprak

"Hafızay-ı beşer nisyan ile maluldür" der eskiler ve iyi ki de öyledir. Yazık ki ben bu kalıbın içene girebilenlerden olamadım. Çocukluğumdaki en lüzumsuz ayrıntıları dahi unutmayan biri olarak aile eşrafının hala tuhaf bakışlarına maruz kalırım. Belli bir
yaştan sonra unutmanın erdem olduğunu öğrensem de kasıtlı olarak beynimi buna zorlamam gerekiyor. Çünkü gereksiz detayların detayında olmak elzem bir zihinsel yorgunluk hali veriyor. Yine de unutmadığınız, unutmayı başaramadığınız gerçeklerle yüzleşince
fark ediyorsunuz ki insan algısı da alışıyor anormal olan durumları normal olarak görmeye. Hatta "olmuş ve ölmüşe çare bulunmaz" diyerek durumu normalleştiren cümleler kuran varlıklardan oluyoruz. Unutmak olgusuna nerden girdin diyenler için bir açıklama yapayım.
Orijinal adı "Hiroshima Mon Amour" olan "Hiroşima Sevgilim" filminin başlangıcında ki görüntüler etken oldu buna. İzlerken neler hissettiğimin tarifi yok, hissettiklerimi unutmanın yolu yok. Her şeyden öte bir halkın yaşadığı azabı anlatacak bir dil yok.
Yükleminden öznesine sersek tüm minderleri bir halkın belleğinde ki görüntüleri silmenin yolu yok. İşte bu yüzden benim hissettiklerimi unutamamamın gerçekle karşılaştırıldığında zerre kadar değeri yok .

"Errare humanum est/Hata insana mahsustur" şeklinde Latince bir deyim vardır. Hadi hatalarımızı sayalım diyeceğim ama dilim elvermiyor sormaya "Hiroşima nasıl bir hatadır, Nagazaki nasıl bir hatadır ve Halepçe nasıl bir hatadır" diye. Daha da ötesi şunu
sorgulamak gerekiyor "Bu hatalar insan hatası mıdır?" İnsan iseler dahi nasıl bir evrim sürecinden geçerek bu hale gelmişler ve nereye doğru gitmektedirler. Okuduğuma göre ABD daha yenilerde bir özür dileme talebinde bulunmuş Hiroşima ve Nagazaki'den . O kadar
gizliymiş ki bu özür dileme talebi sadece Wikileaks den öğreniyoruz . Reddedilmiş talepleri haliyle. "Pardon 200 000 insanınızın ölümüne neden olduk, özür dileriz."

Şehrin hafızasının ve insan hafızasının tüm acılarını yok edecek bir cümle var mıdır bilmiyorum. Ama "hata"; sonucu tahmin edilemeyen bir eylem sonrası, bilmeden ve istemeden yapılan durumlar karşısında dilenir. Bilerek ve isteyerek yapılan, tuşlara
bilerek basılan, isim verilerek hazırlanan bombaların ve yok edilişe imza atılan bir ortamda dilenen "hata"nın özrü kabul edilir mi? Ya da bu özür dileme nasıl bir özür dilemedir. Hangi özür siler hafızayı?
-Silmez hiçbir şey. Ama başka bir şey yapılır. Durum normalleştirilir. İnsan hafızası ve düşünme biçimi krizlere alıştırılarak en olağan olmayan durumlar normalleştirilir. Bu katliamlar sırasında direkt ölenler şanslıdırlar. Çünkü sonrasında dünyanın geri kalanın maruz kaldığı "zihinsizleştirme" daha acıdır. Hafıza hatırlar acıyı, ama bundan daha kötüsü bunların olduğunu bilerek yaşamaktır. Zihinsel yolla İnsan kıyımına izin veren bir sistemin çarkına dahil olursunuz. İnsanoğlu üremeye devam eder. Keşifler yapar, su toprak, ateş, hava derken bir yolunu bulup bilimi keşfeder. Ne buluştur ama. Bulduğu bu kavramla kendi yok edişini hızlandıracak büyük teknolojilere imza atar. Aya ulaşır ama insanlığa ulaşamaz. Savaşsız tarihler yazmanın erdeminden kimse bahsetmez.

Bir lahza duralım şimdi. Bir kahve alalım elimize, toprağı koklayalım. Bir cümle hatırlayalım.
"Errare humanum est, perseverare diabolicum./ Hata insana mahsustur, ancak hata yapmakta diretmek şeytancadır. (Lucius Annaeus Seneca)

Stanley Kubrick'in 1960 yapımı Dr. Strangelove
filminin son sahnelerinden. Bomba atıldı.

Büyüyen Çimenlerin Sesi / Gülşah Akbulut

(Sanem Tufan / Rahatsız adlı
kişisel resim ve heykel sergisinden
2011 / Esiriniz)
Dünyanın nezaretinde sanmak kendini… Kaç bin çekirdekli bir soğukluk hesabını yapamadığım? Gözyaşlarım; yanaklarımın ağırlamaktan bıktığı dargınlık, barışsak ya artık. Dünya sadece bir metafor, perişanlığı anlatmaya yeminler etmiş. Boynuzunda döndüğü öküz çoktan ihtiyarladı. En ufak bir oluş sarsıyor onu. Dünya kendi ekseninde dönüyor diyenlere cevap olsun. Dünya öküzün boynuzunda! Toz bulutları, soğumalar, yıldızlar, güneş sistemleri (…) insanlık masalsız yaşayamaz. Büyüdükçe aynılaşıyor herkes, her şey. Hep şu boynuzu parlak öküz yüzünden; insanlık onu fark etti mi, dünyanın dengesi bozulmasın, sarsılmasın diye unutuyor masalları.

Aklımız nerde bizim, başımızda olması gerekmiyor mu? Büyüdükçe ayakucumuza doğru iniyor ve onu itinayla çiğnemeye başlıyoruz. Bastıkça, ezdikçe dengedeyiz; duydukça adımların seslerini sağırlaşıyoruz. Okyanus gibi her şeyi bir anda duymaya ve ayrıştırmaya başlıyoruz. Bir nevi pek çok işi bir arada yarım yamalak yapmak, her ne varsa sınıflara ayırmak okyanuslar kadar… Hem o kadar hızlı hem de güzel olmak zor, öküz de haklı.

Dokunun dünyaya, kurtarın o huysuz ihtiyarın elinden onu. Dünyanın asistanlığını yapın mesela. Hani söylenecek tüm kötü sözleri patronu adına söyleyip onu kurtaranlar gibi. Başınıza yıkılır diye mi korkunuz? Yahut boynuzunun parıldayan hali kamaştırıyor gözünüzü. Belki dışarıdan bakınca soğuk, katı canımız dünyamız ama, içinin sıcağını hatırlayın, bırakın yaksın sizi. Kendine gelsin ki büyüyen çimenlerin sesini duyabilelim. O vakit belki azalır beynimizin taa içindeki tayfun.

Çok Tanıdık Çok Bildik / Murat Mutlu

Diken Ucu’nu anlamak zor değil, zira anlattığı bizzat biziz. İlişkilerimiz, bize maya çalanlar, etrafımızdakiler –bizi kuşatan kalabalıklar- bir aradayken yapamadığımız, ayrıyken içimize bir şeylerin sinmemişliğin çaresizliği, çok uzak yıllardan bir hayalin gelip bizimle olmaya başlaması ve elbette bizim ne yapsak tutturamadığımız duygusallıklarımız.

Behçet Çelik, Diken Ucu’nda kendimizin, yaptıklarımızın farkına varmaya çağırıyor. “Önemsiz bir ayrıntı. Perdenin söküğü, dolabın kapağı.” diye diye “o sabaha varmadan” bir şeyler yapmak gerektiğini ise siz anlıyorsunuz.

Kasti Faul’un bittiği yerde –ki bu aylar önce indiğim üçüncü öykü durağından sonra okumaya başladığım ilk öykü- “hikâyenin tam ortasından –bam telinden başlayıp bir yere getiriyor. Sonra aniden bitiriyor. Baş ve son hep muğlâk hep bilinmez. Okuyana bırakan değil, bir şeyler bulmasını, yapmasını salık verenlerden.” notunu düşmüşüm. Sadece Behçet Çelik’in değil, -yazılan, yaşanılan- bütün hikâyelerde hikâyenin nasıl başladığı bir süre sonra önemini kaybediyor. Ayrıntılar, kalabalıklar, yaşanmak istenen ve istenmeyenler arasında yitip gidiyor hikâyenin başı. Sonunu görünce de başı düşünmeye başlıyoruz. Nerede hata yaptık, bir şeyler değiştirebilir miyiz umudu ve telaşıyla. Sesin donuk çıkması için düşünmüş, tartışmış, uykusuz kalmış, başkalarına danışmış ve uygun anda söylenmiş; niçin tutmadığı belli –öyle mi sahiden?- olan mayayı sorgulayan, mekândan bağımsız zannedilen dostlukların “(…) vakit dolar, akşam olur, dağılırız.”a dönüşünden dem vuran… Dünya’yı korumak zorunda olduğumuz insanlar...

Behçet Çelik’in insaniliğimizi sorguladığı, gücün ve iktidarın, bunlara sahip olmayan çoğul insanların hayatlarına nasıl kıydığı, bu kıyımın coğrafyalardan bağımsız olduğunu ve yaşanan acıların, edilen duaların, çocukluğun aynı olduğunu ve çok bildik çok tanıdık bir şekilde çocuk kalbimize sesleniyor. Yaşanan savaşların, kıyılan canların nedeni hepimizce malum zira. Hele ki bu topraklarda.

Son cümleye noktayı koyduğum sırada farkına vardığım şekilde; insaniliğimizi sorgulayıp çocukluğa atıflardan sonra “zamanda kayıp” o devirdeki hülyalarımızı okurken buluyoruz kendimizi. Bunu bilerek mi yaptı, yaptığı sırada kaçarken düşen çocuğa son sahnede ne yaptığının bilincinde olmadan düşen çocuğa göz kırpmamasına içerleyip bizlere göz kırpmış mıdır Behçet Çelik bilmiyorum, ama ben onun göz kırptığını hayal ediyorum Canberra’nın hayali miçosunu ve gamsız arkadaşını anlatırken.

Tartışıla gelen
Utangaç –belki de suçlu- bir tavır takınıp boynumu bükerek bitirdim “Kuantum Hikâye”yi ve kitabı. Hayır, kitabı bitirmenin üzüntüsü değil, “Kuantum Hikâye”nin bana sorduğu soruydu utangaç tavrın ve bükük boynun nedeni. Hem hikâyeyi tam olarak algılayamam hem sorduğu sorunun hem altını çizdiğim koca paragrafın ağırlığı.
Edebiyatın maruz kaldığı ilgisizlik, var olma çabası –ki bence öyle bir çaba yok bütün heybetiyle duruyor hayatımızda edebiyat- arzu edilen büyük patlama ve elbette hayatı mı kitapları mı yanlış anladığımız sorusu.

Bu da beni bir süre meşgul edecek bir paragraf olsun.


Müzik Müzik Müzik / Efsun Güztoklusu

Wilco isimli müzik grubunun solisti ve beyni Jeff Tweedy müzik ile ilgili özgün görüşlerini şu biçimde açıklamış; “Hayatımın kitabı Don Kişot’tur. Rock müziğin bir özeti gibidir. Marazlı bir hayalcilik, Post modernizm, değirmenlere saldırı düzenleme ruhu ve tabii sizden daha akıllı olmasına rağmen size müthiş bir bağlılık gösteren Sancho Panza gibi hayranlar. DON KİŞOT SIRF ROCK AND ROLL’DUR.”

Bu yazıyı hazırlarken referans olarak aldığım 'Ve Başkaldırdı Apollon’Rock tarihi (İmge Yayınları Yazarlar: Burak Eldem ve İzzet Eti) isimli yapıta ve yazarlarına müteşekkirim.

1950’lerin ortalarında siyahların müziği rhytm and blues’u radyo ortamına ilk sunan Cleaveland’lı radyo programcısı Alan Freed ile uzun süreçli yolculuğuna başlayan Rock'n Roll’un ilk popüler temsilcisi Elvis Presley’dir.Presley 1956’da ilk kez 1 milyonun üstünde Satan ‘Heartbreak Hotel’adlı parçasıyla anne ve babalarından daha değişik bir müzik dinlemek isteyen gençlerin idolü oldu.Yıllar sonra Dire Straits’in beyni(ki60’ların müziğinin tınıları yapıtlarında bolca mevcuttur)Mark Knopfler ‘Calling Elvis’adlı single ile o döneme çok nostaljik bir vurgu yapmıştır. (dire strait1991 albümü’On Every Street’in ilk parçası)

1960’larda Rock n Roll bireysel zırhından arınarak,Liverpool’lu dört gencin kurduğu Beatles ile tam anlamıyla rock kimliğine bürünmüştür.Bu dönemde rock grupları ortaya çıktı Ve müziğin ekseni Amerika’dan İngiltere’ye kaydı.Ayrıca rock türleri ortaya çıkıp çeşitlendi. Bunlar çok kısaca,soul,geleneksel folk rock(Joni Mitchell),hippilerin Woodstock’a taşıyacakları isyankar ve uyuşturucu odaklıpyscodelic rock (Pink Floyd’un Syd Baret önderliğindeki ilk dönemi),senfonik rock (Rick Wakeman;The Who),ağır aksak rhytm funk elektronik çalışmalara ağırlık veren ve klasik motiflerle rock müziğe sanatsal bir nitelik kazandıran progressive rock (Genesis) gibi türlerdir.


1960’ların özellikle sön döneminde rock müziğin siyasal ve toplumsal konuları dile getirmekteki yatkınlığı da ortaya çıkmış oldu.Rolling Stones grubunun ‘İndian Girl’albümündeki şu sözler çarpıcıdır:Mr.Gringo ,my father aint no Che Guevera/And His fighting the war on the streets of Masaya... Bu dönemin sivrilen grupları Rollin Stones,The Greatful Dead,The Doors,The Who gibi gruplar ve bireysel gitar tekniğine bugüne değin kimsenin ulaşamadığı Jimmy Hendrix,Janis Joplin gibi vocallerdir.1960+ların sonlarında da Led Zeplin.Deep Purple, Jethro Tull,Supertramp,Yes,Genesis ve niceleri ortaya çıkmışve günümüze değin varlıklarını sürdürmüşlerdir.

Rock'n Roll’un gelişimi; Amerika ile Avrupa’da özellikle İngiltere’de doludizgin devam ederken;Fransa gibi kendi dillerine çok bağlı ülkelerde grup bazında gelişemedi. Zira Rock’un evrensel dili İngilizce idi.Bir dönem Johnny Holiday rock tandanslı bir şeyler yaptı.Fransada Arap göçmenlerin etnik müziği ise müthiş bir gelişme göstermiştir nice Fransız kafatasçı politikacılara inat...
Metal müzik daha sonra çeşitli Avrupa ülkelerinde İsveç, Norveç; Finlandiya gibi İngiliz diline dayanmakla birlikte kitlesel taraftarların gözdesi olarak devam edegelmiştir.Norveç'te yurt dışına ihraç edilen en önemli ürünler arasında black metal grupları da bulunmaktadır.Almanya,Fransa gibi ülkelerde gençler bu müziği anlayabilmek için Norveççe öğrenmeye başlamışlar bir rivayete göre....Norveçli diplomatlara da klasik müzik eğitim kadar black metal eğitimi de verilmektedir ki yurtdışında ''fransız''kalmasınlar.Bu arada Rusya Devlet başkanı Medyedev gençliğinde koyu bir Deep Purple hayranı olduğunu açıklamış vegeçen aylarda efsane grup ile tanışmıştır.Ancak efsane grup artık falemenko müziği dinlediğini beyan ederek sayın devlet adamını bayağı üzmüştür..Asi gençlik işte ne olacak... Ne olursa olsun müzik ruhun gıdasıdır...

Hiç Varolmayan Birine Aşık Olmak / Taner Özbek

Edvard Munch
Bu durum Divan Edebiyatı’na çokça konu olmuştur. Her ne kadar şiirler aşk için yazılmış olsa da (bu bazen bir insan yani mecazi aşk ya da ilahi aşk olabilir) aşık olunandan çok aşkın kendisi daha önemlidir. Hatta bazı şairlerin uğruna şiirler yazdığı kadınlar bundan etkilenip karşılık verdiğinde yine bu şairler, sırf bu nedenden dolayı karşılık bulan aşkına kayıtsız kalmıştır. Onlara göre birini sevmek aşk ise, karşılık bulan aşk o andan itibaren meşk olur. İş budur ki, amaç aşkın kendisini kaybetmemektir. Bu biraz Platon idealizmine benziyor.
 
Aslında kimi divan şiirleri okunduğunda gerçekten bir kadına mı yoksa tanrı için mi yazıldığı pek belli olmuyor. Burada amacın mecazi aşktan ilahi aşka ulaşmak olduğunu düşünüyorum. Bu da ancak aşkın en saf, duru hali ile olabilecek bir durum. Yani meşke düşmeden, o saflığı koruyarak...

Ne olursa olsun, Yunus Emre'nin kelime kelimesine olmasa da, şöyle bir dizesini hatırlıyorum; "yoktur ki cihanda ademoğlu, aşksız ola. Ya bir insana ya da bir nesneye aşıktır."

Aşkın bir karşılığı olmalı mı ya da insan karşılıksız mı sevmeli? Bu tarih boyunca hem düşünürlerin hem edebiyatçıların üzerinde kafa yorduğu bir mevzu olmuştur. Ya da "beni ben olduğun için mi seviyorsun?" sorusuna en az bir kere muhatap olmuştur insan. Olmamış olsa bile "beni neden seviyor?" sorusunu, insan en az bir kere kendine sormuştur. İşin özü aslında aşkı nasıl anlamlandırdığımızla ilgili. Meşk isteyen için aşka karşılık bulmak önemlidir, aşk isteyen için sevmek daha önemlidir. Hepsi aşk, ama başka başka...

İnsan nasıl severse sevsin, her şeyden önce insan gibi sevmeli. Bir insana yakışır gibi. Neyi sevdiğinden çok nasıl sevdiği daha önemli. İlla bir kadın ya da erkek olması gerekmiyor. İnsan bir hayali de sevebilir. Bir umudu, sosyalizmi, tanrıyı ya da bir ağacıda sevebilir. Bizi değerli kılan neyi sevdiğimizden çok nasıl sevdiğimizidir. Nasıl seversen sev ama önce insan gibi sev. İnsanı sev! Keza Francis Bacon; “evlilikteki sevgi insanı çoğaltır, arkadaşlıktaki sevgi insanı yüceltir, uçarı sevgi her şeyi bozar yozlaştırır.” der...

Aşk acısının en kırılgan tarafı, benim bu kısıtlı zamanda gözlemlediğim kadarı ile, aşkın bir kişiden bağımız olamaması. Lakin birini seviyor ve her şey onun buna karşılık vermesine bağlı ise; ya çok mutlu olursunuz ya da hayal kırıklığı yaşarsınız. Mutlu olmak dediysem bu hep böyle süreceği anlamına gelmez. Bir şekilde aşkı, sevdiğiniz insandan öteye götürmek gerekiyor. Yani birini sevmek size insanları, doğayı ya da inançlı biri iseniz tanrıyı sevmenize ışık tutmuyorsa, başka bir deyişle; aşkınız, o kişiden öteye gitmiyorsa karşılık bulmadığınız her an acı, bulduğunuzda ise bir daha ki sefere daha fazlası gelmeyince yine acıdır. Belki bu yüzden günümüz insanın aşk dediği şey bu kadar basit daha doğrusu bayağı ya da kısa süreli oluyor. Slavoj Zizek, birini sevmenin aslında bencillik olduğunu söylüyor. Birini çok severseniz diğer insanları daha az seversiniz diye söylüyor. O galiba, bugünün aşk anlayışından bahsediyor. İnsan pekâlâ birini severken insan ve doğa ile olan bağını koparmadığı sürece bencilleşmeyebilir. Belki Zizek, doğa ile bağını koparmış modern insanın kendi aşk sancısını kastediyor da olabilir. Kendisine sormak lazım...

Editör Notu: Yazar, gerçek ismini kullanmak istemediğinden müstear isim olarak Taner Özbek dedik. Kendisine teşekkür ediyoruz.

Üçüncü Sayfaların Kayıp Hikayeleri / Ahmet Akkuş


şu karşı kaldırımdaki süslü kadın, orospu süheyla... yüz liradır geceliği süheyla'nın, ve her gece, bir yüz yıl daha yaşlanır, teri çok pahalı kokan sarhoş bir kodamanın altında. az öncesine kadar 25 yaşındaydı süheyla, ve bu kez bir otel odasında değil, çelimsiz pezevenginin omzunda ağlarken girdi yeni yüz yaşına. pezevenk asım, taş gibi dimdik duruyor buz gibi soğukta, bir eli omzuna kapaklanan süheyla'nın titreyen başında, bir eli polislere bir şeyler izah ediyor loş sokakta.
sokakta bir mavi bir kırmızı dönüyor, yanıp yanıp sönüyor ekip otosunun sireni, ve biriken kalabalığın baktığı yerde; ertesi gün muhtemelen birçoğunun üçüncü sayfasında adı geçecek gazetelerin altında, başında bir kurşunla yatıyor 24 yaşındaki filiz'in cansız bedeni...

 şu, tren penceresinden dışarı sigarasını üfleyen genç, murat... polis sirenlerinin birkaç yüz kilometre uzağında, doğduğu şehre, doğduğu mahalleye yaklaşmakta.
polis memuru ekrem'in eşkal dosyasında; murat, 17 - 18 yaşlarında, 1.60 boyunda, şakak kemikleri belirgin, bıyıkları henüz terlemiş, ablası filiz gibi esmer, ve en az onun ölü bedeni kadar donuk bakıyor, kalın kaşlarının altındaki kocaman gözleri.
emniyet kayıtlarına göre, daha önce; kasten adam yaralama ve kundakçılıktan, kendisine göre ise; ablasını arkadaşlarına pazarlayan, adam zannettiği öz amcasını ekmek bıçağıyla böbreksiz bırakıp, evini cayır cayır ateşe vermekten hüküm giymiş.
ve kekeme olduğu halde çok güzel şarkı söyleyebilme hünerinin, doğuştan sahip olduğu, müthiş resim çizme kabiliyetinin, tertemiz, dokunulmamış bir aşkla sevip, okul önlerinde saatlerce beklediği, fen-edebiyat lisesinin güzeli hale'nin, ve elazığ ıslahevi'nde defalarca ırzına geçen gizir ömer'in bahsi geçmiyor, pezevenk asım'ın polise verdiği eşkalde.

 ankara'nın cinnah caddesi'nde tek el silah sesi duyulalı, süheyla'nın çığlığı gazi osman kokoreççisi'nde uyuklayan sarhoş fikret'i bir anlığına ayıltıp, kuğulu park'ın kuşlarını ansızın korkutalı, ve filiz'in sarı peruğu kana bulanıp caddeye savrulalı tam 7 saat oldu. ablasına sıktığı kurşun, yüz milyonuncu kez patlarken beyninde, boynundan düşürdüğü atkısıyla diyarbakır'a devam edecek olan soğuk trenden, kayseri istasyonunda indi murat.

 filiz, ankara adli tıp morgunda, asım, karakoldaki bilmem kaçıncı ifadesini verirken bir eli halen havada, bu kez bir polisin omzunda süheyla'nın yorgun başı, göz kalemi akmış, uyuklamakta. fikret ayılmış, tunalı hilmi'de kağıt topluyor, hale uyanmış, saçlarını tarayıp okula hazırlanıyor ayna karşısında, ve gizir ömer, yeni bir çocuğun kalçalarını zorlarken koğuş tuvaletinde, doğduğu evin önünde durdu murat.

 6 yıldır tanımadığı birilerinin oturduğu bu eski, dökük, turuncu evi, tüm ayrıntılarıyla, ve dopdolu gözleriyle baştan aşağı inceledi. birden aralanınca siyah pencerenin beyaz perdesi, 6 yıl öncesiyle göz göze geldi murat.
o pencerenin arkasında, birazdan dopdolu elleriyle işten dönecek olan babasını bekledi, annesinin ekmek alması için bakkala gönderen buyruğunu işitti, oyuncak tabancasını saklayan ablasının siyah saçlarını yoldu, en iyi arkadaşı erkan'ı yine kapıda bekletti, sonra yanında dikildiği kiraz ağacından düştü yine, evin önündeki merdivene oturup diz kapağı yarasını kavlattı üfleye üfleye, karşı elektirik direğine dolandı kız gibi uçurtması.. sonra mavi önlük, beyaz yaka, babasının elinden tutarak yürüdüğü ilk okul günü...

 ve yine böyle bir kış sabahı, kapıyı yumruklayan yengesinin sesiyle uyandı, ardından komşular girdi yine içeri, annesini ve babasını battaniyeye sarıp götürdüler, 'gazdan gazdan' diye söylendiler, amcası sobayı tekmelerken, murat ağlayan ablasına sarıldı, sesler yavaşça azaldı, aralanan perde kapandı...

 ekrem, ulus tren garı'ndan eşkale uyan bir ihbar aldı, kayseri istasyonundaki küçük kulübesinde, neşet ertaş dinleyerek uyuklayan memurun telsizi bir anons geçti, mavi - kırmızı ışıklar, turuncu evin önünde durup, demin 6 yıl öncesine aralanan perdenin üzerinde gezinirken, doyasıya gülebildiği sayılı o birkaç günü hala kumlarında barındıran, amcasının yanmış evinin tam karşısındaki çocuk parkında, kendini bir salıncağa bıraktı murat.

omuzları yıkık, başı yorgun, ve kan çanağı gözleri; bir zamanların yaz sıcaklarında kalçasını yakan o eski kaydıraktan kayıp, şimdi soğuktan donmuş olan kumlara düşüyor.
tahterevallinin bir kefesinde annesi, diğerinde babası.. karşı salıncakta; yemek vermeyen, her anne diye bağırıp ağladığında daha sert döven üvey yengesi, hemen yanında ayyaş amcası ve aklının tam orta yerinde, daha on yedisinde orospu olan masum ablası...

asım soluğu kahvede aldı, olanı biteni arkadaşlarına anlatıp okeye dönüyor, süheyla bu kez bir taksinin arka koltuğunda darmadağın uyuyor, hale okul servisine bindi, fikret kızılay'a kadar indi, gizir ömer ağlayan çocuğu tekmeleyip keyifle donunu çekti, ve sivas'a girerken tren, gemerekli veysel, gülümseyerek eğilip aldı murat'ın atkısını.

 ve sonra, mavi - kırmızı sirenler çocuk parkına yaklaşırken, derin bir nefesle başına dayayıp, ateşledi murat tabancasını...

(3. sayfaların, kimsesiz hayatlarına ithaf olunmuştur)

Milli Etçillik / Çağatay Varyozdöken

Eugène Delacroix'nın La liberté guidant le peuple
(Halkın rehberi özgürlüktür)
adlı çalışması.
(Fransa'daki Temmuz Devrimi'nin
en önemli simgelerinden.)
Milliyetçilik kavramını anlayabilmek için ilk olarak milletin ne olduğuna tarihsel süreç içinde bir göz atalım:
İnsanlar büyük toplumlar haline gelmeden önce küçük topluluklar ve dahası bireysellikler içinde yaşamaktaydılar. Özgürlüklerini kısıtlandıracak büyük ve güçlü otoriteler bulunmamaktaydı. Bunun yanısıra iç içe yaşamayan insan özgürlüklerinin makro bağlamda birbirine etkisi yoktu ya da azdı.
Dönüşümler sonucunda bir arada yaşamaya başlayan insanlar artık diğer insanların yaptıklarından etkilenmeye başlayınca kamu güvenlik ve düzenini sağlayacak belirli otoritelere, bir takım özgürlüklerini sınırlayarak devrettiler.(Bkz. Toplum Sözleşmesi)

Otorite insanlara zulmetmeye başlayınca örgütlenme çabası içine girildi. Sınıflar oluştu ; ki bu sınıflar birbirine benzeyenlerden oluşmaktaydı ya da çıkarları ortaktı. Sınıflar otoriteye başkaldırarak eşit olmak için savaştılar ve devrim niteliğinde haklar kazandılar.(Örn. Fransız İhtilali) Vatandaşlık esasına dayalı toplumlar oluştu. Dün yaşamış olanlar, bugün yaşayanlar, ve yarın yaşayacaklar ulus bilincini yarattı.

Şimdi buraya kadar olan kısmı sanırım hepimiz biliyoruz ya da bilmiyorsak bile kolayca bu tarihsel döngüyü anlayabiliriz. Bu bölümden sonra millet kavramının üzerinde çok durulmayan kısmını irdeleyeceğiz.

Sözlüklere baktığımızda millet kavramının karşılığı hemen hemen şudur: Belli bir coğrafya üzerinde yaşayan, ırk, dil, din, tarih, yasa, geleneklerin ve adetlerin birliği, fizik ve fikri benzerlikler, ekonomik ihtiyaçların üretimi gibi sebeplerle birlikte yaşamak hususunda bir arzu duyan ve meydana getirdikleri medeniyetin özelliklerinden dolayı ve bunlar oranında kendilerini diğer milletlerden farklı hisseden insanlardan oluşan toplum. Milliyetçilik ise, üyesi olunan ulusun varlığını sürdürmesi ve ilerlemesi için diğer bireylerle birlikte çalışmaya ve bu çalışmanın bilincini sonraki kuşaklara aktarmak.

Bu kavramları bir kenara bırakalım ve kendimizi ele alalım. Bizim dışımızdaki insanlar, bitkiler, hayvanlar, gerçekleşen doğal afetler vb. her şey benliğimizin dışını temsil eder. Ben ve diğer her şey. Sırrın burada gizli olduğunu düşünüyorum. Benzerlikler bizi güvende olma duygusuna yaklaştırırken; farklılıklar aksine bilinmeyendir ve bilinmeyen genel olarak insanları korkutur. Çıkarlarımız bizi diğer olgulara yaklaştırırken, bize zarar vereceğini düşündüğümüz olgu ve olaylardan uzak durmaya çalışırız.

Dünyadaki insanların hepsini düşündüğümüzde birbirine benzeyen ya da farklılıkları olan milyarlarca insan vardır. İnsan sayısı çoğaldıkça “ben” ve “sen” in yerini “biz” ve “siz” ; ya da “biz” ve “onlar” almaya başlar. Gelişme ülküsüyle yanıp tutuşan toplumlar için diğerleri gelişmeye ket vuran, sorun yaratan anlamına gelir ya da tam tersine rekabet duygusuyla onunla yarışılır.

Millet ve milliyetçilik kavramlarına geri dönelim. Göze çarpan kelimeler ; birlik, benzerlik, birliktelik, farklılık, var olmak ve aktarmak olacaktır.

Milliyetçilik, insan çıkarlarının ve kendini güvende hissetmek isteğinin yalnızca bir yansımasıdır. Milliyetçilik kavramı doğmadan önce insan yine cemaatlere mensuptu ve ortak çıkarlarını paylaşıyordu. Tarih sahnesi dini savaşlarla doludur. Irk temelli çatışmalar, etnik kavgalar, ekonomik savaşlar hepsi insanın öteki algısından oluşmaktadır. Bırakın tarihi günlük yaşamda bile insan, çıkarıyla uyuşan insanlarla bir arada olmak istemektedir. Devletler millet esasıyla kurulsun ya da kurulmasın devamlılıklarını sağlayabilmek için vardırlar. Kavramlar farklı olsa bile hep aynı duygu yatar indinde: Çıkarlarımızı sağlamak ve güvende olmak.

Özünde bir ve eşit olma düşüncesi üzerine kurulmuş olan milliyetçilik de aslında öteki algısından doğmuştur. Öyle ki bazen toplumlar kendi milli benliklerini ayakta tutabilmek için karşı kültürler, yani düşmanlar bulmuşlardır. Bunu yok olmanın önünde engel saymışlardır.
Bugün milliyetçilik var, dün bu anlayış ümmetçilikti, yarın başka bir isimle anılacak. Ama insanın hayatta kalma, zorluklardan ve sorunlardan kaçma, çıkarlarını gerçekleştirebilme, rahat yaşama arzuları hiç değişmeyecektir. Nasıl farklı zevkler ve istekler engellenemiyorsa; insanın bu zevk ve isteklerin benzerliği ya da farklılığı bağlamında başka başka cemaatlere mensup olması da bir ihtiyaç olarak sürüp gidecektir. Siz varın adına milliyetçilik deyin…

Böner som faller till marken

Sema Kaygusuz’un Yere Düşen Dualar adlı romanı İsveç’te hayranlıkla karşılandı. Sema Kaygusuz’un, Fransa’dan aldığı iki ödülün ardından Balkanika Edebiyat Ödülü'ne de değer görülen ilk romanı Yere Düşen Dualar, Mart ayı içinde Ersatz tarafından İsveç’te yayımlandı.

İsveçli okurların ilgisiyle karşılanan Kaygusuz'un romanı İsveç'te övgüyle karşılandı. Eleştirmen Karl Johan Nilsson, Kaygusuz için "William Blake'in çağdaş bir yazar olarak geri döndüğünü düşündürüyor" derken Jan Arnald, kitap için "Uzun yıllardır ilk kez çok önemli ve derinlikli bir okuma deneyimine sürükledi beni" diye yazdı. Jens Christian Brandt ise yazarı "bir yanıyla şair, bir yanıyla ateşli muhabir, doğuştan yetenekli bir anlatıcı" diye tanımladı.

Jan Arnald'un Sema Kaygusuz hakkında kaleme aldığı ve DN gazetesinde çıkan yazısının tam metnini Sabit Fikir yayınladı.

Sema Kaygusuz’un Yere Düşen Dualar’ı, kişiliğimin oluşma sürecinde beni etkilemiş olan çok önemli, hatta hayati bir okuma deneyimini hatırlattı bana. Seksenlerin ortalarında Botho Strauss adlı Alman yazar, ilk postmodern roman sayılan Genç Adam’ı yazmıştı.

Bu karşılaştırma, hele Amerikan tarzı bir perspektiften bakarsak, sorgulanabilir bir durum olabilir; ama Strauss Avrupa romanının genelgeçer kurallarını tamamen yıkıyor ve tamamen farklı yerlere varan bir yol açıyordu kendine, bu yolda rehberi İtalyan Rönesans düşünürü Giordano Bruno’nun öngörülü sözleriydi: “Kesilmiş kökler geri döner, yanlış anlaşılmış hakikatlere yeni anlamlar verilir, uzun bir geceden sonra bilgimizin ufkunda yeni bir ışık doğar, yavaş yavaş en parlak haline ulaşır.”

Yere Düşen Dualar da benzer bir içgörüden yola çıkıyor gibi görünmekle birlikte, o sırada on yaşında olan Sema Kaygusuz’un Botho Strauss’u ya da başka bir Batılı postmodernisti okumuş olma ihtimali düşük. Sırtını yaslayabileceği bir Türkçe postmodern roman geleneği –burda ilk akla gelen, Nobel ödülü sahibi Orhan Pamuk– olsa bile, Sema Kaygusuz tamamen kendisine özgü bir yol keşfetmiş.

Kaygusuz’un yolu ne merkezi Avrupalı ne de eril, tam tersine periferal ve dişil – ama Strauss’un başyapıtıyla büyük benzerlikler gösteriyor. Strauss nasıl mitleri yeniden yaratmış ve –bazen ağır semboller ve alegoriler yükleyerek, bazen de serbest ve rahat romansıyla– başlangıçtaki mitler gibi akmalarını sağlamışsa, Kaygusuz da gri, boğucu, gündelik yaşamdan kurtulup sınırsız bir anlatının muazzam şeyler başardığı bir diyara yükseliyor.

Hikaye belirgin, güçlü bir gerçeklikle başlıyor ve bakış açısı sosyal gerçekçilik damgası vurulamayacak kadar öznel olsa da, genç Leylan’ın evreni günlük hayatın ve sarsılmaz sosyal sınıf sınırlarının leş kokusuyla sarılmış gibi görünüyor. Leylan Ege Denizi’ndeki, bugün Türk olan az sayıda adadan birinde büyümüş. Hikayenin geçtiği yer hikaye anlatma işinin mitolojideki kökeni, eski İyonya, ama orası her şeyden öte geleneklerin turizm tarafından yutulduğu bir yer ve iki alternatif de hayat dolu bir genç kadına, özellikle artık iletişim kurmayı başaramayan alkolik bir babanın zincirlerine vurulmuş bir kadına çekici gelmiyor. Özellikle de birisinin Leylan’ın babasını öldürmek istediği söylentisi ortaya çıktığında.

Yere Düşen Dualar’ın ilk sayfalarında bunlar yaşanıyor. Söylenti adeta kendi kendine, ün tanrıçası Ossa ve dedikodu tanrıçası Pheme sebepsiz yere kendilerini salmış gibi yayılıyor. Leylan bu söylentinin iki yanı keskin bir bıçak gibi olduğunu fark ediyor. Bir yandan babasını öldürmek istediğinden kuşkulanılması çok korkunç, ama öte yandan bu yalnızca onu doğrulamakla kalmıyor, onu yaratıyor da. Leylan hikayelerle var oluyor.



Bu, Leylan’ın yarattığı kütüphane için de geçerli. Leylan kendisine kütüphaneci diyor, oysaki kitapları deniz kıyısında, kayaların aralarındaki boşluklarda topluyor. Onun kütüphanesini oluşturanlar, turistlerin unuttukları kitaplar. Bu kitaplar notlar ve karalamalarla dolu ve Leylan –ancak okur yazar denebilecek Leylan– yazı kenarlarındaki bu notlar aracılığıyla edebiyatla bağ kuruyor ve bu notların devamını yazıyor. Bazı bakımlardan, okumak ve yazmak onun için aynı şey.

Yere Düşen Dualar birbirinden belirgin olarak ayrılmış iki bölüme ayrılıyor. İlk bölüm Şarap ufak bir adada geçiyor. Anlatı kronolojikten ziyade olaysal. Okuyucu zamanda ileri geri fırlatılıyor, ama yine de bir ileri hareket hissi, bir olgunlaşma hareketi var.

Adada yaşam çetin. Yılın rüzgarsız yirmi günü, ada halkına cennetten çıkma gibi geliyor. Orada turistler gittiğinde büyük bir dönüşüme uğrayan kapalı bir toplum var. Leylan daima aynı çıkmazda gibi; ona durumu gitgide kötüleşen babasının bakımı rehberlik ediyor.

Ama babası ölüm döşeğinde yatarken bir şey oluyor. Leylan bütün deneyimlerini, okuduğu her şeyi, adadaki söylenti selini ve kadim hikaye anlatma geleneğini bir araya getiriyor, onları bir hikaye şekline sokuyor. Can çekişen babasının şerefine.

Romanın ikinci bölümü Altın da bu. Mit yaratımı, bu bölümde patlama yapıyor. Roman eksiksiz bir metamorfoza uğruyor. Birdenbire kendimizi gerçekdışı bir mitik diyarda buluyoruz ve burada tek gözlü küçük bir çocuk, bir deri bir kemik bir adam ve yıpranmış bir beygir dolaşıyor.

Birden her şeyin mümkün olduğunu hissediyoruz. Önceden tahmin edilemez olaylar silsilesi tam Leylan’la babasının kaderine tercüme edilebilecek gibi göründüğünde, birden rota değiştiriyor, ahlaki ya da metafiziksel veya akıl almaz derecede gaddar bir hale bürünüyor. Bütün olağan anlatı gelenekleri bir kenara atılıyor. Onun yerine mitoloji ve fantezinin sonsuz sürreelliği devreye giriyor. Ve bu insanı hiç durmadan büyülüyor.

Bu yalnızca her şeye muktedir görünen ince ayarlı lirik düzyazıdan kaynaklanmıyor. Ulla Bruncrona’nın İsveççe çevirisine nerdeyse mucize denebilir ve bu yayıncının neden kitabı Fransızcadan çevirmeyi seçtiği sorusunu bile akıllardan siliyor.

Sema Kaygusuz’un Yere Düşen Dualar romanı kesinlikle sihirli bir okuma deneyimi sunuyor. Ne daha fazlası, ne daha azı.

Sonsuz Unutuş, Kadir Aydemir

Yitik Ülke'nin, 80'ler ve 90'lar Kitabı'nın Yaratıcısından Edebiyat Ziyafeti

"Sonsuz Unutuş", kurulduğu 2000 yılından beri binlerce okura sesini duyuran Yitik Ülke'nin yaratıcısı Kadir Aydemir'in "Aşksız Gölgeler" adlı kitabından sonra yayımlanan ikinci öykü kitabı... Rüyayla gerçeğin, uykuyla uyanışın, yalnızlıkla aşkın birbirine karıştığı büyülü, fantastik kısa öyküler... Şiirin gücüyle kaleme alınmış düşsel yolculuklar, kaçış ve karşılaşmalar... Edebiyatı özleyenler için bir bilet, sadece gidiş...

Bir çiçek gibi hissediyorum kendimi. Kopmuş yeşil bir çiçek. Düştüğüm yerde kök salabilirim belki ama bir daha asla açmayacağım. Bunu biliyorum. Birazdan bavulumu sessizce toplayıp parmak uçlarımda yürüyerek odanın ağır kapısını çekeceğim. Ya da burada, bu sıcak yorgan altında onun zehriyle biraz daha kıvranabilirim. Her öpüşünde biraz daha akıttı o zehri içime. Her sözcüğüyle ben adeta o heykelle yer değiştirdim. O, kendisine sunulan özgürlüğü doyasıya yaşıyor her bedende, her gülüşte. Ben... neden toparlayamıyorum bilmiyorum... Çelişkiler... Korkular... Bir erkek ne kadar çaresiz duruma düşebiliyormuş meğer. Aşk bunu yapıyor.

Kürşat Başar, Keşke Burada Olsaydın

"Keşke Burada Olsaydın" albümü, konuk sanatçıların seslendirdiği 9 şarkı, 2 enstrümantal eser ve 1 eserin radyo versiyonundan oluşuyor. 90'larda "Neredesin" adlı şarkısıyla tanınan Ayşen'in seslendirdiği ve aynı zamanda albümün çıkış parçası olan "Keşke Burada Olsaydın" Kürşat Başar ve Zeynep Talu'nun ortak çalışması. Albümde Erol Evgin, İlhan Şeşen, Levent Yüksel, Sezen Aksu, Yeşim Salkım, Yaşar, Zeynep Talu gibi Türk popunun önemli sesleri ve piyanosuyla Burçin Büke, Kürşat Başar'a eşlik ediyor. Berkay Özideş ve Şenay Lambaoğlu gibi genç seslerin de bulunduğu albüm, Marşandiz Stüdyoları'nda, Kürşat Başar'ın müzik direktörlüğünde, tümüyle canlı olarak kaydedildi. Güçlü seslerle buluşan unutulmaz şarkılar ve albümde yer alan yeni eserler, Kürşat Başar'ın saksafonuyla tekrar anlam kazanıyor.

Başar albümü şu sözlerle anlatıyor: "Bu albüm, yazdığım kitaplar gibi, yaptığım bütün her şey gibi beni anlatıyor. Yazı ya da müzik... Önemli olan benim de gerçekte ne olduğunu bilmediğim, içimdeki o duyguyu anlatmanın bir biçimini bulmak. Ama romandan farklı olan şey, bu albümde, benim o duygumu, kimi şarkılarda çocukluğumu, kimi şarkılarda büyük aşkımı, kimi şarkılarda söylemek istediğim sözleri bu muhteşem müzisyenlerin benimle paylaşmasıydı. Albümdeki şarkıların hemen hepsi birlikte, aynı anda çalındı, söylendi. Yani o anın duygusunu taşıyor."

Albümün ilk video klibi, albüme adını veren, sözleri Kürşat Başar ve Zeynep Talu'ya, müziği yine Kürşat Başar'a ait olan "Keşke Burada Olsaydın" adlı şarkıya çekildi. Yönetmenliğini Gürcan Keltek'in üstlendiği video klip, Mayıs ayından itibaren dijital platformlarda ve TV kanallarında yerini alacak.

Kürşat Başar, Keşke Burada Olsaydın
Disk Sayısı:
1
Yapımcı: Esen Entertainment

Şarkı Listesi

1. Keşke Burada Olsaydın / Kürşat Başar & Ayşen
2. El Gibi / Kürşat Başar & Sezen Aksu
3. Kimse Bilmez / Kürşat Başar & Yaşar
4. Üç Kalp / Kürşat Başar & Yeşim Salkım
5. Sen Benim Şarkılarımsın / Kürşat Başar & İlhan Şeşen
6. Kayboldum (El Cıego) / Kürşat Başar & Levent Yüksel
7. Hep Böyle Kal / Kürşat Başar & Erol Evgin & Zeynep Talu
8. Ben Varım / Kürşat Başar & Berkay Özideş
9. İzmir in Kavakları / Kürşat Başar ve İlhan Şeşen&Şenay Lambaoğlu
10. Pera da Zaman / Kürşat Başar & Burçin Büke - Enstrümantal
11. Keşke Burada Olsaydın / Kürşat Başar - Enstrümantal
12. Kayboldum (El Cıego) (Radio Edit) / Kürşat Başar & Levent Yüksel