'Bir Müzisyenin Kitabıdır Bu'

Fazıl Say: 'İnanın daha kolay bir hayat dilerdim bazen. Başkaldırılarım vehatalarım da bu yüzdendir çoğu zaman. Gerçek savunduklarım hep itildi kakıldı. Çoğunlukla 'savunmak zorunda olduklarım' veya 'savunmaya itilmiş olduğum konumlar' ön plana çıktı. Bu kitabı da bu yanlış yönlendirmenin önüne biraz olsun geçebilmek uğruna yazdım...'Fazıl Say; piyanist ve besteci. Bu ülkenin yetiştirdiği ender sanatçılardan biri. Zaman zaman yaptığı çıkışlar ve açıkladığı düşünceleriyle gündeme gelse de o daha çok sanatıyla gündemde olmak isteyen bir dünya sanatçısı... Yalnızlık Kederi, işte bu önemli sanatçının içini döktüğü bir kitap. Hem kişisel, hem sanatsal hem de dünya görüşü açısından bir iç döküş bu. Yalnızlık Kederi, sanata gönül indirmiş herkesin başucunda bulundurması gereken lezzette bir kitap... Say’la kitabını, müziği ve hayatı konuştuk...



Yalnızlık bir anlamda sanatçının kaderidir. Kitabınızın adı Yalnızlık Kederi. Yalnızlığı ve kederi nasıl tarif edersiniz? Ve Türkiye’de klasik müzikçi olmak...

Geçen yıl Boğaziçi Üniversitesi’nde bana fahri doktora verilirken, gözyaşlarımın akmasına neden olan bir cümle okumuşlardı; “Dünyanın ortasında bir Türk, Türkiye’nin ortasında bir dünya sanatçısı”. O an aklımdan geçen karmaşayı anlatamam. Dünyanın ortasında bir Türk olmanın bedeli, mesela; binlerce kez sorulan o “Türkiyede piyano var mı?” sorusu... “Bir Türk piyano mu çalacak?” bakışları... Yıllarca süren küçümsemeler... Pasaport kuyruklarında duyulan kimi endişeler... Başardığınızda bile size sürekli yapıştırılan o yalan ‘egzotik’ karakter durumu... Bir güruha ait olamamak... Kurtlar sofrası... Deplasmanlar... 50’den fazla ülkenin 500’den fazla şehrinde verdiğim üç bine yakın konser. Çaldığım tüm orkestralar, katıldığım festivaller, yaptığım CD’ler, DVD’ler; sevenlerim, sevmeyenlerim, karşıtlarım... Dünya ne zordur... Ne kadar zordur...
Ve Türkiye’de bir klasik müzikçi olmak; ‘Herkesin her şeyi en iyi biliyor olduğu bir memlekette!’ İki gün içinde Fazıl Say’dan daha iyi piyano çalacağını iddia edenler... ‘Bu benim müziğim değil’ diye set çekenler... ‘Gavur özentisi’ diye dışlayanlar... ‘Din ve milliyetçilik’ tabularına esir laf salataları... ‘İyi bir sanatçı olabilir ama siyasi laflar etmesin’ faşizmi.. Veya tersi; ‘Siyasi laflar etsin!’ faşizmi... ‘Yazsın’ diyenler, ‘yazmasın’ diyenler, ‘çalsın’ diyenler, ‘gitsin’ diyenler... Cahillikler... Çirkinlikler... ‘Gündeme gelmek için’ diyenler... ‘Bol kazançlar’ diyenler... Deyip kaçanlar... Bunun yanında bir fidan gibi ümit yeşerten güzelliklere sarılmak... Güzel bir memlekette yaşıyor olmak. Aspendos’ta, Efes’te binlerce kişiye konserler vermek. Diyarbakır’da, Erzurum’da ilkokul öğrencileriyle buluşmak. Festivaller düzenlemek. Nâzım’ı bestelemek. Buraya daha çok ait hissetmek arzuları... Kızımla kurduğumuz hayaller. Bu hayallerin bir anda kararması. Gördüğünüz kadarı ‘yalnızlık’, artısı ‘keder’ değil mi?
İnanın daha kolay bir hayat dilerdim bazen. Başkaldırılarım ve hatalarım da bu yüzdendir çoğu zaman. Gerçek savunduklarım hep itildi kakıldı. Çoğunlukla ‘savunmak zorunda olduklarım’ veya ‘savunmaya itilmiş olduğum konumlar’ ön plana çıktı. Bu kitabı da bu yanlış yönlendirmenin önüne biraz olsun geçebilmek uğruna yazdım... Arınmak’tan bahsettik kitapta, bu aynı zamanda ‘yanlış tanınan Fazıl Say’dan arınmak’...


‘Arınmak’ yazısıyla açılıyor kitap. Her sabah “Temiz mi orası?” diye sormalı insan, arınmanın yollarını aramalı her sabah. Orada ‘iyi’ hissetmeli diyorsunuz....

Bakın, Yalnızlık Kederi bir yazarın kitabı değildir, bir müzisyenin kitabıdır. Bu bakımdan, bazı ‘yeni’ şeylerle karşılaşmamız mümkün. Birinci konu şu: Bana her yerde, hep sorulan sorudur; ‘Besteci misin, yorumcu musun?’ Ben hep ‘müzisyenim’ diye cevaplarım bu soruyu. Sonuçta, beş yaşımdan beri hem beste yapmaktayım hem çalmaktayım, ölene kadar da bu böyle sürer. İkisi bu bedende bir bütün. ‘Yaratıcılık ve emek’ iki meslekte de yayılmıştır. Ancak, ikisinin elbetteki farklı zorlukları vardır. Mesela; bir ressamın, bir bestecinin ya da bir yazarın ‘eşref saati’ mutluluğunun tersine, bir yorumcu o ‘eşref saati’ni yaratmak zorundadır!
Pazartesi akşamı sekizde Münih’te bir resitalimde, çarşamba akşamı sekiz buçukta Amsterdam’da keman piyano ikilisi konserimde, cumartesi sabah dokuzda Milano’da orkestra provasında ‘en mükemmel haliyle ben olmalıyım’ gibi... Klasik müzik inanılmaz mertebede ‘presizyon-mükemmelliyetçilik’ gerektiren bir sanat dalı... Verilen emek çok fazla. Dünya yarışı ise amansız ve acımasız! Burada bir zamanla yarış, ilham ve yaratıcılığın, zamana karşı zorunluluğu da ‘artı zorluk’ olarak söz konusu.
‘Arınmak’ başlıklı yazı, işte bu babta, bu bendeki ruh ve bedenin bütün bu ‘zorunluluklar yarışında’, duru ve tertemiz kalması, her akşam dünya çapında çalıyor olması, her sabah bestesini yapabilmesi uğruna, yaşadığım hayattan nasıl arındığımı anlatan bir yazı. Bir sayfalık kısacık bir metin, kitaptaki ilk yazı. ‘Zen’, diyebilirsiniz. ‘Evrene kaçış’ diyebilirsiniz. Ya da sadece ‘kaçış’ diyebilirsiniz...


Klasik müzikle devletin, toplumun hep bir sorunu var gibi...

Şunu söylemek isterim, ‘Ne olacak bu memleketin hali?’, ‘Türkiye’de klasik müzik?’ vs. konularından her an boğulabilirim. Bahsettiğim, ‘savunmak zorunda olmak’ kısmısıdır hayatımın. Çünkü içimdeki ‘paylaşma isteğine’ kapıları açmam gerekmektedir. Ümit besleyerek, hayaller kurarak yaşamaktayız. Bir yandan alay ederler benimle. Ben de bir yandan terminalde kaybolmuş çocuk gibi endişelenirim. Yıllardır aynı şey. İnsan aynı şeyden de sıkılıyor aslında. Tekrar edelim. Ben bir müzisyenim. İkon değilim. Normal bir insanım. Beni üzen şeyler, mutlu eden şeyler var, herkes gibi.
Neptün’ün uydusu Triton’da, gezegenin içinde bir okyanus varmış, Astrofizikçiler ‘Triton’daki o gizli okyanusta hayat var’ diyor. ‘Triton’ benim için bir umuttur mesela. Birkaç gündür Triton’da hayali bir tatil yapıyorum. Bir nevi Zen. Bu konuda yeni yazılar da yazdım. Yalnızım.
Mutluyum. Derinlerdeyim. Triton’lular filan... Çok keyifliyim. Ama bir anda aklıma; ‘Ya Ertuğrul Günay, Emre Aköz, Kılıçdaroğlu, Mehmet Altan filan da Triton’a gelirse o zaman ne yaparım?’ sorusu geliyor, bunalıyorum o an! Hayal kurmak bile zor. Hayalinde Triton’a gelmişsin, bir anda ‘Triton’dan nereye kaçacağım?’ diye düşünmeye başlıyorsun filan...


Klasik müziğe düşmanız ama Âşık Veysel’i de tanıtamamışız dünyaya. Burada bir çelişki yok mu?

‘Klasik müziğe düşmanız’ diye genelleme yapmalı mı bilmiyorum. Ben, Metin Altıok’un dediği o “Bir yarım umuttur elimizde kalan, göğüslemek için karanlık yarınları” cümlesindeki ‘yarım umuda’ olabildiğince sarılmak taraftarıyım hep. Karanlığa ise alıştım yaşadığım hayat itibarıyla...
Şimdi... Âşık Veysel ve Zeki Müren üzerine geniş makaleler yazdım Yalnızlık Kederi’nde. Buena Vista Socual Club, kitapta ‘Küba’nın Veyselleri’ diye geçer; Schumann yorumcusu, -durduğu yerde uçan tenor- Fritz Wunderlich ise Alman Klasik Müzik kültürünün Zeki Müren’idir gibi ‘müzikal karşılaştırmalar’... Bu müziklerle ilgilenenler için ilginç olabilir. Bu karşılaştırmalar ama ‘ruhani’ karşılaştırmalar daha çok. İç gözüyle bakanın, iç kulağı ile dinleyenin farkındalıkları. Şöyle bir soru var mesela; “Gezegen, Küba’nın Veyselleri Buena Vista Social Club’ı kucaklamıştır da, Anadolu Ana-tanrıçasının öz oğlu, Veysel’i niye kucaklamamıştır?”
Bakın, bu ‘biz niye götüremedik’ tartışması uzar da uzar, varmaz bir yere... Çünkü mesele sadece bizim götürmemiş olmamız değil. Kültür farkları sorunlarıdır bunlar.
Bir Âşık Veysel’i Anadoludaki sevilirliği gibi, Avrupa’da, Amerika’da, Uzakdoğu’da sevilir kılmak, inanın çok zor bir konudur. Bu çok zor bir ‘ilk tanışmadır’. Niğde’deki ilkokul öğrencisinin Beethoven ile tanışması da kolay değildi. İnanın çok emek ister. Bolivyalılar, Filipinliler ya da İsveçliler kendi kültür değerlerini Türkiye’de sevdirebiliyorlar mı? Bir ikinci konu daha var, yaratıcılıkla ilgili; Veysel’den esinlenerek eserler yaratabilir bu noktadan sonuç alabiliriz. Onu evrimlerden geçirip, ondaki tohumdan yola çıkıp başka bir evrene yönelerek, tüm gezegenin anlayabileceği bir formata sokabiliriz ve bu ‘bilboard’ listelerinde de en üst sıralara da tırmanır, notası en çok satılan piyano eseri de olur, her akşam dünyanın farklı bir yerinde falanca müzisyen tarafından da performe edilebilinir... İnsanoğlu’nun birbirine devrettiği ‘DNA tohumları’ gibidir bunlar. Fidanın yeşermesi ve dünya üzeri anlaşılır kılınması için sonraki jenerasyonların, teknik ve etik yardımı gerekebilir. Fazıl’ın ‘Kara Toprak’ını dinlemiş bir Japon, ardından Veysel’in ‘Kara Toprak’ını da dinler ve fidandan yola çıkarak tohumu anlar. Bu kapsamlı bir konudur...
Türkiye, son yıllarda hep ‘pop’ ve ‘ticari müzikler’le tutunmaya çalışıyor. ‘Kültür’ün olmadığı yere lütfen dikkat! Rüzgâr eser, tohumlar yok olur. Aman dikkat...


Kitapta sorduğunuz bir soruyu ben de size sorsam; “Kültür fakiri gezegenimiz hasta,ilacı var mıdır bu hastalığın?

‘20. yüzyıl para ile kültür evliliğinin sona erdiği yüzyıldır’ derler. Doğru bence! Pop ve magazin kültürünün bu derece her şeye hakim olması bu yüzden sanırım. 21. yüzyılda işler değişecek gibime geliyor. 21. yüzyıl ‘yalnızların yüzyılı’ olabilir. Ya da ‘bireysellerin yüzyılı’ diyelim... Çok ilginç bir bilet satışı tespiti var son yıllarda; insanlar, orkestra konserlerine ilgiyi azaltırken, Solo Piyano Resitallerine çoğaltmış. ‘Birey’in yaptıkları tekrar önem kazanmaya başlıyor, diye yorumluyorlar. Ticari müzik çok büyük düşüşe geçerken, onyıllarca ihmal edilen değerlere büyük bir dönüş başladı. Bunu en çok Facebook, Youtube, Google gibi internet ortamlarında fark ediyorum. Neler neler çıkarıyorlar unutulup gitmiş. Bu gelişme artarak devam ederse ve hep kalıcı olursa, cevabım ‘evet, ilaç bulundu!’ olur.


Kızınız Kumru’ya yazdığınız mektuptan bahsedelim biraz...

Bir savunma metnidir o tamamen. Bakın, adamın biri tamamen yanlış verilerden yola çıkarak hakkımda bir köşe yazısı yazmışsa ve bunun ardından 130 tane başka köşe yazısı takip etmişse bu yanlış veriyi ve bu 130 köşe yazısı da 12.450 internet yorumuna yol açmışsa, birinin buna ‘dur’ demesi, o yanlış veriyi düzeltmesi gerekir. Çünkü o 12.450 internet verisi ebediyen kalıcıdır. Yaşadığımız çağ ‘internet çağıdır’! Kimsenin umurunda değilse ‘dur’ demek, o zaman ben de kendim üstlenmek zorunda kalırım bu durumu. Çünkü demediğim, düşünmediğim şeyler yüzünden ebediyen töhmet altında kalmak ve de Say soyadının saçmasapan yanlış verilerle anılmasına göz yummak istemiyorum! İnsan arınmak, temizlenmek, doğal haliyle yansımak istiyor... ‘Kumruya Mektup’ta bunun gibi 6-7 pislik sıçratılması durumu var. ‘Savunduklarım’. ‘Savunmak zorunda olduklarım’ ve ‘Savunmaya itilmiş olduğum’ düşüncelerimden en çok ‘itilmiş olduklarım’ üzerinedir mektuptaki arınmak. Aslında çok acı bu. Bazı adamların istediği gibi ‘ayar’ uygulamaları, Cihangir barlarından ‘ahkam’ kesmeleri... Ne inandırıcıdır ne de gerçektir ama internette yıllarca durmaktadır... İsteyen istediğine istediği şekilde ‘çakıyor’! Savunmak zorunda olmak çok acı. Çağın gerçeği bir yandan da...


YALNIZLIK KEDERİ
Bir Müzisyenin Notları
Fazıl Say
Doğan Kitap
2009
178 sayfa
12 TL.

Derviş Şentekin
7 Ağustos 2009
Radikal Kitap

Kıbrıs'ta İsyan / Murat Mutlu

Fırat Üniversitesi Eğitim Fakültesi'nde öğretim görevlisi olan Zafer Çakmak'ın Kıbrıs Rumları'nın 1931 Enosis İsyanı'nı ve Kıbrıs Türkleri'ne etkisini konu edinen kitabı bilimsel bir eser olmasına rağmen akıcı üslubuyla kolay okunabilen bir kitap.
Türkiye'nin dış ilişkilerinde özellikle AB ilişkilerinde ciddi bir sorun haline getirilen Kıbrıs ve Kıbrıs'taki Türk-Rum ilişkilerinin hâlâ normalleşmemesi ya da normalleştirilememesi bir yana yazarın siyaset dozunu çok az kullanması, belgelere dayanarak ortaya koyduğu 1931 İsyanı'nı tamamen bilimsel açıdan ele almış olması kitabın artı özelliklerinden.
Zafer Çakmak, kitabın asıl konusuna geçmeden önce Kıbrıs'ın Osmanlı egemenliğindeki durumunu, nüfus bilgileri ve İngiltere'ye hangi şartlar altında devredildiğini anlatmış. Bu bilgiler çok kısa olmasına rağmen Kıbrıs konusuna uzak olanların kafasında kaba bir çerçeve çizmeye yetiyor.

1830 yılında bağımsız Yunan devletinin kurulması Kıbrıs Rumları üzerinde de etkili olmuş, bundan sonra Fener Rum Patrikhanesi, Kıbrıs Rum Ortodoks Klisesi ve sonradan İngiliz sömürge yönetiminin kurduğu Yasama Konseyi'nin Rum üyeleri tarafından Enosis talebi sürekli dile getirilmiştir.

Yunanistan başbakanı Venizelos'un İngiltere desteğini kaybetme endişesi yüzünden Enosis karşıtı konuşmalarına rağmen Enosis ideali Yunanistan'da da tarafatar bulmuş hatta buradaki isyan yanlısı örgütlenmeyi eski cumhurbaşkanı Amiral Paul Coundouritos'un başında bulunduğu Kıbrıs Komitesi yapmıştır.

İsyanın başlamasındaki en önemli isim olan Kitium Psikoposu Nicodemos Mylonas'ın bildirisi hakkında Kıbrıs'ın İngiliz valisi Storrs'un ("...bildiride yer alan önemli bilgiler psikopsun tarzı değildir ve muhtemelen de Kyrou tarafından yazılmıştır...") yaptığı yorum Yunanistan'ın Kıbrıs konsolosu Kyrou'nunda isyanda etkili rol oynadığını göstermektedir.
Mylonas bildiriden sonra Limasol'da halkın sömürge yönetimine isyan etmesine yönelik kışkırtıcı bir konuşma yapmış; Limasol ileri gelenelerinden Lanitis bu konuşmayı abartılı bir telgrafla Lefkoşa'ya bildirmiş. Enosis taraftarı Milli Kongre sekreteri Emilyyanidis bu telgrafı çoğaltıp kluplere göndermiştir. Bu sayede Limasol'daki mitingten kısa bir sürede haberdar olan Lefkoşa Rumları Limasol Rumları'ndan geri olmadıklarını göstermek için sokağa dökülmüştür.
Kalabalık vali konağını taşlamaya başlamış, takviye için gelenpolis arabalarını yakmıştır. Hızını alamayan isyancılar ahşap olan vali konağını da yakmıştır.
Olayların önünü alamayan Kıbrıs valisi Storrs'un isteği üzerine Malta'dan 4 savaş gemisi Mısır'dan da 7 savaş uçağı Kıbrıs'a yollanmış, bu sayede isyan bastırılmıştır. İsyan liderleri de tutuklanarak adadan sürgün edilmiştir.

İsyandan sonra hem Türkler hem de Rumlar eğitim,temsil, ekonomi vd. alanlarda İngilizler'in aldığı önlemler yüzünden sıkıntılar yaşamıştır. Yazar kitabın ikinci adına bağlı kalarak sadece Kıbrıs Türkleri'nin yaşadığı sıkıntılara ağırlık vermiş.
İngiliz sömürge yönetimi Yasama Konseyi'ni ve müftülüğü lağvetmiş, Evkaf Vekaletine de İngiliz yanlısı Münir Bey'i getirmiştir.Türkler'e ait okullar ya kapatılmış ya da birleştirilmiş; sadece alfabenin öğretildiği kitaplar serbest bırakılmıştır
1930'lardaki dünya ekonomik buhranından dolayı adadaki hemen hemen herkes borçlanmış; ancak borç veren sermayenin çoğunluğu Rumlar'ın elinde olduğu için Tükler bu durumdan daha çok etkilenmiştir.
Kıbrıs'ta İsyan kitabının en önemli eksiği olaya tek pencereden bakmış olması.
Kitap 1931 isyanının Türkler'e etkisini öğrenmek için ideal bir kitap.
Kitabın akıcı bir üsluba sahip olmasıysa bilimsel kitapların sıkıcı olduğunu düşünenleri haksız çıkaracak türden.
Murat Mutlu
Kıbrıs'ta İsyan ENOSİS
Yard. Doç. Dr. Zafer Çakmak
IQ Yayınları

Kırk İl'e Kırk Üniversite… - Cemal Aslan




Kendinizi birer kurban olarak düşündünüz mü hiç

Zamanlama kurbanı…!!!

Ülkenin en ücra köşesindesiniz! Hani der ya yazar “Biz duyduğumuz habere şaşırırken, büyük şehirdekiler çoktan unutmuş oluyor” öyle bir yerde düşünün kendinizi. Bütün Şansızlıklarda Sizi bulur. Misal; millet bilgisayar kurdu olmuş; oysa siz daha tanışmadınız bile bilgisayarla. Okuduğunuz okul ilçede ve ilçedeki Pilot Okul dediğimiz bütün yeniliklerin en başta orada uygulamaya geçtiği bir okul değil de daha çok ikinci planda duran bir okulda eğitim görüyorsunuz. Tam teknoloji ile tanışacaksınız ki mezun oluyorsunuz Kısmet! Liseyi de Aynı yerleşim yerinde ve yeni yeni toparlanmaya başlayan ilçedeki tek lisede okuyorsunuz. Şansa bak son sınıfa geldiniz ve üniversiteye hazırlandığınız sistem değişiyor yeni sistem ise sizinle Kısmen alakası olmayan ilk kez göreceğiniz derslerden sorumlu tutuluyorsunuz. Bu arada bu lisede de bilgisayar laboratuarı yok siz mezun olmadan 1 ay önce kuruluyor ve siz mezun oluyorsunuz. Kısmet ne diyelim eğitim öğretime teknoloji özürlüsü olarak devam edeceksiniz.(!) Neyse; artık lise mezunu oldunuz ve üniversiteye hazırlanmak zorundasınız. (rakipleriniz lisede hazırlanırken siz mezun olduktan sonra hazırlanmaya başlıyorsunuz üniversiteye..) Ama yeni sistem ile yani bir nevi tekrardan lise okuyormuş gibi bir hazırlık olacak bu. Uzatmayalım görmüş olduğunuz o muhteşem eğitimden sonra kırk ile kırk üniversite denilen bir proje ile yeni açılmış henüz tamamlanmamış bir üniversiteye kıl payı yerleşiyorsunuz Ama bir dakika yoksa bu eğitim sürecinde de mi hep yenilikler sizi arkadan kovalayacak Peki, bu nereye kadar böyle sürecek. Akranlarınızdan bu yanardöner sistem kurbanı olan kaç kişi vardır acaba!

Gelelim bu 40 iLe40 Üniversite mevzusuna başta kulağa çok güzel geliyor değil mi? Güzel vatanımın her ilinde bir üniversite Bu Çok Güzel bir gelişme Ancak! Bir Şehre Üniversite açmak yeterli midir? Ya da şöyle soralım Bu Üniversitelerin altyapılarını oturtma süreçleri içerisinde kaynayan öğrenciler Ne olacak bu öğrenciler. Gördükleri Yarım Yamalak Eğitimden Sonra Nasıl Meslek hayatına atılabilirler. Yarın bunlar iş ister haklı olarak Peki, Siz işverensiniz; güzel bir eğitimden sonra iş hayatına atılmış olan öğrenci mi? Yoksa eğitimi üniversitenin altyapısını kurmak ile arada kaynamış olan öğrenci mi? Zamanlama bu kadar kötü olur Ancak Tekrar Soruyorum “Biz Birer Kurban mıyız? Zamanlama Kurbanı!!!”

Cemal Aslan

Muş Alparslan Üniversitesi SYO

Ekim 2009 Muş



apopüler Nedir ya da Hakkımızda


apopüler dergi popüler bir dergi değildir. Popüler olmak gibi bir amacı var mı? Belki ama ilerde... Derginin kurucusu dahil dergide yazan herkes üniversite öğrencisi Kimi ilerde tarihçi, kimyager, hemşire, öğretmen olacak...
Öğrenciler dışında bazı yazarları daha olacak bu derginin en azından konuk yazar olarak yazılarını yazılarını yayınlamalarını istediğimiz birkaç kalemşor var. Bunlar şimdilik sürprizimiz olsun.

Neden apopüler

Başta da ifade ettiğim gibi popüler olmayan muhtemelen de hiç olmayacak bir dergi. Popüler olmak gibi bir derdimiz yok. Zaten günümüz popüler öğelerine baktığımzda (istisnalar hariç) insana, insanlığa faydası olmayan öğeler olduğunu görürüz. Bu dergi popüler olacaksa istisnalar grubunda olan bir dergi olsun istiyor ve bunun için çalışıyoruz/çalışacağız.

Renkler Hakkkında veya Neden Mavi, Gri ve Pembe?

Sondan başlayalım isterseniz. Bizce aşkın rengidir pembe. Bu yüzden dergi kelimesine pembe giydirdik. Gri soluktur ya da silik. Günümüz popüler öğelerinin çoğu bizler için soluk geldiği için "popüler"e gri'yi uygun gördük. ve mavi. Sizce de parlak bir renk değil mi mavi? Üstelik canlı. Deniz gibi... Bu yüzden popüler olmadığımızı belirten "a" harfine mavi'ı yakıştırdık. İstisnalar grubunda olmak isteyen popüler olmayan bir derginin deniz gibi canlılığını, hareketliliğini yansıtır diye...

Editörün ilk yazısında söyleyecekleri bunlar olsa gerek. Ha söylenecekler bitti mi? Elbette hayır. Ama sonraki sayıları beklemek lâzım söylenmek istenenler için...
Şimdilik hoşçakalın.


Murat Mutlu

Mezbahane - Murat Mutlu


Dergiye yazılacak ilk yazı bu. Onun için güzel olmalı. İlk izlenim çok önemli ya. Evet evet güzel bir yazı olmalı Okuyan "Vay be, güzel yazmış!" demeli. Demeli de nasıl? Okuyucuya "vay be!" dedirtcek yazının konusu bile yok henüz.

Aşktan mı söz etmelii siyast mi yazmalı? Hayır, olmaz! Hem aşk hem siyaset konusunda herkes bir şeyler söylüyori yazıyor. Hem dünyadaki tüm konular bunlar mı ki bunlar yazılsın? Düşünüyorum... Ne olabilir?

İnsan olabilr mi? İnsanlık ya da? Evet bence insan olmalı ilk yazının konusu. Öldüren, öldürülen, yaşayan, yaşatan insana adanmalı ilk yazı. Sevgiliye adanmış onlarca yazıdan ne eksiği olacak? Hem sevgili tek kişiyken insan herkestir bazen de her şey...

Bu kez ister istemez düşünüyorum: Kötümser mi olmalıyım, iyimser mi? Kefe'nin kötümser tarafı daha ağır geliyor. Olayların sıcak olduğundan mıdır, unutamadağından mıdır bilmiyorum.

Geçen yılı hatırlayın. Mardin'in Bilge Köyü'nde yaşananları 44 kişi katledilmişti o köyde. bu olayın neyi sıcak bir yıl geçmiş üstünden Elazığ'daki katliamı hatırlayın. (kabul ediyorum çok magazinel) Münevver Karabulut"u hatırlayın. Ayrıntıları yazma ihtiyacı görmüyorum sağolsun basın(!) bu göreviğ layıkıyla(!) yerine getirdi.

Her gün onlarca belki de yüzlerce insan öldürülüyor! Bir hiç uğruna! Töreymiş, namusmuş, hırsızlıkmış... Adam / kadın öldürüldü diye töre mi kurtuldu, namus mu temizlendi, hırsızlık kökten mi btirildi? Hiç zannetmiyorum!


Hem sadece insanı mı öldürüyor insan? Çevrenize bakın, neleri öldürdünüze dikkat edin Bugüne kadar kaç canı canından ettik / ediyoruz...

Sevgiliye verilmek için gülü kopardık, oysa "Gül dalında güzeldir." diyen de insan değil miydi? Fabrikalar açtık insanlara daha iyi ve daha hızlı hizmet için. Bu kez de ağaçları, balıkları, havayı öldürdük.

Oysa her şey zaten insanın emrinde değil mi? İstediğimiz zaman (kurallar dahilinde) avlanıyor, kurr-ban kesiyoruz. Ama sırf "daha fazla" hevesi için daha fazla avlanıyoruz. Avlanma kelimesini geniş düşünmenizi istyiyorum.

Unutmayın, veren el almayı da bilir. Bugün canını insana veren doğa yarın insanın canını alır. Hiç mi örneği yok bu durumun?

Taş devrindeki insan daha rahattı. O devirde insan sadece canavarlardan korkuyordu; ama günümüz insanı her şeyden, ırkdaşından dahi korkuyor.

Kızıl Baron filminden bir replik: Dünyayı kanlar içinde yüzen bir mezbahaneye çevirmişiz.

Murat Mutlu

8 Ekim 2009

Elazığ