Telepinu'nun Terkettiği Kent: Hasankeyf / Ceyda Taşdelen

“Telepinu gitti; yanına olgunlaşmış tohumlarımızı, bereketli rüzgârlarımızı, tüm verimli ürünlerimizi de kattı ve gitti…”*




Telepinu bunu ilk defa yapmıyordu ve belki bu da sonuncu olmayacaktı; ama işte yine kızmış ve çekip gitmişti. Ondandı Dicle’nin kahkahalarla güler gibi sularını taşırması kentin üzerine. Yine kimler sadakatsizlik etti, kimler kızdırdı Bereket Tanrısı’nı diye, ironik bir kahkaha yükseliyordu Hasankeyf üzerinde ve her bir kahkaha ile, geçmişten bugüne gelen tarih yok oluyordu…

“Telepinu, daha fazla zarara neden olmak için pınarlarda hâlâ fışkıran ne varsa önüne set çekti. Akan nehirleri kıyılarından taşırdı ve her yeri harap eden seller yarattı. Su şimdi evleri basıyor, kentleri yok ediyordu. Bu şekilde Telepinu, koyunların, sığırların ve insanların ölümüne neden oldu.”*


Binlerce yıl önce de böyle olmuştu işte; yine sadakatsiz birileri çıkmış, Telepinu’yu kızdırmış ve şimdilerde, eski çağlardan yerleşimi olduğuna dair sadece tahmin yürütülebilen ama hiçbir kanıt bulunamayan bir kent olmuştu Hasankeyf. Siz kahkahalarına bakmayın Dicle’nin; altında yatan öfkeye, kızgınlığa, hırsa ve üzüntüye bakın; bakın ki anlayın olacakları, kulak verin ataların “Tarih tekerrürden ibarettir” sözüne. Telepinu, Fırtınalar Tanrısı Taru’nun değerli oğluydu ve Taru bir defa daha Telepinu’yu kızdırdıklarını, kaçırdıklarını fark ettiğinde, Dicle’de biliyordu olacakları…

Yekpare kaya üzerine oyulmuş olan görkemli kalenin selamına karşılık veremiyor artık İslam Ortaçağı’na ait eşi bulunmaz yapıların kalıntıları. Kalenin selamı karşılık bulamayınca, rüzgâra, suya, toprağa; yani binlerce yıl öncesinin tarihine karışıyor, Artukluların atalarına ulaşıp bugünü anlatıyor onlara. Onların yürekleri sızlıyor; bugün kaleden, Ortaçağ’ın Anadolu topraklarındaki en değerli yapılarından birisi olduğu söylenen köprünün, varlığını sürdürmeye çalışan ayaklarına bakan yüreğim sızlıyor. O da biliyor artık, bir zamanlar düşman işgaline karşı kenti savunmak amacıyla yapılmış olan açılıp kapanan ahşap orta bölümünün olmadığını; ama yeni düşmana karşı sanki hâlâ karşı koyabilecekmiş gibi heybetli duruyor. İnsan düşünmeden edemiyor, “Restore edilemez miydi; baraj başka yerden geçirilerek, bu eserlerle tarih turizmi bu topraklara çekilerek kentin kalkınması sağlanamaz mıydı ve ülkemizin ne kadar büyük zenginliklere sahip olduğu sergilenemez miydi?” diye.


“Sen misin çağının en büyük, en ihtişamlı köprüsü?” diye sorduğum soruyu duydu mu bilmem ama başkentlerine böylesine bir eziyetin reva görüldüğünü hisseden Artukoğulları’nın duyduğu kesin. 12.yy’da ticaret yolları üzerinde yer alan ve Anadolu ile Mezopotamya’yı birbirine bağlayan bu değerli kentten günümüze akan tarihin içinden sadece Artuklular değil; Bizans, Sasani, Emevi, Abbasi, Hamdani, Mervani, Eyyübi, Selçuklu ve Osmanlı kültürleri geçiyor. Böylesine zengin bir tarihe sahip toprakların üzerinden “su geçirip” silip yok etmeye hazırlanıyoruz; hazırlanmakla da kalmayıp çoktan yol almışız. Hasankeyf’e girdiğiniz andan itibaren, sanki sessiz sessiz akmakta olan gözyaşları karşılıyor sizi. Bağırmıyor, yardım dilemiyor, inatlaşmıyor; ta yüreğinizin derinlerine işleyen bir sessizlikle, hıçkırıklarını işitmenizi sağlıyor. Topraklarının tarihine sahip çıkmayan toplumlarının sonunun ne olacağını bilerek ağlıyor. “Hasankeyf bitmiş, tarihten silinmiş!” diyenlere karşı en büyük kırgınlığı. “Senin ataların beni sevdi, kolladı, güzelleştirdi; sense bir kalemde sildin beni, atalarını, tarihini, değerlerini…” diyor duyan kulaklara…

Dedim ya, onlarca kültür geldi geçti içinden diye, hiçbiri bir diğerine saygıda kusur etmedi. Onun değerleri üzerine kendininkileri ekledi ve büyüttükçe büyüttüler Hasakeyfi birlikte. Tarihten silinmiş dedikleri bu kentte; Artuklu sarayları, Eyyübilerin Ulu Cami’si, Cami el’Rızk’ı, Sultan Süleyman Cami’si, Akkoyunluların Zeynel Bey Türbesi, kaya kiliseleri, kaleler, yeraltı yolları, görkemli kapılar, hanlar ve diğerleri artık zamana direnmekte zorlansa, yardıma ihtiyaç duysa da hâlâ süslüyorlar Hasankeyf’i. Bitmiş tarihten anladığımız buysa, “Bütün topraklarımızı baştan aşağı barajlarla çevirip sulanalım!” demek lazım… Kale içinde yer alan Ulu Cami’nin ahşap kitabesi üzerinde yer alan oyma süslemelere bakarken, inceden bir ses çınlıyor kulağımda, “Cami minareleri ve ardından kale, suların altında yok olduğunda, bu değerlerin üzerinden su geçirenler silmiş olacaklar Hasankeyf’i tarih sahnesinden. Ama onlar, böylesi bir yükün altında ezildiklerinde, tarih sahnesinde nasıl bir iz bırakacaklar diye düşünecekler mi; Atalarına bunu neden yaptıklarını açıklayabilecekler mi?” diyor o tiz ses ve cevapsız kalıyorum; sessizliğimle katılıyorum sözlerine.

İnsanlar konuşmuyor burada, artık konuşma ihtiyacı duymuyorlar; onlar sadece “kader” diyorlar ve yeni hayatlarına alışmaya çalışıyorlar. Sertifikalı rehberlik yapan 14-15 yaşlarındaki çocuklar, buraların tarihini içmiş gibi anlatıyor ve seviyorlar yaşadıkları yeri. Öylesine seviyorlar ki, her gün defalarca gezdikleri kentin kalıntılarını yine de ilk defa geziyormuşçasına heyecan ve ışıltılı gözlerle izliyorlar. Çünkü bilgi insanı açlaştırıyor, keşfetme duygusunu, öğrenme isteğini perçinliyor. Çünkü onlar, bildikleri için, burada bir tarihin aktığını, hâlâ yaşadığını, yaşamaya direndiğini fark edebiliyorlar. Çünkü onlar, görmeyi, öğrenmeyi, araştırmayı; konuşmaya yeğliyorlar ve onlar, bir zamanların ilim ve kültür merkezi olan bu kentin, sadece 14-15 yaşlarında olan çocukları…  


Eyyübi Sultan Süleyman’ın desteği ve adına yapılan eserlerle zenginleşen bu kentte yer alan türbesi de aynı tarihe vefasızlığın kurbanı olarak terk edilmiş ve yok olmaya yüz tutmuş. Eğer bir kent ağlarsa, işte ancak böylesine bir vefasızlık yüzünden ağlar. Moğolların tarih sayfalarındaki yerini herkes bilir ve işte Hasankeyf’te Moğol izleri de bundan farklı değildir; yakıp yıkarak geçip gitmişlerdir. Şimdi ikinci bir Moğol istilası mı yaşıyor Hasankeyf; tarih sayfalarına böyle mi geçecek bunu yapanlar?


Hasankeyf’i gördükten sonra, farklı dinlerin tarihî değerlerinin yer aldığı antik kentleri, tarihi eserleri neden korumadığımıza dair eleştirel düşüncelerimiz bir anda allak bullak oluyor; toplumumuzun büyük çoğunluluğunun dâhil olduğu İslam dinin bu çok değerli eserlerinin hâlini gördükten sonra, diğerlerine sahip çıkacak bilincin yerleşmesinin ne kadar büyük bir zaman gerektirdiğini hissediyoruz. Sultan Süleyman Cami’nin alçı süslemeleri üzerinde sprey boyalara, Koç Cami üzerinde duvar yazılarına, Kız Cami pencerelerinin inşaat malzemeleri ile doldurulmuş olduğuna tanıklık ediyoruz. Şimdi, suya, baraja yüklemeye çalışıyoruz tüm suçu, onun temizlemesini bekliyoruz, kapatmasını bekliyoruz ayıbımızı. Sahip çıkmadığımız, korumadığımız, restore etmediğimiz değerlerimizin silinip gitmesini istiyoruz; o yüzden gözlerimizi kapatıp, sürekli uyuklarken sayıklıyoruz, “Hasankeyf bitmiş, tarihten silinmiş!” diye. Barajın vereceği elektrik aydınlatabilecek mi geçmişimizi, yol gösterebilecek mi geleceğimize? Biz tarihimizi sular altına gömerek aydınlanmayı beklerken, nasıl bir karanlığa sürüklendiğimizi bile fark edemiyoruz.  

Şimdilerde ürkek ve korkak bir bekleyiş var Hasankeyf halkının ve tarihinin üzerinde. Eğer sahip çıkıp sadakatini gösterenler de olmasa, herkes “Hasankeyf bitmiş, tarihten silinmiş” diyenlerin sözüne inansa, çoktan bitmişti her şey; ama Telepinu hâlâ çok uzaklaşmadı, onu çağıranların sesini hâlâ duyabilecek mesafede…


* Dünya Mitolojisi-Büyük Destan ve Söylenceler Antolojisi, Donna Rosenberg, İmge Kitabevi, 2006, “Ortadoğu Söylenceleri-Hitit”, Syf: 271-276 

Sosyolog ve Müzisyen: İlke Ulaş Kuvanç / Söyleşi: Gülşah Akbulut

İlke Ulaş Kuvanç 'LA MUSIQUE SANS FILM - FİLMSİZ MÜZİKLER' adlı albümünün ardından müzik çalışmalarına devam ediyor. Popüler ve kolay bir yolda ilerlemeyen Kuvanç ile müzik yaşamı ve şu anki çalışmalarına dair bir söyleşi yaptık. Bir göz atmak isteyenler için…

Eğitiminiz sosyoloji üzerine.  Müziğe başlamanız nasıl oldu?
Ailemdeki müzisyenler sayesinde, müziği alaylı olarak öğrendim diyebilirim. Ama yine de müzisyenliğe ilk adım attığım yılların ardından yaklaşık 2 sene Gazi Üniversitesi gitar bölümü hocalarından klasik gitar eğitimi almış bulunuyorum. Ama aslen sosyoloji mezunuyum. Master eğitimimde müzik sosyolojisi üzerine çalıştım ve “Küreselleşme ve Dünya Müziği” konulu bir master tezinin sahibiyim. Şu anda ise İstanbul Üniversitesi’nde yine müzik sosyolojisi üzerine doktora tezimi hazırlamaktayım. Bu seferki tez çalışmam ise, Oryantalizmin Batı ve Türk Müziği ile karşılıklı etkileşimi üzerine nitel bir çalışma olacak.  
Müzisyenlerin olduğu bir ailede yetişmiş olmanın sonucu olarak, evet, müzik hayatımda hep vardı. Ancak net başlangıcım, yine müzisyen olan annemin, bana ortaokul yıllarımda bir gitar hediye etmesi ile oldu. Bu şekilde müziğe aktif olarak odaklanmış oldum ve tutku dolu bir müzisyenlik hayatı başlamış oldu benim için. Sonrasında da küçüklüğümden beri hep hayalini kurmuş olduğum gibi, bestecilik üzerine yoğunlaştım. 

Başlangıçta müzikal anlamda bir tür belirlemek gerekli midir? Bu türlü bir müzik yapıyorum diyebilir misiniz?
Ürettiğiniz müzik popüler, dolayısıyla ticari hedefleri olan bir müzik değil ise, bu ürünü bir müzik türünün adı ile nitelendirmenin çok gerekli olduğunu düşünmüyorum. Çünkü bu durumda sizin amacınız sadece üretmek haline geliyor ki bu da sadece duygularınızı müzikle ifade etmek anlamı taşımaktadır. Dinleyici için de türün adının ne olduğunun çok önemi olduğunu sanmıyorum, sizin notalara döktüğünüz duygudan dinleyici kendine pay çıkarabiliyorsa veya sadece müzikal olarak keyif duyabiliyorsa, türün adının ne önemi var ki. Bir de günümüz müziğinde türler arası ayrımlar keskinliğini iyice kaybetti. Müzik temel manada tektipleşiyor ve bir müziğin bir türün altında tanımlanması için, bu tektipleşmiş müziğin içine eklenmiş karakteristik ama aslında bu müziği bir tür yapmaya yetmeyecek zayıflıkta bir element yeterli oluyor artık. Örneğin pop müzikte elektrik gitar kullanınca rock oluyor veya elektronik müziğe ney ekleyince dünya müziği oluyor, içerik, felsefe veya sound karakteristiğinin artık bir önemi yok ne yazık ki. Bu muğlak durumda, müziğinizi bir tarzın ismine sıkıştırmaya çalışmak çok anlamlı değil kesinlikle.
Benim “Filmsiz Müzikler” albümümdeki türe karar verişim ise planlanmış bir şey değildi kesinlikle. Yukarıda bahsettiğim ticari olmayan duygu aktarım süreci sonucunda oluşmuş bir proje bu. Duygularımı ifade etmek isterken, seçtiğim kendimce en iyi dil, bu albümdeki soundu yarattı. Cümle kurmak gibi; duygularınızı anlatırken kurduğunuz cümlenin kelimelerini seçmek ve duygunuzu en iyi ifade ettiğini düşündüğünüz ve hissettiğiniz vurgulamaları içgüdüsel olarak yapmak… Benim en iyi ifade biçimim buydu duygularım için ve böyle bir müzik türü ile vücut buldular.
Yine de günümüz kalıpları ile müziğimin türünü tanımlamak gerekirse, senfonik öğelerden dolayı film müziği, elektronik ve synth seslerden ve bazı eserlerimdeki içerikten dolayı newage ve etnik enstrümanlardan dolayı da dünya müziği diyebiliyorum tanımlarken. 

Albüm fikri nasıl ortaya çıktı ve de albüm tabii ki?
Aslında kesinlikle yayınlanması amacıyla üretilmemiş sadece kişisel duygu aktarım süreçleriyle oluşmuş bestelerin, duayen menajer Bircan Silan hanım tarafından dinlenip, çok beğenilip, “bunları albüm haline getirmeyi düşünmez misin” demesiyle albüm fikri doğmuş oldu. Kayıt sürecinin ardından, üstat müzik adamı, besteci Vedat Yıldırımbora’nın müziğimi çok beğenmesinin ardından gösterdiği eşsiz ilgi sonucu Yaşar Müzik ailesiyle, sayın Kemal Kekeva ile tanıştım. Kemal Kekeva’ da bu albümün hayat bulmasında son ve en büyük katkıyı sağladı ve ticari olarak çok zor bir dönem geçirmekte olan müzik piyasasının, prodüktörler adına son derece kârsız koşullarına rağmen, hiçbir ticari kaygısı olmayan bu albümün, hiçbir kaygı duymadan arkasında durdu ve insanlara ulaşmasında kesinlikle başrolü oynadı.  
  
Şu anki müzik çalışmalarınız nelerdir?
Şu sıralar, Türkiye’de çok fazla yapılmamış bir şeyin; özgün metinli bir çocuk müzikalinin müziklerini bestelemekteyim. Bunun yanında dünya bankası destekli bir belgesel projesinin de müziklerini üstlenmiş durumdayım, onun için de bir ön hazırlık süreci içerisindeyim. Diğer taraftan Filmsiz Müzikler albümüm için birkaç canlı performans konsept çalışmamız var. Türkiye’de daha önce yapılmamış bir görsel tasarım ile müziklerimi sahnelemek istiyoruz. Bunun hem görsel tasarımları üzerine ilgili ekiple bir çalışma yürütmekteyiz, hem de müziğin canlı performansı üzerine müzisyen dostlarımla çalışmalar yapmaktayız. Planlarda aksilik olmaz ise, müzikal şubat ayında sahnelenmeye başlayacak, belgesel yakında yayınlanacak, hedeflediğimiz benzersiz canlı performansımız ise bahar aylarında gerçekleşecek.

Şarkılarınızın hikâyeleri var mı? Sizden dinlemek isteriz.
Şarkıların çoğu hem nesnel hem öznel anlamlar taşıyorlar. Bir duygu aktarım sürecinin ürünleri olduklarından dolayı, geniş bir zaman dilimini de kapsamaktalar. Örneğin “170899” isimli çalışmam 17 Ağustos 1999 depreminden kısa süre sonra, bu acı olayın bana hissettirdikleri sonucu hayat buldu. Veya “Choose One” isimli çalışmam ise gönlümde, çok kıymetli Kazım Koyuncu ile bütünleşmiş bir çalışmamdır. Kazım Koyuncu, henüz bir tema halinde olan bu çalışmamı tedavi gördüğü hastanede dinlemiş ve çok beğenip, “iyileşince birlikte bir şeyler yapmalıyız” demişti. Sonrasında malum, bunu gerçekleştirme şansımız ne yazık ki olamadı. Ben ise bu besteyi bu olayın duygusallığı ve hissettirdikleri ile tamamladım. Benim için çok özel bir anlama kavuştu ve kıymetli Kazım Koyuncu’ ya ithaf ettim. Veya “Child Face of War (Savaşın Çocuk Yüzü)”, Irak’taki gayri insani korkunç tablonun bana hissettirdikleri ve çocukların yaşayabileceklerine dair duyduğum üzüntünün ve kızgınlığın ifadesidir benim için. Bu ifadeler tabiî ki nesnel hikâyeler üzerine kurulu belirttiğim gibi. Tabiî ki bunların öznel yanlarını ben yaşıyorum ben biliyorum. Albümümün dinleyicisi de kendi duyguları ile bu çalışmalar aracılığıyla çok farklı hikâyeler yaşayabileceklerdir. Dolayısıyla bu albüm aslında, sayın Naim Dilmener’ in tanımlamasıyla Filmsiz değil “çok filmli” bir albüm diyebiliriz.

Kimlerle çalıştınız?
Albümün müzikal kısmında çoğu işi ben gerçekleştirdim. Besteler, aranjeler, orkestrasyonlar, gitar ve keyboard performansları, kayıt ve mix, benim tarafımdan yapıldı. Ney performansları çok yetenekli genç bir neyzen olan Tolga Saraçoğlu tarafından gerçekleştirildi. Ud çalımı ise Bülent Akdağ tarafından yapıldı. “Okyanusa Hasret – Sighed for the Ocean”  isimli çalışmamda Cem Adrian benzersiz sesi ile vokalleri üstlendi. Mastering sevgili dostum Cüneyt Çağlayan tarafından Norveç/Oslo’da Cascade Studios’ da tamamlandı. Kapak fotoğrafları, fotoğraf sanatçısı Koray Kasap tarafından Nepal’ de çekildi. Kapak tasarımı ise Onur Gülecek tarafından Fransa/Paris’te tamamlandı.

Yurtdışında ya da Türkiye’de hayran olduğunuz, müziğinden etkilendiğiniz isimler  (ya da her nasıl adlandırmak istiyorsanız) var mı?
Aslında dünyanın birçok farklı noktasında, çok farklı tarzlarda müzik icra eden, beğeniyle takip ettiğim birçok müzisyen var. Nitekim bu durum benim de birçok farklı tarzda müzikler üretmiş ve üretiyor olmamla da karşılıklı bir etkileşim içerisinde sanıyorum. Ancak şu an güncellik Filmsiz Müzikler olduğundan, bu çalışmanın civarındaki beğenilerimi ifade etmem yerinde olacaktır; Brian Tyler, Marco Beltrami, Hans Zimmer, Michael Cretu, Yanni tarzımla ilgili çok sevdiğim müzisyenler. Türk müzisyenlerden ise, Murat Tuğsuz, Cüneyt Çağlayan, Fahir Atakoğlu, Gevende ilk aklıma gelen sanatçılar.

İstanbul'da Saklı Anadolu / Ebru Çolak

Fotoğraflar için tıklayınız
Fatih Kadınlar Pazarı, Fatih itfaiyesinin yanındaki tarihi bozdoğan Kemeri’nin yakınında Fatih semtiyle simgeleşmiş bir mekân. Doğuya özgü yöresel yemekleri ve tarihi dokusuyla müşterilerine bir Doğu Anadolu atmosferi sunan Pazar, farklı lezzetleri tatmak ve farklı ortamda bulunmak isteyen her kesimden insanı kendisine çekiyor. 

Pazar, İstanbul’un ortasına kurulmuş doğu Anadolu’dan bir şehri andırıyor. Esnafın çoğunu Doğu Anadolu’dan özellikle Siirt’ten gelenler oluşturduğu için Siirtliler Çarşısı olarak da biliniyor. Siirtlilerin dışında Van, Diyarbakır, Bitlis, Gaziantep’ten gelenlerin oluşturduğu pazarda esnaf kendi gelenek ve göreneklerini burada yaşatıyorlar. Burası memleket özlemi çeken Siirt, Van ve Gaizanteplilerin vazgeçemedikleri yerler arasında.

Kadınlar Pazarında otuz bir yıldır esnaf olan Fahri Baba Siirt Lokantası sahibi Çetin İdem pazarın önceleri Eminönü küçük pazarda, İstanbul ticaret odasının yanında olduğunu önceleri burada kadınların geçimlerini sağlamak için satış yaptığını ve adının kadınlar pazarı olarak kaldığını daha sonra Fatih’e taşındığını söylüyor: ’’1984’e kadar pazarın ortasında barakalar kuruluydu ve bu tarihte ilk barakalar yıkıldı. 1994’te tekrardan yapıldı son olarak da 2004’te gene yıkılarak bugünkü halini aldı.” dedi. Çetin Bey, pazarın turistik bir çarşıyı andırdığını insanların özellikle Büryan Kebabını yemek için pazara geldiğini söylüyor. ”Müşterilerimizin çoğu Doğu Anadolu yöresinden. Buraya özellikle büryan kebabını yemek için geliyorlar onun dışında perde pilavı ve bumbar yiyorlar ve burayı kendilerinden bir parça olarak görüyorlar. Burası küçük bir Doğu Anadolu’dur. Bir yandan Anadolu lezzetlerini tadarken bir yandan da kendinizi Doğu Anadolu’nun bir yöresinde hissediyorsunuz.” dedi. Arap turistlerin pazara olan ilgisinin arttığını söyleyen Çetin Bey: “Arap turistler burayı kendi memleketlerine benzetiyorlar ve özellikle büryan kebabı yemek için geliyorlar.” dedi. 

Pazarın eski esnafından olan Fethi Hacıoğlu şehir dışından müşterilerine de satış yaptığını söylüyor. Fethi Bey:’’Daimi müşterilerimiz arasında Bursa, Yalova ve Edirne’den gelip buradaki yöresel ürünleri satın alanlar da var.Şehir dışındaki müşterilerimize Van otlu peyniri, Diyarbakır örgü peyniri gibi doğu yöresine ait peynir çeşitlerimizi satıyoruz.Onun dışında Bakliyat çeşitleri ve kuruyemişi tercih ediyorlar. ‘’dedi. 

Ayrıca Kadınlar Pazarı’nda Siirt Kaya Balı, Pervari Balı,Bitlis Hizan Balı ve birçok bal çeşitleri de satılıyor.Balcı Hüsnü dükkanını işleten Metin İncel balın özellikle kışın daha çok tercih edildiğini balın bir şifa kaynağı olduğunu söylüyor:’’ Kış aylarında özellikle bronşit, grip rahatsızlığı olanlar bal alıyorlar. Buradaki balların hepsi Doğu Anadolu yöresine ait hakiki baldır.’’ dedi. 

Fatih Kadınlar pazarında büryan kebabı 11 TL diğer kebap çeşitleri ise 10 TL . Van Otlu Peyniri 13 TL, Diyarbakır örgü Peyniri 17 TL. Bal fiyatları ise 15 TL’den başlıyor 300 TL’ye kadar çıkıyor. Siirt Pervari Balı 90 TL,Bitlis Hizan Balı 60 TL, Siirt Kaya Balı 110 TL.

Fatih’te küçük bir Anadolu kasabasını andıran Fatih Kadınlar Pazarı birbirinden çeşit yöresel yemekleri ve tarihi dokusuyla farklı lezzetler tatmak ve farklı bir mekânda olmak isteyen her kesimden insanı kendisine çekiyor.








Seyyah / Ümit Manay


Bir seyyah tanıdım,
Altı yerinde bilinmemiş kıtalar
Bu ninni, bu uyku
Esir gözkapakları bir “yum” demeye
Dudaklarında defnenin yakamozu
Teninde kor ateş volkanik dağlar misali.

Kurdun… 
Bir kurşun asker gibi kurup bıraktın beni.
Sol – sağ, sol – sağ…
Durdum.

Öyle büyük laflar etmeyeceğim,
Sev ulan yeter beni…
Arabesk gibi sev, Orhan gibi, Bergen gibi..
“Aşk” derken titresin sesim.
Tıpkı “anneciğim” der gibi…

Bak İzmir tutuştu her şeyiyle…
Çingene ruhum isyanını koydu karanlığa.
Başladı çıplak ayakla dansa.
“Ay” dansöz, yıldızlar seyirci.

Kirpiğini; bir kibrit kutusuna koydum,
Kahve içtiğimiz bardakları da çaldım.
Dudağının değdiği izmariti kıskanır oldum.

Ama biliyorum ki;
Senin kalbinde ruj lekeleri var,
Saklayamazsın ki! 
Çocuksun sen,
Otuz bir yaşında koca bir çocuk.
Kızmayacağım sana…
Hadi söndür sigaranı kalbimde,
Söndür ışıkları, söndür geceyi,
Mumlar erisin buruşmuş çarşaflardan içeriye.

Soğuk ve karanlık / A. Ömer Türkeş

“Namlunun ucundan, filmlerdeki gibi bir ateş çıktı mı bilmiyorum; çünkü uzaklardaki geçit vermez dağların ardından yükselmekte olan güneşin doğaya bin bir can katan o pırıl pırıl ışıkları, hain gecenin karanlık hükmünün bittiği şu saatlerdeki alacakaranlıkla iç içe geçmişti. Ancak işini bilen bir usta katil böylesine incelikli yollayabilirdi bu kurşunları. Ne de olsa son yirmi yılın en azılı katiliydi o. Cesedim kurda kuşa yem olacak, kanlar içinde kurumuş yaralarıma böcekler dolacaktı. Kurtlar, kokuşmuş cesedimin çürümüş etlerini sıyıra sıyıra yiyecek, kemiklerimi de sırada bekleyen çakallara bırakacaklardı. İlk kurşunu göğsümün tam ortasına doğru göndermişti, ikincisini onun iki santim altına; diğer dört kurşun ikişer santim arayla alt alta sıralamıştı. “Bu işlere bulaşmamalıydın harika çocuk” dedi katil. “Bu işler satranç oynamaya benzemez.” Haklıydı. Satranç oynamaya benzemiyordu.”

Aklın tutulduğu yerde
Derviş Şentekin’in ilk romanı Beş Parasızdım ve Kadın Çok Güzeldi, daha çok final sahnesine yakışacak bir girişle başlıyor. Hikâyenin anlatıcısının/kahramanının ölüm anını kendi ağzından aktardığı böyle bir giriş iddalıdır. Hele romanın türü polisiye ise iddia hayli yükselmiş demektir... Çünkü polisiyelerin alışılageldik üretiminde merak duygusunu kışkırtmaktır hedeflenen; okuyucuyu muammanın içine çekmek, detektifin beyin fırtınalarını izlemek, sokaklarda suçlu kovalamak ve katili bulup adaleti sağlamak... Şentekin bu şablonu kullanmayacağının daha baştan ilan ederken başka bir okuma pratiğine davet ediyor okuyucusunu.

Aslında klasik detektif, özel detektif tiplemesi için uygun vasıflara sahip bir anlatıcımız var. Orta yaşlarda, kalbi kırık, yalnız, parasız ve akıllı. Anne ve babasını küçük yaşta kaybetmiş, Liseyi Malatya’da yatılı okumuş, satranç ilgisini Dünya Gençler Satranç şampiyonluğunu kazanmaya kadar vardırmış, bu becerisi ile “İstihbarat” teşkilatının ilgisini çekmiş, üniversiteyi bitirince “İstihbarat”ta on yıl çalışmış, yanlış bir yerlere temas edince de –kendisini işe alan Oğuz abisi ile birlikte- teşkilattan kovulmuş. Karısı da terk etmiş adamı. Ve iki yıldır arkadaşı Cengiz’in barında çok sevdiği kızını özlemek, boşa geçen yıllarına kahretmekle geçiriyor günlerini.

Bu isimsiz, yalnız ve hüzünlü kahramanın hayatı, 1998 yılının karlı bir kış günü, bara gelen genç ve güzel bir kızın iş teklifi ile değişecektir. Oğuz abinin tavsiyesi ile gelmiştir Aslı Çınar; kayıp babasını aramasını istemekte, karşılığında tam iki yüz bin lira önermektedir. Artık kızın güzelliği mi, nakde sıkışıklığı mı, yoksa her geçen gün daha da çürüyen varlığını kurtarmak itkisi mi baskın çıktı bilinmez, kayıp iş adamının peşine düşer.

Teşkilattaki arkadaşlarına, içerden gelecek bilgilere güvenir önceleri. Ne var ki polis ve MİT tarafından yürütülen araştırmalar tuhaf bir şekilde sonlandırılmış, dosya neredeyse boş bir sayfayla kapatılmıştır. Daha derine inmesi için yardımına ihtiyaç duyduğu Oğuz abisi ise aniden rahatsızlanarak hastahaneye kaldırılmıştır. Koma halindeki teşkilat duayeninden de yardım alamayan kahramanımız tam ümitsizliğe kapılmışken bir telefon alır. Kayıp iş adamının bambaşka bir kimliğini ortaya çıkaran bu beklenmedik şahit davetsiz ve tehlikeli misafirler de katacaktır maceraya. 80’lerden bu yana sürdürülen kirli savaşın aktörleri sahne aldığında, akıllar tutulduğunda artık kimsenin hayatı güvencede değildir...

Kısa bir yazıda hikâyenin ana hatlarını özetleyebildim. Ayrıntılarda ise gündelik hayatın boğuntusunu, insanların umutsuzca beklediği mutluluğu, ayrılığın hüznünü, ansızın düşülen bir aşkın heyecanını bulacaksınız. Belki de hikayenin rengini daha da karartan be gerilimi arttıran neden hikayedeki insanların hayatlarıyla yakınlık kurmamız. Ancak kimi zaman neşeli ve umutlu sahnelere şahit olsak bile, Beş Parasızdım ve Kadın Çok Güzeldi'de olaylar ve kişiler, soğuk ve karanlık bir atmosferle kuşatılmış. Tam da “suç ve şiddet üzerinde odaklanan ve işin özü gereği güneşten çok toprağa dönük bir edebiyata” yakışan bir atmosfer.

Siyasi polisiyenin imkânları 
Siyasi polisiyeleri çok önemsediğimi, Türkiye Cumhuriyeti’nin son elli yılını tartışmak için bu türden romanların yazılması gerektiğini bir çok kez vurguladım. Doğrusunu söylemek gerekirse Ernest Mandel’in Hoş Cinayet adlı incelemesini okuduğum yıllarda farkına varmıştım sistem eleştirisi yapmaya soyunan bir polisiye akımın varlığının. Toplumsal yaşama bulaşmış suç örgütlerini, kirli ilişkileri, bu yaşantıdan doğan siyasi, ekonomik ve toplumsal sorunları çarpıcı biçimde yaşayan ülkelerin yazarları polisiye öykünün sürükleyici potansiyelini bu sorunları teşhir etmek amacıyla kullanmışlardı ve kullanmayı da sürdürüyorlar.

80’lerden sonra, Türkiye'de biçim ve içerik arayışındaki yazar, yayıncı ve okuyucuların dünya edebiyatındaki yeniliklere gözünü çevirdiği bu yıllarda, pek çok yeni tür katıldı edebiyatımıza. Ne var ki siyasi polisiyeler yazılmadı. Yazılanlarsa ya çok zayıftı ya da okuyucu bulamadı. Oysa; derin devletin operasyonlarının, Susurluk’ta açığa çıkan mafya-siyasetçi-polis üçgeninin, yüzlerce faili meçhul cinayetin, devlet destekli banka yağmalamalarının gözlerimizin önünde cereyan ettiği, siyasi olanın hayatın her alanını kapladığı, insan haklarına, özgür düşünceye, sol hareketlere karşı psikolojik savaşın tarihin hiç bir döneminde olmadığı kadar acımasızca ve medyanın bütün olanakları kullanılarak sürdürüldüğü Türkiye’de, siyasi polisiyeler için hikaye bulmak hiç de zor olmayacaktı. Sevindirici bir not; 2011 yılında birkaç iyi siyasi polisiye yayımlandı; Suat Duman’ın Müruruzaman Cinayetleri, Uğur Erkman’ın Kurumuş Nehrin Yatağında ve Nihan Taştekin’in Zeval romanları yakın dönem siyasi tarihi ile ilişkili polisiyeler.

Beş Parasızdım ve Kadın Çok Güzeldi romanında işte bu gerçeklerden yola çıkan Derviş Şentekin, Susurluk kazasıyla deşifre olan yakın tarihin karanlık ve kirli siyasi olaylarına dayanan etkileyici bir siyasi polisiye yazmış. Tersine saran hikâyesine rağmen, merak duygusunu sürekli kılan polisiye kurgusunun başarısı bir yana, araya serptiği oyunlar, başka romanlara ve polisiye kahramanlarına yapılan göndermeler ve metaforlar da yerli yerinde. Romanın isimsiz kahramanı eski meslektaşları olarak Komiser Nevzat ve Behzat Ç. isimlerini anıyor. Ancak aslında hem kendisi hem de kahramanı olduğu roman onlardan farklı. Gerek Behzat Ç. gerekse de Komiser Nevzat alışılageldik polis tipine uymazmış gibi görünmelerine rağmen, özellikle TV dizilerine, yani popüler kültüre transfer olduktan sonra başka bir işlev yüklendiler. Ayrıksı da olsalar polisin yıldızını parlatıyor, polisi halkın gözünde meşrulaştırma ihtiyacına cevap veriyorlar. Adalet kurumunun siyasallaştığı, iddaanamelerin polis soruşturmalarına dayandığı, kanun dışı dinlemelerin yasallaştığı, teşkilatın tarikatle ilişkisinin tartışıldığı bir dönemde doğrusu önemli bir hizmet!... İlk romanında böyle bir tuzağa düşmemiş Derviş Şentekin; hiç bir kurum ve şahsiyeti meşrulaştırmadığı gibi, onların meşruiyetini sorguluyor.

İçerik iyi, ancak biçime ilişkin birkaç eleştirim var. İlki gündelik konuşmaların çok fazla yer kaplaması. Olayın polisiye akışı başlayana kadar Cengiz’in barında geçen zamanda az iş çok laf üretilirken sanki “havanda su döğülüyor”. Bu ilk bölümde eylemden ziyade diyaloglara yer vermiş yazar. Diyaloglar iyi ama bazı kelimeler –mesela “oğlum” hitabı- sıkça tekrarlanıyor gibi geldi bana.

İkinci olarak, kahramanın ruh halinin son yıllarda yazılan romanlardaki tiplere, yani duygulu, kırılgan, pasif, ama hepsinden önemlisi yetim kalmış erkek kahramanlara çok benzemesi talihsiz bir seçim. Şentekin’in isimsiz kahramanı zaman zaman bir Mario Levi romanından çıkıp gelmiş hissi veriyor. Yanlış anlaşılmasın; bir aşk romanı için böyle bir karakter yazar ve okuyucusu için uygun bir seçim olabilirdi ama bu romanda biraz daha dik duran bir kahraman beklerdim.

Radikal Kitap Eki’ne verdiği söyleşide “Bu kitabın adı ‘Yalan Roman’ da olabilirdi. Yalan zamanlarda, yalan romanlar okuyup duruyoruz. Ve bunlar o kadar çok ki... Bu romanın ismi yalan zamanların yalan romanlarına bir isyandır aynı zamanda” demiş Şentekin. Güzel bir tespit. Bu noktadan devam edebilirim. Daha önce de belirtmiştim; siyasi polisiye türündeki bir romanı tanıtan ve öneren bir yazı da, demokratik kitle gösterilerinin silahla bastırıldığı, işkencenin alenileştiği, çetelerin, cinayetlerin ve şiddetin estetize edildiği, racon kesmenin hayranlık yarattığı, bütün o sahte kahramanların, karanlık ilişkilerin ve derin bağlantıların vatan millet aşkına yüceltildiği bu ülkede “siyasi” olana sırt çevirerek küçük burjuvaların kimlik sorunlarına kapanan edebiyatımıza bir eleştiri olarak okunmalıdır.
sabitfikir.com

Planlar ve Sapmalar / Çağatay Varyozdöken

Hayatın hep bizim isteklerimiz doğrultusunda akıp gitmesini isteriz. İsteklerimizi ve planlarımızı gerçekleştirebilmek için de çabalarız. İsteklerimiz gerçekleştiği ölçüde hayat bizim için daha yaşanabilirdir. Düşündüğünüz zaman göreceksiniz ki; bizim ya da sevdiklerimizin istediği şeylerin gerçekleştiği anlar en mutlu zamanlarımızdır. Ya kendiliğinden olur bu mutluluklar ya da bir uğraş sonucu. Kendiliğinden olduğunda mutluluğu doyasıya yaşarsınız. Bu şekilde gelen mutluluk bizim için sürpriz niteliğinde olur. Ancak çaba sonucu mutlu olmak zordur. Beklentilere sahipsinizdir bu durumda. Bu çabalar sonucunda bazı ödüller bekleriz. Hesaba katmadığımız şey, kiminin doğa güçleri olarak nitelediği “yüksek irade”dir. Bizim dışımızda bir şeyler gerçekleşir. Beklenmedik zamanlarda beklenmedik olaylarla karşılaşarak bir bilinmezlik içinde savruluruz. Belki birçok kişi bu saptamaların farkında bile değil gündelik yaşantısında; damdan düşer gibi oluyor söylediklerim belki de.
Durumu şöyle örnekleyebiliriz: Güneşli bir güne uyanırsınız. Bugün yapacağınız güzel şeyleri düşünürken telefon çalar ve rahatsızlanan bir yakınınızın haberini alırsınız. Ya da uzun süredir hayalini kurduğunuz değerli bir şey alacakken tüm paranız çalınır ve hırsız kayıplara karışır. Ya da haberini beklediğiniz iş görüşmesinin günü gelip çatmıştır. O gün görüşmeye giderken size araba çarpar; ayağınız kırılır ve o işi de kaybederseniz ümitleriniz kırılır… Gibi gibi… Olayları çoğaltmak, kendinize uyarlamak zor olmayacaktır.
Bu gibi olaylarda neyin neden olduğunu kestiremez; bu bilinmezlikle başa çıkabilecek gücü de kendinizde bulamazsınız. Hayatınızdaki bu zamansız sapmaların ileride sizi nelerle karşı karşıya bırakabileceğini düşünmeye çalışırsınız.
Neye yanacaksınız, yapamadığınız şeylere mi, o şeyleri yapacakken başınıza gelen olaylara mı? Uğradığınız bu maddi manevi zararın tazminatını alacağınız makam da yoktur üstelik. Yine mutlu olabilmek için çabalarsınız.
Mutluluğu düz bir çizgi olarak düşünürsek, kötü olaylar bu düz çizgideki eğrilik büğlülüklerdir. Sabretmek de bu sapmaları düz çizgiye yaklaştıran bir gereç. Herkesin hayatı bu tür sapmalarla doludur. Mutluluğunuz eğrildiğinde zaman ve sabır yine her sorunda olduğu gibi kapınıza kadar gelip size yardım için teklifte bulunur. İsterseniz kabul etmeyin…

Taksim mi Beylikdüzü mü? / Efsun Güztoklusu

- 5 ve 10 yaş arası çocukların okul zoruyla getirildikleri ancak oraya buraya koşturup ‘ööööritmenim bu bana vurdu ‘deyip stant devirdikleri, Penguen standı ile Leman standının amansızca rekabet ettikleri fuar işte bu fuar…

- Madem insanlar ucuza kitap alacaklar o zaman neden toplama kampı eziyeti çekmesinler mantığı ile hareket edip, sıkı bir araştırma sonucunda İstanbul’un en ücra ulaşımı en zor yerine kurulan fuarıdır…

Yukarıda yer alan değerlendirmeler ‘ekşi sözlük’ ve ‘itü sözlük’ten alıntılandırıldı… Konu tabii ki 30.Uluslararası Tüyap Kitap Fuarı…

Bu yıl 12-20 Kasım 2011 tarihleri arasında TÜYAP Fuar ve Kongre Merkezi Büyükçekmece’de düzenlenen İstanbul Uluslar arası Kitap Fuarı 600 yayınevi ve sivil toplum kuruluşunun katılımı ve

197 adet etkinlik programı ile açılışını yaptı bile..

Fuarın onur yazarı Ferid Edgü ve ana teması ‘Umut’ Düş mü, Gerçek mi?’ olarak belirlenmiş bu yıl, ayrıca İlk dört gün mısır edebiyatı ve sineması çeşitli etkinlikler, ’Necip Mahfuz’ paneli ile kitapseverlerin beğenisine sunuluyor. Fuar sosyal medyadan da ‘www.istanbulkitapfuari.com’ izlenebilir…

MEDYADA GÜNCEL FUAR HABERLERİ:
Fuar, basında nedense içeriği ile değil de Beylikdüzü’ndeki mekanının uzaklığı, trafikte geçirilen süre,

Taksim de bu yıl yer almayan servisler gibi konularla yer aldı. Sadece Hürriyet Gazetesi’nden Doğan Hızlan edebiyatçı kimliği ile konuyu olması gerektiği gibi edebiyatçı bakışıyla ele almış… (bakınız

15 ve 16 kasım 2011 köşe yazıları) Bu konuda en kapsamlı dosyayı sunan idefix.com’un internette yayımladığı sabitfikir adlı e-dergi’de ise ,artık değişik kitap fuarlarının oluşturulması gerektiğine değinilmekte. Hatta bu sitenin öncülüğünde alternatif bir kitap fuarının 21.11/21.12.2011 tarihleri arasında düzenleneceği muştusuna da yer veriliyor çalışmada… Yakın zamanda Beyoğlu’nda düzenlenen Sahafların Kitap Fuarı da diğer bir seçenek. Yani artık kitapseverlere birden fazla seçenek sunuluyor hem de yakın çevrenin Pink Floyd dizelerinde geçtiği üzere ‘comfortably numb’ son derece rahat koşullarında.

Bir de Ankara, Antalya gibi illerde düzenlenen ulusal ölçekli fuarlar var. Takdir edilmeli ki İstanbul - Ankara yolu bile İstanbul’un sıkışık trafiğinden bin kez iyidir. Hani ille de kitap fuarına gitme deliliğine yakalandıysak günü birlik Ankara Fuarına gelebilme seçeneği de mevcut…

Benim gibi klostrofobi sıkıntısı çekenler için,Taksim’den kalkan servisler kaldırıldığından beri özellikle bu yıl fuar o kadar da tıklım tıklım değilmiş…

Kitap Fuarını etkileyen bir başka etken ise E-kitap okuma aygıtlarının artışı ve sanal fuarlarda kitap  fiyatlarının bazı kitaplarda neredeyse % 70’lere kadar indirim görmesi. Örneğin son çıkan Steve Jobs biyografisi oldukça iyi satmış E-kitap olarak e bu da yayınevlerini birazcık ürkütüyor. Kitabın okuma kolaylığı açısından yatay basımı da geçenlerde ülkemizde gerçekleştirildi. Wendy Wax’in ‘Hiç Hesapta Yokken’ isimli kitabı EME yayıncılık tarafından yayınlanmış.. Bu uygulama şimdiye değin sadece İngiltere ve Holanda’da geçerli idi.

Demek ki Türkiye’de kitap yayımı, fuarları, sanal çeşitlemeleri ile değişime ayak uyduruyor. Ama ne yazık ki yazılı basında biz hala yolun uzaklığı gibi konularla aydınlatılıyoruz! Dünyanın en büyük kitap etkinliği Frankfurt’ta düzenlenen ‘Book Fair’de 7500 yayınevi ve 110 ülke katılım sağlıyor. Biz ise hala uluslar arası fuarımızın yolunun uzaklığındayız!

Leblebi / Deniz Başıbüyük



Gizli Bir Kahramanın Öyküsü: Leblebi
Leblebi, Anadolu’nun asil çocukları olan Hititlerin, Selçuklu’nun, Osmanlı’nın ve İpek Yolu’nun geçtiği topraklarda, ihtişamını ambalajına, fiyatına yüklemeden, özüne yüklemiş bir kuruyemiştir. İç zenginliğini sade ve abartısız bir şekilde, birilerine sunmaya çalışmadan yansıtır leblebi. Ona alışan ve her yerde onu arayanların sayısı onu pazarlayanlardan azdır. Bu kitaba konu olan gizli kahramanı, en iyi anlatan kuruyemiştir leblebi. Çıkış noktaları ve duruşları aynıdır. O gizli bir kahraman ve Anadolu’nun asil çocuğudur. “Leblebi” bir gidişin hikâyesidir. Asaletine tutunarak kolaylaştırılmaya çalışılan bu gidiş hikâyesi, gizli bir kahramanın sureti üzerinden, Anadolu’nun tüm gizli kahramanları fark edilsin, hatırlansın diye yazılmıştır. Deniz Başıbüyük, okurunu acının sınırlarında ustalıkla dolaştırıyor… “Leblebi”, farklı ve sarsıcı bir ilk roman… Gizli kahramanlarıyla yaşayanlara, gizli kahraman olanlara…
Satın almak için: http://t.co/kL0weJ7

Kusmak ve Arınmak Üzerine; Beyaz Koma / Ümit Manay

Hepimizin bildiği ortak kelimeler var aslında, Hepimizi uyuşturmak için güzel haplar var. Her zaman bir şeylerden tiksiniyoruz ve midemiz bulanıyor, bunun sonucunda kusacak yerler arıyoruz. Tutamadığımız şeyleri ise olduğumuz yere boşaltıp bırakıyoruz. Bazen bir kâğıt bazen küçük bir tuval bazense mikrofonu kapıp var gücünle çığlık atıp bağırmak dünyaya…
Sinekleri sevmiyoruz, çünkü onlarda mide bulandırıyor, mesela faşist sinekler ve militarist sinekler. Bunlar kanatlı, uçuyorlar. Taşıdıkları mikrobu her yere bulaştırıp bizleri hasta ediyorlar.

İlk önce öyle bir virüs ki, ağzımızdan içeri giriyor, ardından bütün organlara yavaş yavaş yayılıyor önce beynimizi kemiriyor mikrop, birer zombi halini alıyoruz. Ardından duygularımızın ve vicdanımızın tek yeri olan ruhumuza yayılıyor hastalık. Ve ardından o beyaz koma…

Beynimiz olmadığı için artık birçok şeyi algılayamıyor, her şeye donuk donuk bakmaya başlıyoruz. Sonrası mı? O kadar kolay değil kurtulmak ne yazık ki!
Sonra kalbimize iniyor, kendi ırkımızdan nefret ediyoruz. Yani insanoğlu…
Koma süreci aslında işin acıtmaya başlayan kısmı, arınmaya çalıştıkça sizi daha da kıvrandırıyor. Daha da bir etkisi altına alıyor.
Daha sonrası, yani koma süreci bittikten sonra hepimiz kusmaya başlıyoruz, zorla ağzımıza tıktıkları hapları.
Süregelen nesillerimize bulaşıyor hastalığımız. Veba gibi olsa bir şey değil. Daha farklı beyaz bir ölüm bu…
Sığınaklar aramaya başlıyoruz, bizdeki virüs kimseye bulaşmasın diye…
Ama duramıyoruz ne yazık ki. Libidolarımıza yenik düşüp, kendimizden parçalar getiriyoruz dünyaya, onlara da bulaşıyor mikrop.
Sinekler hala havada oluyorlar. Havadan gelen saldırıya hiçbir canlı karşı koyamazmış, bizde karşı koyamıyoruz.

Ve o bilindik gerçek; bitkisel hayat, asıl tatlı rüyaların, umutlarımızın, sevinçlerimizin, hayallerimizin bizi buluşturduğu yer.
Aslında ölmüyor da deliriyoruz. Doktorlar her gün diyor. Siz depresyondasınız hanımefendi, siz paranoyaksınız beyefendi; şimdi o psikologlara soruyorum. Siz o sinekleri görmediniz mi yoksa?

Kendileri aslında sineklerin ta kendisi, maskeleri düşene kadar bekleyin. Madalyonun diğer yüzünü görene kadar sabredin. Bizler yani bizim neslimiz aslında delirip delirip her gün ruh göçüne maruz kalıyoruz.
Kim durduracak bu salgını bir iğne mi? Yapmayın doktor bey sol iğnem çoktan kırıldı. Artık vuramıyorum. Artık sağ sıvaz var. Sırtımızı dönelim bizleri sıvazlasınlar.
Belki içimizdeki o virüs gaz halini alırda münasip yerlerimizden çıkar.
Şimdi pencerenizi açıp bakın ne görüyorsunuz? Şimdilik günlük güneşlik, ama yarın o sinekler balımızın üstüne konduğunda hastalık tüm ülkeye yayılacak, hepimiz komaya girip teker teker ruhani intiharlarımızı gerçekleştireceğiz.
Kimimiz yine sokak başı, ev konsolu demeden kusacak bir yerlere, kimileri de kustuğu yerlere belki de bir daha kusmayacak.

Gözlerimizi kapayalım, vazifemizi yapalım!
Bence yapmayalım. Bırakalım kendimizi o komanın rahatlığına, eğer ölmez de kurtulursak işte o zaman tüm sinekler ölmüş olacak.

Sessiz Protesto... / Semih Büyü

Kısa bir an sessizlik oldu. Bakıştık. “Hiç mi?” diye sordu gereksizce. “Hiç” dedim. Gülümsedi. Ben de gülümsemeye çalıştım ama ağzım kaydı sanırım, beceremedim.

Aynı sahneyi birkaç gün önce de yaşamıştık. “Dışarıda kahvaltı edebileceğimiz iyi bir yer var mı bildiğin?” diye sormuştu. “Hiç dışarıda kahvaltı etmedim” deyince şaşırmıştı.

Bugünkü konuşmamızın konusuysa meşhur kahve zinciri Starbucks! Muhabbet esnasında söz dönüp dolaşıp ona geldi, bir şey sordu, “Hiç Starbucks’a gitmedim ki,” deyince afalladı.

Sanki millet Starbucks’tan, Gloria Jeans’ten, Kahve Dünyası’ndan çıkmıyormuş da bir tek ben hiç gitmemişim gibi garip bir hava doğdu...

Valla bir kahveye on lira verebilecek kadar ferah bir hayat yaşamıyorum açıkçası; isteyen istediği yerde kahve içsin, istediği gibi gezsin, beni de hiç ilgilendirmez.

Beni tek ilgilendiren şey: Hayatı sadece bunlardan ibaret sanan insanlar ve bunun böyle olmadığını anlatmaya kalktığınızda kaçmaları!

Kimisi yarın ne giyeceğini düşünürken; kimisi hapisteki milletvekillerini düşünür, işkencede hayatını kaybeden askeri, öldürülen kadınları, nefret cinayetlerini...

Kimisi her gün alışveriş merkezine giderken; kimisi gazetecilere özgürlük yürüyüşüne gider, internet sansürüne, şifreli kopyaya, tam gün yasasına karşı yürür...

Kimisi bir kızla nasıl çıkacağını kafaya takarken; kimisi atanamayan öğretmenleri takar kafaya, Karadeniz’deki HES yapımlarını, 19 ay tutuklu kalan Ferhat ve Berna’yı...

Kimisi sınıftaki çocuğu nasıl ayartacağını dert edinirken; kimisi parasızlıktan okuyamayan, intihar eden, istemediği şeyler yapmak zorunda kalan çocukları dert edinir...

Kimisi sadece kaybettiği küpeye üzülürken; kimisi dininden, mezhebinden, ırkından, kökeninden, cinsel eğiliminden, aykırı fikirlerinden dolayı hedef gösterilenlere üzülür...

Kimisi partilerden, barlardan çıkmazken; kimisi Tekel işçilerinin eylemine de gider, hastane çalışanı Türkan’ın taşeron firmalara karşı başlattığı bireysel eyleme de...

***

Yanlış anlaşılmak istemiyorum.
Şunun altını özellikle çiziyorum: Maksadım kimseyi toplumsal sorunlara karşı duyarsızlıkla veya ilgisizlikle suçlamak değil. Asla!

Diyorum ki: Hayat yalnızca “nereye gitsek, ne yesek, nerede kahve içsek, hangi kızı yatağa atsam” gibi şeylerden oluşmuyor.

Evet, hayatı sadece bunlardan oluşan insanlar var; ama ülkenin sorunlarını yüklenen, kendine dert edinen, üzülen, bir şeyler değişsin diye kendince çırpınan insanlar da var.

Dedim ya, kimseden duyarlılık beklemiyorum; zaten beklenmez, içten gelir böyle şeyler.

Sadece herkesin biraz daha bilinçli ve saygılı olması gerektiğini düşünüyorum. İnsanların yavan bir hayat sürmeleri çok gözüme batıyor, canımı sıkıyor.

Ve son olarak... Bu güne kadar hiç Starbucks’a gitmedim, bundan sonra da gitmeyeceğim. Bu da benim sessiz protestom olsun!

La Musique Sans Film / Gülşah Akbulut


İlke Ulaş Kuvanç profesyonel müzik hayatına 1996 yılında “Anorexia adındaki, Ankaralı bir rock ve metal grubunda başladı. Daha sonra 2000 yılında yine Ankaralı olan “Ominous grief” adlı melodik metal grubunda gitar çalarak devam etti. Halen Cem Adrian’ın, kayıt aşamalarında ve canlı performanslarda gitaristliğini yapmaktadır.
Besteci, gitarist İlke Ulaş Kuvanç ilk kişisel albümünü 'La Musique Sans Film - Filmsiz Müzikler' adıyla dinleyicilere sundu. Bu albüm lounge ve remix olmak üzere gerçekleştirilecek dört beş albümlük bir serinin ilk adımı olarak piyasaya çıktı. Albümdeki tüm besteler, aranjeler ve orkestrasyonlar İlke Ulaş Kuvanç tarafından yapıldı.
‘Filmsiz Müzikler’ adı pekçok şey çağrıştırıyor insana. Hüznün, yalnızlığın yanında yaratıcılığınızı beslemeye hazır bir sürü kışkırtıcı duygu ve düşünce. Bir de dinlemeye başladığınızı düşünün hayalinizin okşandığını hissedeceksiniz.
Albümde, Kuvanç’ın bireysel tarihinin etki alanına giren pek çok şey, kişisel duygular ve yaşanmışlıklarla birleştirilerek notalara dökülmüş. Örneğin İlke Ulaş Kuvanç “170899” adlı bestesini 17 Ağustos 1999’da yaşanan depremin ardından yapmıştır. “Choose one” adlı beste ise Kazım Koyuncu’ya adanmıştır. Cem Adrian’ın muhteşem vokali ise “Sighed fort he ocean”da karşımıza çıkıyor. Tüm albümü harfiyen anlatıp hayalinizi sınırlamak istemem.
İyi bir gitarist, müzisyen ve sosyolog var karşınızda ve onun dinlenmeye değer “Filmsiz Müzikler”i… Büyüyen çimenlerin sesini duydunuz mu hiç? “Filmsiz Müzikler” belki de yardımcı olur duymamış olanlara…

İspanya'nin Dünya'ya Üflediği Soluk / Abidin Parıltı

Lorca, İspanya'da, Granada eyaletinde, 5 Haziran 1898'de doğdu ve ölene kadar da o kentin, coğrafyanın kokusunu, etkisini hissetti, şiirlerinde, oyunlarında onu yazdı.

Lorca, İspanya'da, Granada eyaletinde, 5 Haziran 1898'de doğdu ve ölene kadar da o kentin, coğrafyanın kokusunu, etkisini hissetti, şiirlerinde, oyunlarında onu yazdı. Kırsal bir ortamda büyümesi, doğayı içselleştirmesi ve her defasında toplumunun folkloruna dönmesi sanatına önemli katkılar sundu. Ailesi sanatsal yetenekleri olan ve ona önem veren bir aile olmasına rağmen onun ileriki yaşlarda müzisyen olmasını engelledi. Lorca daha çocukluk yıllarında daha sonra şiirlerine önemli bir altyapı oluşturacak olan onlarca halk türküsünü ezbere biliyordu. Bu yıllarda gerek insanlar gerek doğa bakımından içinde bulunduğu çevre, geleceğin şairinin ve oyun yazarının duyguları üzerinde silinmez izler bıraktı. "Kırı çok severim. Bütün duygularımla ona bağlı olduğumu duyuyorum. En eski çocukluk anılarımda toprağın tadı vardı. Çayırlar tarlalar benim için inanılmaz güzellikler yarattı. Kırlardaki yabani hayvanlar, çiftlik hayvanları, o topraklarda yaşayan insanlar, bütün bunlarda, pek az kişinin fark edebileceği bir anlam var... Böyle olmasaydı Kanlı Düğün'ü hiçbir zaman yazamazdım."
Lorca 1915 yılında üniversiteye yazıldı. Ama o okumaktan öte müzikle ilgileniyordu. Bu dönemde birinci sınıf bir piyanist oldu. Ancak ailesinin baskısıyla bir süre sonra piyanist olmaktan vazgeçti. İlk kitabı olan İzlenimler ve Peyzajlar'ı 1918 yılında yazdı. Bu kitapta eski İspanya'nın çöken şehirleri, manastırları, inişli yokuşlu platoları karşısında duygularını dillendirdi. Granada'nın zamane havası, koşulları sanatsal etkinliklere açıktı. Lorca da bundan oldukça yararlandı. Çeşitli sanatsal toplulukların içinde yer aldı. 1919'da Madrid Üniversitesi'nde sanatta yeniliklere açık gençlerin bir araya geldiği Residencia de Estudiantes adlı öğrenci yurduna yerleşti.
Başkentin kültür merkezi durumundaki bu büyük üniversitede ressam Salvador Dali (ki 1927'de Barselona'da sahnelenen ve ona ilk başarılarından birini getiren 'Maria Pineda' oyununun dekorlarını Salvador Dali yapmıştır.) sinema yönetmeni Luis Bunuel ve şair Rafael Alberti gibi kendi kuşağından sanatçılarla dostluklar kurdu. Ancak tam da bu dönemde onun eşcinselliği ile ilgili söylentiler yayılmaya başlayınca çok yakın arkadaşlarından bazıları ondan uzaklaşmayı seçti. Bu durum Lorca'nın o dönemlerde yazdığı şiirlere de yansıdı. Bu dönemde yazdığı şiirlerde derin bir cinsel kırıklık, reddedilmişlik, ait olamama ve yalnızlık temel temalar, duygular olarak belirdi.
Kokulara, gülüşlere susadım ben,
yeni türkülere susadım,
ayların, süsenlerin olmadığı ne de ölü aşkların.
Ancak Lorca esas olarak İspanya'da 1928'de yazdığı Romancero gitano (Çingene Romansları) ile tanınmaya başlanır. Çingene Romansları'nda yer alan on sekiz şiirde, geleneksel bir edebi biçim olan İspanyol baladının eski büyüsünü çarpıcı yeni imgelerle birleştirdi. Söz konusu şiirlerde Lorca, kökleri on dördüncü yüzyıla uzanan romansları temel aldı. Bu romanslarda öykülemeden çok dramatik gerilim ön plandadır. Doğaüstü olaylar ender olarak yer alır ve gerçekçi bir yapıya sahiptirler.
Ah çingenelerin kenti!
Kim görür de unutur seni?
Seni alnımda arasınlar.
Ayla kumun oyunu.
Çingene Romansları'nın yayımlanması Lorca'ya uluslararası bir ün kazandırdıysa da beraberinde rahatsızlıklar da getirdi. 'Yaşamımın en acılı dönemlerinden biri' olarak nitelendirdiği ve ağır bunalımlar yaşadığı coğrafyadan uzaklaşma gereği duydu. 1929-30 yıllarında ABD ve Küba'da biraz huzur ve yeni bir esin kaynağı aramaya çıktı. Ölümünden sonra 1940'ta yayımlanan Şair New York'ta şiirleri de bu geziden doğdu. Burada makineleşmiş bir uygarlıkta, yaşamın içinde ölümü görmenin dehşetini, çarpıcı bir biçimde bir araya getirilmiş katı, ürpertici imgelerle aktardı. Bu şiirlerde kafasındaki Batı anlayışına eleştirel yaklaşımlar da sunarken New York'u hayvanların can çekişenler için öldürüldüğü bir mezbahaya benzetir. Lorca daha sonra İspanya'ya döndüğünde Tamarit Divanı'nı yazdı. Cumhuriyet kurulduktan sonra da bütün enerjisini tiyatroya ayırdı.
Şiirden beslenen bir tiyatro
Aslında Lorca ilk oyununu 'Kelebeğin Suçu' adı altında 1919'da yazmıştır. Oyun bir yıl sonra sahnelense de ilgi toplamaz. Daha sonra yukarıda da sözünü ettiğimiz 'Maria Pineda' oyunu Salvador Dali'nin dekoratörlüğünde ve İspanya'nın önemli oyuncularından Margarita Xirgu'nun oyunculuğuyla sahnelendi ve iyi bir başarı elde etti.
1931 yılında İspanya'da cumhuriyet ilan edilince Eğitim Bakanlığı, Lorca'yı 1932 yılında kurulan, gezgin tiyatro kumpanyası La Barraca'ya müdür olarak atadı. La Barraca, hükümetten ödenek alan, üniversiteli gençler tarafından kurulmuş bir topluluktu. İşte Lorca'yı büyük bir oyun yazarı olarak bugüne getiren gelişmeler de böylece başlamış oldu. Topluluk kırsal bölge insanına altınçağ oyunlarını oynadı. Bu saf seyircilerin istekliliği Lorca'nın aşk ve onur gibi bilinen temalara geri dönmesini sağladı. Bunun sonucunda Lorca bugün tiyatro sanatında bir klasik haline gelen ve bir gazete haberinden esinlendiği 'Kanlı Düğün' oyununu yazdı. Bu oyunda, gelin, evleneceği gün, gizlice sevdiği adamla kaçar, uzundur küllenen aileler arasındaki kan davası yeniden ateşlenir. Sonunda ise iki erkek birbirini öldürür. Oyunda Lorca aşkı ve gelenekleri arasında sıkışıp kalan bir kadının trajedisini anlatırken aslında İspanya'nın kaderini de anlatır. Burada kişiler antik tragedyalarda olduğu gibi kaderin kurbanıdırlar ve başka türlü davranamazlar. Başka türlü davranıldığında karşılarında toplumun katı kurallarını bulurlar. Kişileri ilkel tutkular ile uygarlığın amansız namus anlayışı arasındaki çatışmanın tuzağına düşmüşlerdir ve bu çatışma ölümle sonuçlanır. 'Kanlı Düğün', Buenos Aires'de büyük başarı kazandı. Lorca 1934 yılında hayatta olan en büyük İspanyol şairi ve oyun yazarıydı artık. Aynı yıl 'Yerma' adlı oyununu yazdı. Yerma, kocasının veremediği çocuklar için yanıp tutuşan, yasadışı yollardan döl alamayacak kadar da törelere bağlı bir kadının dramıdır. Bu oyunda da ahlak kuralları, töreler ve arzuları arasında sıkışıp kalmış kadının trajedisi söz konusudur. Yerma çocuk doğuramadığı için kendini eksik ve kusurlu görür. Çorak toprak gibidir. Kendi doğasıyla çatışmak zorunda bırakılan Yerma'nın aklını yitirmesi kaçınılmazdır. Hemen bütünü düzyazı biçiminde olan 'Bernarda Alba'nın Evinde'yse despot anneleri tarafından zorlu bir yas evinde tutulan, kin ve şehvet duygularıyla yanıp tutuşan dört kız kardeşin hikâyeleri anlatılır. Lorca'nın karakterleri, tabiatın karşı konulamaz temel güçleri olarak gördüğü doğa yasasıyla toplumsal normlar arasında sıkışıp kalmıştır ve arzularını gerçekleştirmeye kalktıklarında katı kurallarla karşılaşırlar.
1936 yılında İspanya'da iç savaş başlayınca Lorca, "Bütün tarlalar cesetlerle dolacak. Ben Granada'ya gidiyorum" diyerek Madrid'den ayrılıp Granada'ya gitti. Şiirlerinde ve oyunlarında sık sık dillendirdiği ölüm burada onu da buldu.
Hançer
giriyor yüreğe
saban demiri nasıl girerse
toprağa
diyen Lorca, 19-20 Ağustos 1936'da General Franco'ya bağlı faşist yönetim tarafından yargılanmaksızın kurşuna dizildiğinde henüz otuz sekiz yaşındaydı. Öldürülme nedeni olarak da sivil muhafızlar için yazdığı şiir gösterildi.
Karadır atları, kapkara
nalları kapkara demir
pelerinlerinde parıldar,
mürekkep ve mum lekeleri
hepsinin de kurşundan beyni
yoldan aşağı çıkageldiler
o çılgınlar, o gececiler
boğdular geçtikleri yeri...
Delik deşik bedeni bir gün sonra yol kenarında bulundu. Ölüm tutanağında ise şunlar yazılıydı: "Savaşın doğurduğu yaralar yüzünden ölmüş olup, cesedi yirmi ağustosta viznar alfacar yolu üzerinde bulunmuştur."

Lorca'nın eserleri
Ne Garip Federico Adında Olmak, çeviren: Erdal Alova, Can Yayınları.
Kanlı Düğün İspanyolca Türkçe, çeviren: Roza Hamken, T. İş Bankası Kültür Yayınları.
Lorca Bütün Şiirleri (4 Cilt) çeviren: Sait Maden, Çekirdek Yayınları.
Çingene Romansları/Ozan New York'ta/Bütün Şiirler 3, çeviren: Sait Maden, Çekirdek Yayınları.
Tamarit Divanı/Dağınık Şiirler (Bütün Şiirler 4), çeviren: Sait Maden, Çekirdek Yayınları.
Cante Jondo Şiiri/Şarkılar (Bütün Şiirler 2), çeviren: Sait Maden, Çekirdek Yayınları.
İlk Şiirler 'Lorca Bütün Şiirleri 1', çeviren: Sait Maden, Çekirdek Yayınları.
Seçme Şiirler, Federico Garcia Lorca, Adnan Özer, Başvuru Eserleri.
Bütün Oyunları 2 Don Cristobita ile Dona Rosita, Eskicinin Tazesi, Don Perlimplin ile Belisa, Kızkurusu Gül Hanım, çeviren: Can Yücel, Memet Fuat, Adam Yayınları.
Kanlı Düğün, çeviren: A. Turan Oflazoğlu, İz Yayıncılık.
Bernarda Alba'nın Evi, Federico Garcia Lorca;
çeviren: A. Turan Oflazoğlu, İz Yayıncılık.
Toplu Oyunları 1 Kanlı Düğün/Yerma/Bernarda Alba'nın Evi; çeviren: Hale Toledo, Mitos Boyut Yayınları.

Daha önce şurda yayınlanmıştır.

Şâir Ne Anlatır (Ismet Özel'le Karşılaşma) / Orçun Üçer

 Birkaç gün önce, Beyazıt'taki kitap fuarında İsmet Özel'i gördüm. Tek başına oturuyordu koca şâir. Gidemedim yanına. Yalnızlığı korkutucuydu...
     Küçük, tek kişilik, yuvarlak masada, plâstik sandalyeye oturmuştu. Önünde, iki şiir kitabının toplandığı tek basımlık kitap, etrâfında da birkaç kadın ve erkek. Kimse konuşmuyordu. Şâir’e bakıp bakıp, yanındaki arkadaşına mahcup gülücükler atıyorlardı. Neydi onları çekindiren? Mavi başörtülü, beyaz pardesülü genç kız, ikide bir, kemerinin üzerindeki cep telefonu kılıfını cart curt sesleriyle açıp kapayan kocasının yüzüne ‘Aa, İsmet Özel, şâir, baksana burada, ne yapsak ki?’ der gibi bakıyordu. Çarpık ve utangaç gülümsemesinden bu anlaşılıyordu. Şâir ise, önündeki kitabı karıştırıyor, dışarıdan gelen kötü Hacivat-Karagöz şaklabanlıklarını, midesinden yükselen bir asitle, yüzünü ekşiterek dinliyordu. Daha doğrusu, mâruz kalıyordu. Sonra, kendisine, ilginç bir canlıymışçasına meraklı ve korkulu gözlerle bakanlara nazar atıyordu. Ne düşünüyordu o esnâda? “Bu insanlar mı benim okurlarım? Neler hissediyorlar şiirlerimi okurken? Hem neden yanıma gelmiyorlar?” Ne düşünüyordu?
     “Mataramda Tuzlu Su” şâirini, uzaktan izledim. Bir kitap standını siper ettim kendime. Kitaplarını getirmediğime üzüldüm. Bilmiyordum imzâ günü olduğunu, nasıl getirebilirdim? Hem getirsem de yanına gidemezdim. İşte şimdi de gidemiyordum. Pekâlâ, imzâ saatini düzenleyen yayınevine gidip, bir kitabını alıp, imzâlatmak bahanesiyle sohbet edebilirdim. “Uzun yola çıkmaya hüküm giydim” diyen Şâir’in gözlerine bakabilirdim. Korktum. O an adlandıramadım bu korkuyu. Sonra, ne konuşacaktım? Ya soru sorsaydı. “Şiirlerimi nasıl buluyorsunuz?” deseydi?  Cevap veremezdim. Ne kadar tanıyordum ki… Benimki de lâf. “Benim şâirim”, “benim yazarım” dediğim, eselerini hatmettiğim yazarları ne kadar tanıyordum? Şâir bana, “Sen neden burada değilsin?” dese… Gerçi, “Waldo”su olacak kadar ‘yakını’ değildim. ‘Bir İsmet Özel Masalı’ yazacak kadar… “Dilce susup/bedence konuşulan bir çağda” yaşamıyor muydum? Anlatamazdım, anlatamazdım…
     Bir aralık, göz göze geldik. Sertti bakışları, ürkütücü. Bir suç işlemişçesine panikledim. Anlamsızca saçlarımı taradım parmaklarımla. Sonra, elimi cebime soktum hemen. Dudakları, müstehzî bir edâ ile kıvrılır gibi oldu Şâir’in. Belki de ben öyle sandım; ama “ağzının bir kıvrımından cesâret bul[mak]” şöyle dursun, endişemi perçinledim.
     Bir müddet hareketsiz durduktan sonra, kaçtım. Evet, kaçtım! Hareketsiz duruşum da, kaçmak için cesâretimi toplamam içindi. Şâir’le konuşmaya yetmeyen sözde cesâretim, iş kaçmaya gelince, şahlanmıştı. Son kez göz göze gelmemiz, o keskin bakış dahî durduramamıştı beni. Gözlerini de yanıma alıp kaçtım. ‘Gözleri namlu değildi’ bu sefer, ‘gözleri nemliydi.’ Ve evet, yalnızlığı korkunçtu…

Gün be Gün Unuttuğumuz Dualar!

Dilin insanı kendine büyü gibi çeken o sınırlı, hapishanemsi evreninde kendini gerçekleştirmeyi başarmış, dil içinden kendi diliyle çıkabilmiş bir yazar ister istemez zamanı içinde öncüdür de biraz. Kişisel başarısı, kişisel savaşımı başlı başına bir kutlamaysa da bizi sadece öncülüğü ilgilendirir, ne de olsa kendini ancak kopyalama yoluyla çoğaltan dilin sınırlarına doğru atılmış her adım toplum için müjdedir. Bir meyveyi yerken nasıl ki ait olduğu ağacın da özüyle karışıp bir parça da o ağaçtan oluyorsak, bir metni okurken de yazarının özbenliğine öyle dokunuruz sanki; biraz açlığımızı bastırma gerekliliği, biraz da o ağacın lezzetine, o ağaç olmanın nasıl bir his olduğuna duyulan merak... Sema Kaygusuz, işte tam bu noktada, dilimize müjdelerle, esinlerle gelmiş bir yazar.
Edebiyatı “yeni”ye hapsetmek
Eski kitaplarla uğraşmak bizim eleştiri geleneğimizde artık pek yer almayan bir adet haline geldi. Haftanın ya da ayın “yeni çıkanlar”ının peşine düşmüş, önce ben tanıtayım, ben anlatayım derdinde bir eleştiri anlayışı, yeninin, en taze olanının peşine düşüp, eserin içini dışına çıkarmak, onu gündelik, sığ bir kategorizasyona tabi tutup sonra da yılsonu – yılbaşı değerlendirmeleri dışında sonsuza kadar unutuluşa terk etmekte varlık buluyor. Öyle ki bir yazarın ve eserinin ilgi görebilmesi, konuşulması, değerlendirilmesi için ancak “yeni” olması gerekiyor. Yazar, sık aralıklarla yeni kitaplar üreten bir tür ortam tutsağına dönüştürülüyor ustaca. Eski, yeni üzerinden hatırlanıp yeninin olsa olsa geçmişe dönük katalizörü muamelesi görüyor. Büyük haksızlık; yazara da, eserine de; bu şekilde yönlendirilmeye çalışılan eleştirmene de... Oysa her okur gibi eleştirmen dediğimiz varlığın da bir beğenisi vardır, tesadüfen eline geçen bir kitabı beğendiğinde vakit bulup o yazarın diğer eserlerini de okumak ister söz gelimi; başlı başına yaratıcı bir yazın olarak kabul edilmesi gereken yazılarını ve hayal gücünü beslemek ister... Bizler birkaç ay gerimizde kalan ikinci romanı “Yüzünde Bir Yer”i bile hafiften unutmaya yüz tutmuşken, Sema Kaygusuz’un ilk romanına Fransa’dan verilen bir ödüldü bana tüm bunları düşündürten ve aldığı ödül bir yana yazarın “Yere Düşen Dualar”ına değinmek istemem.  
Yere Düşen Dualar, yayımlandığı yıl (çok da eski değil, 2006), eleştirmenlerimizce çok, pek çok beğenilmiş birkaç olumsuz yargı dışında, hep iyi eleştiriler almış bir ilk roman. Yazarın yine çok beğenilen ikinci romanına dair yazılan eleştirilerde adı bile geçmiyordu oysa ki... Kaygusuz’un birinciden ikincisine aldığı yol, daha önce yazdığı öykülerinin romanlarında bıraktığı izler, tıpkı diğer yazarlara da yapıldığı gibi göz ardı ediliyor, yazar öncesiz ve sonrasız sığ bir şimdiye, bugüne terk ediliyordu. Ama “eski” romana verilen “yeni” ödül fırsattır eleştirmen için. Yazarını, eserlerini yeniden gözden geçirmek, gelişimini biraz olsun ayrıntılandırmak için...
Yer üstünden, yer altına: Üzüm ve Altın
Yere Düşen Dualar iki bölümden oluşur: Üzüm ve Altın... Biri yer üstüne diğeri yer altına işaret eden bu iki “şey”, bedenle tabiatın birliğine de, bu birliği karmaşıklaştıran hikayeleştiren ruha da fazlasıyla işaret eder gibidir. Üzüm’de, kendi adalarında yok olmayı bekleyen bir baba kızın öyküsü, Altın’da büyük bir dönüşüm içinde olan anneyle oğlunun öyküsüne dönüşür. Zaman ne kadar homojense de tersine akar bu romanda; Altın’ın Ecmel’iyle oğlu Yaşur, Üzüm’ün Leylan’ı ile Leylan’ın babası Kutsi Karaca’nın geçmişidir çünkü...  Leylan, babasının yaşamasızlığında, bir türlü gelmek bilmeyen ölümünde geçmişini, köklerini ararken, Yaşur, gizemli bir amaç peşine düşmüş annesinin ekseninde büyümeye, kendi olmaya çalışırken, bir yandan da bilinmeyen geleceğini oluşturur.
Etkisini üzerinizden kolay kolay atamayacağınız bir dille başlayıp biten bir roman Yere Düşen Dualar. Adaya, kendi benliğinin adasına yazgılı Leylan, geçmişinin peşinde tekrar tekrar yaşıyor doğup büyüdüğü adayı. Adalılar, onun gün be gün babasını öldüreceği anı beklerken o babasını “şaraba yatırma” yöntemiyle iyileştirmeyi kafasına koymuştur bile. Bu amaçla kendi üzümlerini kendi elleriyle işleyerek şaraba dönüştürür. Bir buçuk yıl sonra babasıyla birlikte tattıkları şarap Leylan’ın ta kendisidir. Baba kız şaraba ve geçmişin acılarına batmışlardır artık, yüzleşme başlamıştır. Bu yüzleşmede diliyle, kitaplarla, okumakla, başkalarının hikayeleriyle barışır Leylan ve anlatıcı olmanın gücüyle dile, düşlere, kurguya dair pek çok şey fısıldar okurun kulağına, yazarını ele verir: “Bütün inançların bir kökeni vardır ne de olsa. Her mitsel gerçekliğin ucu bir tanrıya, her tanrı bir kahramana, her kahraman adsız bir insana uzanır. İstese de uyduramaz insan. Bu dünya, yerkabuğunun gerçekliğiyle sınırlı bir hayal yeridir. Kurgulamaya cezalıların cehennemi...” der, ya da “Yaşantı nasıl kendini zamana göre kuruyorsa, zaman da anlatımda yeniden kuruluyordu. Bir gün, o gün, sonra, derken, dün gibi zamansal kalıplar okurkenki ‘şimdi’yi vurgulayarak, adanın ücralarında aradığım ‘hiç zaman’ın olanaksızlığını gösteriyorlardı bana. Hikaye hikaye olabilmek için önce bir zaman dilimine ulaşmalı, o dilimi eksiksizce kaplamalıydı. Üstelik her hikayede iki ayrı benlik taşıyordu zaman.  Birinde peş peşe gelen sözcüklerin birbirlerine değdikçe çıkardığı tını, öbüründe hayali bir çağ. Sayfalar çevrildikçe tını ahenkli bir ses oluyor, sesin içinde çağlar, anlar, dakikalar yaşanıyordu.”
Üzüm’ün dili ne denli dişilse, Altın’ın dili o kadar erildir. Ondandır ki,  bu ikinci bölümün birinci bölüme göre etkisinin zayıf olduğunun altı çizilmişti. Ancak bir oğlanın büyüyememe, nasıl büyümesi gerektiğini bilememe, annesinden kopamama hikayesini anlatan, anlattıkça dili erile kayan, ağır ağır atan bir nabız gibi bir an masala, bir an fena halde gerçeğe bürünen bir metinle baş başa bırakır bizi Kaygusuz. Çok da iyi yapar. Yaşur’un kulağı babasının kalbinde, tek gözü bir annesine bir adamkadına dönüşen Ecmel’de, yürür durur; kafası karışık, geçtikleri orman kadar yabanıldır. “hızla olgunlaşırken lal yüzün, hala acemi bir keşifçinin kaba öngörüsüyle saplandığın turbalıklarda, bitlerini ayıkladığın harımlarda nehri aramayı sürdür bakalım! Sen mi bulacaksın onu? Her işittiği ve dokunduğundan büyücek anlamlar çıkarıp sanrı mı değil mi kestiremediğin bir çağıltının eşliğinde...”
Kaygusuz’un dili de düşleri de belli ki hem doğayla hem de insanın söze getirdiği tüm hikayelerle barışıktır: Kafasında düşünce taşlarıyla dolaşan eşkina balığından adaya gelen şehirlilerin ekolojik dengeyi nasıl bozduklarına, İsa’nın çilesinden Tevrat’taki Yakup’la Esava’nın hikayesine hafif bir solukta geçiverir.
Yere Düşen Dualar’a Yüzünde Bir Yer’den baktığımızda ise yazarın giderek söze cimrileştiğini ancak o cimrileştikçe sözün kendi içinde çoğalıp zenginleştiğini görüyoruz. Bir de yazarın diline ait o estetize halin Yüzünde Bir Yer’de giderek kaybolduğunu, daha da doğallaştığını...
Sema Kaygusuz, yalnız değil, onun gibi “yeni”lere hapsedilen, üstünkörü, alelacele geçilen pek çok yazarımız var, hepsine bir bir geri dönüp yeniden bakmak dileğiyle!

Greenpeace 40 Yaşında

Ta en başından beri, Greenpeace gezegenimiz için varoldu. Bu öyle bir gezegen ki, insanoğluna sonsuz kaynaklar sunabildi her zaman... Sonu gelmez sanıp da tüketmeye başladığımızda, alarm seslerini duymaya başladık. Değişikliğe, yenilenmeye ve gerçek çözümlere ihtiyaç olduğu apaçık ortada...
Greenpeace'in kurucuları, Jim Bohlen, Paul Cote, Irving Stowe; 1971
Greenpeace, çevresel sorunlara odaklanmış ve sorunların nedenlerini kökten çözümlemeyi amaçlamış, bağımsız bir organizasyon. Küresel çapta çevre sorunlarıyla ilgilenen Greenpeace aynı zamanda barışın da simgesi.

Enerji [D]evrimi gerekiyor; En önemli tehdit unsuru sayılan iklim değişikliğine karşı gezegenimizi korumalıyız. Bunun için de doğru adres Enerji Devrimi...
Okyanuslarımız tehlikede; Deniz rezervlerini korumalıyız. Bunun için de, zararlı ve yıkıcı balıkçılık endüstrisiyle mücadele etmeliyiz...
Gezegenimizin kökleri ormanları korumalıyız; Tabii ki, bitkileri, hayvanları ve insanları da...
Barış için çalışıyoruz; Gezegenimiz nükleer silahları hak etmiyor. Onun saf düzeni, silahların karamsarlığıyla ve kirliliğiyle uyum sağlayamıyor.
Zehirli atıkların olmadığı bir gelecek tasarlıyoruz; Sanayi ürünleri için daha güvenli üretim alternatifleri var.
Sürdürülebilir tarımcılık için kampanyalar yapıyoruz; Genetiği değiştirilmiş organizmalara karşıyız. Biyolojik çeşitliliği koruyoruz ve bunun toplumsal bir sorumluluk olması gerektiğini savunuyoruz.
Greenpeace, Avrupa'da, Amerika'da, Asya'da, Afrika'da ve Pasifik'te olmak üzere, tam 40 ülkedevarlığını sürdürüyor. Bağımsızlık ilkesi gereği, hükümetlerden veya şirketlerden bağış kabul etmiyor. Yalnızca, bireylerden destek alıyor.
Greenpeace, çevresel tahribata karşı kampanya yapmaya 1971'de başladı. Birkaç gönüllü ve gazeteci, küçük bir botla Alaska'ya doğru yola çıktılar. Çünkü Hükümet, o alanlarda nükleer test yapıyordu. O zamanlarda başlayan 'şiddetsizlik' ve 'tanıklık etme' ilkeleri, şimdilerde, temel geleneklerimizden...
Çevresel suçları ortaya çıkarmak için buradayız. Geleceğimiz ve çevresel haklar ihlal edildiğinde, hükümetlere ve şirketlere karşı meydan okuyoruz.
Herşeyi açıklıkla ifşa ediyoruz, toplumda çevresel suçlara karşı bilinç oluşturuyoruz. Araştırıyoruz, açıklığa kavuşturuyoruz... Toplumsal çevre bilincini yükseltmek için şiddetsizlik yolunu seçerek amaçlarımız doğrultusunda ilerliyoruz.
Ve inanıyoruz ki gezegenimizin geleceğini korumak için verilen mücadele bizimle ilgili değil. Sizinle ilgili... Greenpeace dünyanın her yerinden 2.8 milyon destekçisi için konuşuyor ve her gün milyonlarca fazla insanı da eyleme geçmeye teşvik ediyor.

Greenpeace gemisi 1971'de Kanada'dayken...
Bayrak gemimiz Rainbow Warrior (Gökkuşağı Savaşçısı) adını Kuzey Amerika yerlilerinin bir efsanesinden alıyor. Efsanede, insanlığın açgözlülüğünün Dünya'yı hasta ettiği bir zamandan bahsediliyor. Hikayeye göre, bu zaman geldiğinde Gökkuşağının Savaşçıları denilen bir kabile ayaklanıp, Dünya'yı savunacak.
Şimdiye kadar yaptığımız en uzun pankartlardan biri özetliyordu; 'Son ağaç kesildiğinde, son ırmak zehirlendiğinde, son balık öldüğünde paranın yenmediğini anlayacağız.'