Bir Garip İhsan Oktay / Efsun Güztoklusu


     Edebiyat okuru son yıllarda değişik bir eğilim oluşturdu. Okur eskisi gibi, klasik roman kalıplarından pek haz almıyor. Daha katılımcı olmak istiyor, biraz yorulmak istiyor. Orhan Pamuk “Gizli Yüz” de bu hissi okuyucuya ulaştırmada başarılı oldu . O romanda bir sayfayı 5-6 kez okumama rağmen pek bir şey anlayamamıştım. Aynı Gabriel Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık” romanında olduğu gibi. Daha sonra Ayfer Tunç’un “Bir Deliler Evi’nin Yalan Yanlış Tarihi” romanını okurken de sanki bir “yap boz” çözecekmiş gibi karakterleri yerlerine oturtmaya çalıştım. Adeta bir “karakterler kabaresi” seyrettim.
İşte İhsan Oktay Anar yapıtlarında da bu okuma ritüeline kaptırır insan kendini. Bir süre sonra kurgu unutulur her şey birbirine karışır semboller hayalinizi süsler uzak masallara kayarsınız. Okumayı bir çeşit maceraya, egzotik masallara dönüştürür. Tarih ve felsefeyi resmi ve ciddi yapısından soyutlayarak zevkli bir macera yaşatır okuyucusuna adeta...

     5 yıl aradan sonra çıkardığı 7. Gün romanında da çok zor bir işe soyunarak, okuyucuyu Türkiye tarihinin Ergenekon göçebelik serüveninden başlayarak Osmanlı’ya, oradan Cumhuriyet’e tarihimizin birçok evresine hızlı bir trenle yolculuk ettiriyor. Bunu yaparken kronolojik bir sıralama derdine girmiyor. Dolayısıyla okuyucu adeta bir fırtınaya tutuluyor.

     Semboller Anar’ın vazgeçilmezidir. Bu romanda da Demir Minareler, Tekvinhane halef ateşçi gibi sembollere rastlıyoruz. Ana karakter İhsan Sait gelecekten gelen bir aşk mektubu ile Dojira’ya kavuşmaya çalışıyor. Dojira ideali simgeliyor. Sait sahneye biraz geç çıkıyor o çıkana dek biz dinden vazgeçip pozitif bilime sırtını dayayan Paşaoğlu, İhsan Sait’in kölesi Kambur Bevval’ın tam itaatçiliği ile oyalanıyoruz.

     Yazarın bu romanından çok keyif almak istenirse biraz görev duygusu ile değil de sindire sindire okumak gerek. Zira rüzgar gibi kayıveren ilk bölümden sonra bitime doğru ‘’kurtarın benii’’ diyebilen de var’’ ama çok güzel bu kadar çabalamaya değer ‘’ diyen de. Bana soracak olursanız İhsan Oktay Anar’ın kendi kişiliği gibi oldukça esrarengiz bir kitap bir sonraki sayfada neyle karşılaşacağınız belli değil. Okumayı zevkli kılan da tüm yıpratıcılığına karşın bu olsa gerek.


Toplumsal Düzenin Topluma Yabancılaşması / Mustafa Akdağ

Toplumsal düzen dediğimizde aklımızda canlanan şey muhtemelen (en genel şekilde) yöneten ve de yönetilen ikilisinin oluşturduğu bir topluluktur. Bir cemiyet, bir cemaat, bir iş yeri, bir köy, bir şehir, bir ülke… Tamamında büyüklü küçüklü yönetenler ve de yönetilenler mevcut. Bugün, toplumsal bir düzen, işte tam olarak tüm bunların bileşkesiyle oluşmuş olan ve karmaşıklığı kendi kavramını çoktan aşmış bir yapıya kavuşmuştur.

Bir toplumsal düzen, bit toplumun ahenkli bir şekilde varlığını koruması sistemi ise, bir düzenin toplumsallığı da, bu düzenin, yani sistemin topluma ne kadar entegre olabildiğine ve dahası ne kadar kabul gördüğü ile ilintilidir.
Geçmişten günümüze her topluluk kendi içerisinde kuralları olan düzenler oluşturmuştur. Her topluluk kendi evrimi çerçevesinde, çevresine ve üyelerine has karakteristik kültürler yaratmıştır. Bu kültürler ise, önce yazılı olmayan kurallarını, daha sonra ise yazılı kurallarını ve dolayısıyla da, yönetim biçimlerini büyük ölçüde biçimlendirmiştir. İşte her toplumun toplumsal düzeni de, bu nedenden dolayı, benzerlikleri var olsa bile, kendi içerisinde nüans farklılıkları barındırmaktadır. Bugün, dünyanın pek çok ülkesinin yönetim biçimi demokrasi, cumhuriyet, sosyalizm, federasyon, krallık olarak geçiyor olsa da, yönetim yapıları incelendiğinde hepsinin birbirinden farklı geleneklere, işleyiş biçimlerine ve dahası farklı seremonilere, ritüellere sahip olduklarını görebiliriz. Örneğin, İngiltere halen bir krallık rejimi içerisindedir, ancak buna karşın demokrasinin oldukça gelişmiş olduğunu görebilmekteyiz. Diğer yandan ise, Orta Doğu’ya veya Afrika’ya baktığımızda gördüğümüz krallıkların İngiltere Krallığı ile pek de bağdaşmadığını, hatta çoğu yerdeki düzenleşmiş krallıkların İngiltere tarihinde bile yeri olmadığını görebiliriz.

Kısacası, yönetim biçimi adının aynı olması, yönetim düzeninin aynılığını beraberinde getirmeyebiliyor her zaman.

İşte, adı krallık da olsa, demokrasi de olsa, sosyalizm de olsa, her sistem ülkenin (yörenin) kültürüne göre çeşitli açılardan, çok çeşitli şekillerde şekillenmektedir. Bugün dünya’da pek çok savunucusunun bile oldukça dogmatik bir şekilde ifade ettiği sosyalizm, Çin’de bugüne kadar uygulanmamış bir şekilde (ve de büyük bir başarı ve dirayet ile) yürütülmekte. Sistemin temel dinamiklerinde sabitlik var olsa da, genel olarak sistemin düzenleştiği üst yapıda pek çok farklılıklar mevcut. Ancak, tüm bu farklılıklara rağmen Çin’de üretim araçlarının devlete ait olduğu, planlı bir ekonomi ile yürütülen bir sosyalist sistem mevcudiyetini koruyor. Çin’in tarihi boyunca dış dünyaya kapalı yapısı ve coğrafi konumu ise, belki de sistemin işleyişindeki en büyük etken.

Diğer yandan, bir Küba örneğinde, Çin’in diktatoryal yapısından çok, daha “romantik” bir yapı içerisinde ve katı olmayan bir sosyalizm karşımıza çıkmakta. Aynı şekilde SSCB örneğine baktığımızda ise, kahramanlık destanları üzerine kurulmuş ve de bir emperyal bir güç haline gelerek, diğer ülkelere dikta edebilen bir sosyalizm yapısı görüyoruz.Sistemin diğer tarafında ise, ABD’nin kapitalizm anlayışı ile, Avrupa’nın kapitalizm anlayışı arasındaki farklılık da, dikkat edilmesi gereken diğer bir örnektir. Sosyal devlet yapıları, demokrasiye bakış açıları da birlikte irdelendiğinde aynı isimli, ancak farklı biçimlerde karşımıza iki düzenin çıktığını görebiliriz pekâlâ…


Türkiye


Türkiye Cumhuriyeti için kendimiz dahil, sürekli olarak feodal Osmanlı toplumu üzerine “yukarıdan inme” tabirini kullanırız. Haksız da değiliz bunda. Her ne kadar bu ülkenin bugünkü sınırları içerisindeki tüm insanları kitleler halinde verdikleri savaşım sonucunda bu ülke kurulduysa da, bu toprakların düzeni demokratik ve/veya bir cumhuriyet değildi. Hatta, 1. ve 2. Meşrutiyetin -sınırlı da olsa- yaşandığı İstanbul haricinde demokrasiden haberdar olan kesim bile oldukça sınırlıydı. Haliyle, 1923 devrimi ile bu ülkede yeşeren demokrasi ortamı, halk için, halka rağmen bir demokrasi halini almıştı. Ancak, yaşanılan büyük zaferler ardından toplumun bir karizmatik lideri vardı ve bu sistem bu liderin isteği ile ortaya konmuştu. İttihat ve Terakki’nin Meşrutiyet dönemlerinden beri fikren de olsa amaç edindiği cumhuriyet, 1923′te Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde pratiğe dökülme fırsatı yakalamıştı.

Ancak ne var ki, özellikle Anadolu halkı İstanbul’da meşrutiyet zemininin oluşturduğu cemiyet düzenini, köklerinden gelen cemaat düzeninin içerisine oturtamamış, kapitalizm’in burjuvalaştırma ve proleterleştirme süreçlerini yaşamamış ve dahası bir seçim yapma bilincini henüz gerçek anlamıyla yaşayamamış bir durumdaydı. 1923 sonrasında, bir tek parti yönetimi ile demokrasi ve cumhuriyeti müjdeleyen Mustafa Kemal Atatürk, tüm yurt genelinde bir fırka örgütlemişti: Cumhuriyet Halk Fırkası.

Bu fırka, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu partisiydi. Bir ölçüde İttihat ve Terakki’nin devamı sayılabilecek, rejimi yaymayı, sağlamlaştırmayı ve de sürekli kılmayı amaç edinmiş bir yapılanma hedefleniyordu. Ekonomi ve sanayi büyük ölçüde geliştirilebildi. Halkın azmi ve zanaatkârlığın yaygınlığı bu durumun kolaylaşmasını sağlamıştı. Ancak, toplumsal bir düzen, her zaman demokrasiyi kökeninden zorlamaya devam ediyordu. Yapılan seçimlerin, kökleri çok eskilere dayanan cemaat yapılarının, kapsadıkları kitleyi bir noktada zorlayarak, cemaati yöneten kişilerin seçimleri, cemaatin seçimleri haline gelmiş ve bireysel özgürlüğün temel kural olduğu demokrasi rejimi, Türkiye Cumhuriyeti içerisinde duraksamaya uğramıştır.

İşte bu cemaat yapıları, dernekleşme çalışmalarına hız verilerek cemiyetleşme eğilimine gidildiyse de, cemiyetleşen cemaatler, kendi kitlelerinde koparak aktörleşmeye başlamışlar, bu cemiyetlerin cemaat zamanlarındaki kitleleri ise, cemiyeti bir kenara bırakarak kendi içlerinde cemaat yapılarını sürdürmeyi tercih etmişlerdir. Bu tercih, Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca, demokrasinin işleyişinde hep aksaklıkların baş aktörü olmuştur. Cemaatlerin, günden güne cemiyetleşerek ekonomik ve siyasal aktörler haline gelmesi süreci ile ise, demokrasi halkın seçimlerinden çok cemiyetler arası bir çekişme haline gelmiş, güçlü olan ve cemiyetleşmiş cemaatlerin hüküm sürdüğü bir toplumsal düzen ortaya çıkmıştır. Akrabalık, memleket ilişkileri her zaman cemiyet yapılarında başrolü üstlenmiş, cemiyetler ile birey arasındaki rolü ise cemaatler üstlenerek cemiyet ve cemaat yapısının bir arada olduğu ikili bir sistem meydana gelmiştir. Bu yapı ise, cemiyetlerin birleşerek büyümelerine büyüyen cemiyetlerin ise, birleşen cemaatlerin kökleşmesine genişlemesine yol açmıştır. İşte bu cemiyetlerin daha örgütlü hale gelerek, partileşmeleri süreci ardından ise, Türkiye’de siyasal partilerin futbol takımlarından pek bir farklılıkları kalmamıştır.

Çünkü, demokrasi rejimi çerçevesinde siyasal partilerin ileri sürdükleri fikirler ve vaatler ile toplayacakları oyların çok büyük bölümü, geçmişte birleşerek hali hazırda kendi yapılarını oluşturan cemiyet ve cemaatlerden gelmiş, partilerin vaatleri ve fikirleri, partilerin temsil ettiği kitlelerin ardında kalmıştır.

1980′lere yaklaşıldıkça, yükselen burjuvazi ve proterleşen halk kitleleri, cemaatlerin ve cemiyetlerin etkisinden çıkmaya başlamış, yaşadıkları çıkar ve güç savaşımlarına göre, kendilerini ifade ettikleri görüşü temsil ettiklerini düşündükleri, ancak çoğu zaman yine de içerisinde cemiyetleştikleri partilere yönelmeye başladılar. Bu yönelim ve de yönelimin hızı, henüz oturmamış olan demokrasiyi ve de aktörlerini farklı bir zemine kaydırarak, aslında olmaları gerektiği yönetim, fikir ve çözüm üretme zeminine çekmiştir. Ne var ki hazırlıksız yakalanan yöneticilerin, gelişen olaylar karşısında aciz kalması ile 1980 askeri darbesi yaşanmıştır. Bu noktada asker; Türkiye Cumhuriyeti’nin demokrasinin yerleşme sancısını, bir hastalık olarak görerek, çatışmaların kökeni olan demokrasinin kaynağını keserek, cumhuriyet devrimlerinin o güne kadar aldığı tüm aşamaları tersine çevirmiştir.


12 Eylül 1980
İşte Türkiye Cumhuriyeti’nin dönüm noktası.

Cumhuriyet Türkiye’sini kurtarmaya çalışırken, demokratik Türkiye’yi yerle bir eden, henüz çözülmeye başlamış ve bireyleri özgür bırakması an meselesi olan cemaatleri yeniden ve çok daha güçlü bir şekilde canlandıran ve halkın bilinçli seçimleri ile şekillenmeye başlamış demokrasi kaynağını, kültleşmiş burjuva cemiyetlerine altın tepside sunan bir darbe 12 Eylül 1980.

Türkiye Cumhuriyeti, geçmişinden beri yapısında varlığını korumuş cemaat ilişkilerinden kurtulmaya, sınıf mücadelesini yaşamaya başladığı sırada, tam da halkın kendi seçimini kendisinin yapacağı bir ortamda, bir abi/baba edasıyla halkın her kitlesine birer tokat atarak kavgayı ayırmıştır.Ancak bu, onları barıştırmaya değil, abi/babalarının boyundurukları altında sürekli olarak birbirlerine kin duyan cemaatler haline getirmişti. İşte her kitlenin aldığı bu darbe, onları kitle bilincinden uzaklaştırarak, kabuklarına, yani cemaatlerine geri dönmelerine neden olmuş, cemaatlerin besledikleri cemiyetlerin varlığının yok olması ile cemaatler cemiyetleşme yarışına girmiştir. İşte Türkiye solunun bölünmesinin bir nedeni de bu yarıştır.

Diğer yandan ise, Türkiye sağındaki köklü ve değişmemiş cemaat yapısı, yeniden cemiyetleşme sürecinde bir yarış yerine, ortak paydada çalışarak kitleleşmiş ve sol karşısında siyasal başarılara imza atmışlardır. Bu cemaatlerin cemiyetleşme süreçlerinin yanında, burjvazinin de bu kitleleşmiş cemiyetlerin desteklerini almaları, karşılıklı bir çıkar ortaya koymuş ve biribirinden beslenen ikili bir yapı ortaya çıkartmıştır. Cemiyetlerin kitlesel çoğunluğu ile yakaladığı siyasal güç ile beslediği burjuvazinin kazandığı paralar ile cemiyetleri ve cemaatleri beslemesi döngüsü yaratılmış oldu. Buna karşın ise, cemaatlerden yoksun bir şekilde bir cemiyetleşme yarışında olan Türkiye solu, herkesin kendisini yeni ve özgün sanarak cemiyetleşme eğilimine gitmesi sonucu olarak, tek hücreli canlılar gibi sürekli bir biçimde bölünmüş ve zaman içerisinde dağılmıştır.

1980 darbesi Türkiye solunun sonunu getirmiştir dense de, Türkiye solunun sorunu 1980′den çok daha öncesine, Osmanlı’daki cemaat yapısına ve solun Türkiye Cumhuriyeti toplumsal yapısına yabancı kalmasından başlayan ve cemaat yapılarının cemiyetleşememesiyle de devam ederek 1980 darbesi ile cemiyetlerin dağılması süreci ile de devam eden bir kökene dayanmaktadır.


Bugün
İşte, Türkiye Cumhuriyeti’ne “yukarıdan indirilen” demokrasi, cemaatleri cemiyetleştiremediğinden, cemiyetleşenlerin ise bu gelişimi hatalı algılamalarından dolayı, bugün bile hala oturamamıştır. Bugün, Demokrasi savunuculuğu yaptıklarını sananların bile aslında hala bir takım tutarcasına partilere oy verdiği, kuvvetli cemaat yapılarının kitlesel oylara yön verdiği, cemiyetleşmiş cemaatlerin ise cemiyet çıkarlarına yönelik olarak kapsadıkları cemaatlerin oylarına yön verdikleri, partileşmiş cemiyetlerin ise, barındırdıkları cemaat ve cemiyetleri kendilerine “taban” olarak düşünerek vaatlerini ve politikalarını bu kitle üzerinden yürüterek, tabanları dışında kalan cemaatleri, cemiyetleri yok saymaları her gün yeniden ve yeniden örneklenebildiği bir demokratik sisteme sahibiz.

Ne yazıktır ki, bugün aslında “demokrasi adına” yapılan hiçbirşey, gerçekten demokrasi adına değil, hala cemiyet ve cemaatler adına yapılmaktadır.

Bugün Türkiye Demokrasisi içerisinde, geçmişte cemaatlerin cemiyetleşmesi, bu cemiyetlerin de partileşmesi ile doğal tabanları olan partiler, bugün yerlerini cemiyetleşen ve ardından da cemaatleşen partilere bırakmış durumda. Ancak, bugün geçmiştekinden çok daha kitlesel çalışmaların, yönlendirmelerin ve manipülasyonların yapılabildiği bir çağda, geçmişin “kemik” cemaatleri yerlerini son derece kaygan, geçirgen, değişken ve kaygan taban cemiyet ve cemaatlerine bırakmış, partilerin hizmetleri ise yerlerini kâr pastasından verdikleri paya dönüşmüştür.

İşte gelişimi sırasında zorlanan, tam olgunluğa ulaşmak üzereyken kafasına vurulan bir demokrasi, artık doğru yolunu yanlış kabul etmiş, yanlış yolu ise doğru kabul ederek ilerlemeye başlamıştır. İşte bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin demokrasisinin esas sorunu da budur. Askeri bir darbe tehdidi değildir.


Deli Yol / Gülşah Akbulut

Sanem Tufan
     Bu sabah büyük bir boşluğa uyandı yine, pek çoğunda olduğu gibi. Boğulmaktan korktuğu o boşluğa bakındı, uyanmamış olmayı dilemesi yetmedi; sesi o kadar içindendi ki tanrı bile duymadı… Bu duru karmaşa başını döndürmüştü. Kapının açılmasıyla kulağında kalan o ses, kısa süreli bir fırtınaydı sanki. Yorgunluğunu derin çizgilerine borçlu bir el, onu sevgiyle oyalamak istediyse de olmadı. On çocuktan arta kalmış bir sevgiyi nasıl kabul ederdi, ama gururuna yenildi. Bir iki güzel sözdü kulaklarında çınlayan; fakat duyduğu kelimeler, onun istediği sese ait değildi. Konuşsa ağlayacak, ağlasa sorgu suale boğulacak; ama ağlayamazsa içindeki düğümlere bir yenisi katılacaktı. Hüznünü içinde saklarken, yorgun şefkatin kapıdan çıkışını mutlulukla izledi. Farkındaydı aslında; bunlar sadece yedi yaş sınırında ağırlaşmış düşüncelerin görüntüsüydü. Zoraki kahvaltı hafifletirdi belki; neden olmasın? Lokmayı itse içeriye doğru, gözlerindeki sağanak baskıyı parmak uçlarına verip, belki bir süre idare ederdi. Sonra özgür bırakır gözlerinin hareketini; oyuna dalınca da unutur gibi yapardı.
   
     Dünya için küçük olabilirdi belki, ama bu onun için büyük bir savaştı. Kendini toparladı ve yataktan kalktı. Pijamalarını isteksiz hareketlerle çıkarırken, dolaptan eline geçen her neyse giydi. Ellerini kapıya uzattı, bir an durdu. Yalnızlığın endişesi hâlâ dizinin boyundaydı. Anlık bir cesaret, minik adımlarını koridora taşımıştı bile. Sağa doğru ilerlese geniş ailenin kalabalığına karışacaktı, hatta karışamadan azarlanacaktı. Bunları düşünmedi bile, solda kapının ardına kadar açık olduğu, güneşin gözlerini kamaştırmasından da belliydi. Zaten yazın hep açık olurdu evin kapısı. Köyde, bahçeli bir evde oturmanın en keyifli taraflarından biri de gizlenme duygusunun azlığıydı belki… Kapıların sıkı sıkı kapatılası, kilit üstüne kilit, çelikten kapılar… Bunlara hiç gerek yoktu orada. Ahırın arka tarafına düşen armut ağacı karşıladı onu, merdivenlerde ise asma yaprakları ellerini uzatmış gibiydi. İtiraz eden yoktu bu gizemli yolculuğa. Küçük adımlarındaki korku yerini çoktan cesarete bırakmıştı. Yüzündeki saklanmaya uğraşan kaçamak hüznü saymazsak daha iyi olamazdı. Üzümlerin tanesine bile dokunmadan usul usul merdivenlerden indi. Canı nasıl da istemişti; ama dedesi onları ilaçlıyordu, yıkamadan yememesi gerektiğini bilecek kadar akıllıydı. Bir de annesi bırakıp bırakıp gitmese… Tarabalarla çevrili bahçenin sınırındaydı. Kirazı, eriği, şeftaliyi, inciri, hatta gerçekliğini kabulde zorlandığı serviyi bile görmezden geldi. Halbuki bahçeye her gidişinde onun altına geçip kocaman gözleriyle ölçümler yapardı. Bu seferki başkaydı işte… Gitmek istiyordu ve fazla zamanı yoktu. Dedesinin elleriyle yaptığı tahta kapıdan çıktı ve sağa döndü. Arkı gizleyen küçük yokuştan inince, ana yola varacaktı. Emin adımlarla yürüdü, yoksa cesareti ona inanmaktan vazgeçebilirdi. Araçların hızı şimdiden onu sarhoş etmişti. Beklemeye koyuldu. İki yandan gelen suyun sesini dinlerken minicik iki kaplumbağanın pür telaş karşıya geçmeye çalıştıklarını fark etti. Ezilmelerinden o kadar korkmuştu ki uzun seyahatlerini dikkatle izlerken minibüsü son anda durdurabildi. Şoförün onu görmesi de zordu tabii.. Arabayı kaçırmamış olmasına sevinemeden güzelce bir azar işitti. Şoförün kızgınlığı cesaretini çoktan küstürmüştü. Adımlarının küçük olması, annesine giden yolda bulunmasına engel olmamalıydı; ama kurallar keskin ve hatta kıpkırmızıydı. Sanki o küçücük elleri aracı durdurmak için el sallamak yerine, şoföre okkalı bir tokat atmıştı. Adamın gözleri öyle bakıyordu. Şoförün azarıyla, küçük kızın cevabına gülmesi arasında hiçbir nüans yoktu. Adamın her hareketi, jesti aynı tondaydı; sanki kasları öç alma duygusuyla örülüydü.

    Ana caddeden, gerek duymadığı bir ders almıştı. Geri döndü, tahta kapıya doğru yürümeye başladı. İçinden geçenler sadece annesinin gidişine dairdi. Bir sabah da onunla uyansaydı, birlikte gitselerdi o çok önemli yere... Annesi çalışmıyordu ki ne olabilirdi onu bırakıp gitmesinin sebebi? Hiçbir zaman bilemeyecekti. Büyüdüğü zaman kapı ardından duyacağı cümleler bunu ancak fruedien bir biçimde açıklayabilirdi. Boyu aşan düşünceler içindeyken tahta kapıyı aştığını fark etti. Sağ taraf caddeye giderken sol taraf böğürtlen, ekşili mem mem dolu, onun için fazlaca gizemli bir yamacın sınırıydı. Tek başına böğürtlen ya da ekşili mem mem yemeye gitmemişti; ama bugün cesaretini kendine gösterme günüydü? İçinden; ağabeylerle, ablalarla yapılan kaçamak gezilerden biri olsun bari dedi. Zaten yokluğunu henüz fark eden olmamıştı. Fark etmiş olsalardı, bahçeye inmeleriyle onu görmeleri bir olurdu. Kafasına ekişili mem memin şekli takıldı. Bir sürü yeşillik içinden onu nasıl seçecekti? Sadece böğürtlen yerdi belki… Zaten amacı gidebilme cesaretini göstermekti. Hayali bir böğürtlen ya da ekşili mem mem kadar küçük olamazdı. Bahçenin sınırını aştığında adını “deli dana” taktıkları ineklerinin otladığını gördü. Neyse ki inek onu fark etmemişti, usulca yürümeye devam etti. Sessiz hareket etmeye mecburdu çünkü bu inek fazlaca nazlı, köpek gibi kovalamaya meraklıydı. Dedesi buzağıyken onu torunlarından bile çok şımartmıştı. Ne yöne gideceğini düşünmenin yorgunluğu içindeyken bir ses duydu. Komşulardan birinin sesiydi. Bu kadar endişeyle bağırmaya ne gerek vardı. Tüm büyü bozulmuştu. Babaannesinin ve diğer aile efradının feryat figan bağıran komşuyu duymamaları imkânsızdı. Önce şoför sonra da komşu teyze tarafından desibel sınırını aşan sesler sinirlerini fazlaca yıpratmıştı. Küçük kız tüm yalnızlığının kalabalıklaşacağını fark edince deli danaya doğru koşup boğazındaki ipten tuttu. Deli dana durur mu? Öfkeden mi oyun oynama isteğinden mi bilinmez ama koşmaya başladı. Küçük kız aldırmadan peşi sıra sürükleniyordu. Etraftaki sesleri umursamıyordu, ekişili mem mem gezintisi, annesine gitme isteği yok olmuştu bir anda. Deli dana artık kocaman olmuş bir inekti; ama onun ruhundaki delilik, küçük kızınkiyle özdeşleşmişti. Adı zaten ondan deli danaydı takmışlardı. Bir süre sürüklendikten sonra ineğin ipini bıraktı. Üstü başı mahvolmuştu. Dizleri, kolları sıyrıklar içindeydi. Ağzındaki çamur hissi, tozun tükürüğüne yaptığı serinletici geziden kaynaklıyor olmalıydı. Olan bitene aldırmadı bile. Kimseyi duymuyordu. İçinde anlam veremediği, ad koymak istemediği bir duygu vardı. Hem iyi hissediyordu hem de kötü, bu vicdanın da kafanın zaman zaman karışabileceğini gösteriyordu. İşte intikamını almıştı. İçindeki hırs yaşına göre çok fazlaydı. Hırsın yaşla ilgisi olup olmadığını henüz bilmiyordu; fakat büyüdüğünde buna karar vermişti. Tek isteği onlara, sabahları annesiz uyanmanın verdiği endişenin benzerini yaşatmak değildi. Gitmeyi öğrenmekti biraz. Üç dakikalık, beş saatlik, bir haftalık hiç fark etmezdi. Kaldığı odanın –hem de yalnız başına-, gördüğü bahçenin dışında bir yer görmekti rüyası… İşte deli dananın arkasında sürüklenerek ilkini gerçekleştirebilmişti. Artık cesareti maceraya bir adım daha yaklaşmıştı.



Birol Özdemir, Haymatlos ve İzzet Yasar, Camdan Mezbahalar




Birol Özdemir - Haymatlos
Birol Özdemirden Yaşamın Gözeneklerine Sızan Gerçek Öyküler...

Birol Özdemirin ilk öykü kitabı Haymatlos, farklı süreçleri, coğrafyaları, gerçeklikleri ele alan anlatılardan oluşan özel bir kitap. Anlatıların gerçekliği öykülerin yapısını da belirliyor. Kitabın ilk bölümü ikinciye oranla şiirsel yoğunluğu gelişkin metinlerden, ikinci bölümüyse gülmece ve ironi öğeleri barındıran kurmaca metinlerden meydana geliyor.
***
Sen benim elimi mi kesiyorsun? Tuhafsın, elimi diyorum. Bir soğan keser gibi... Bıçağın başlangıçta hiçbir şey duyumsatmayan çeliği başparmağımla işaretparmağım arasındaki kemiğe dayanıyor. Canım mı? Yanmıyor, hayır! Sonradan içten içe işleyecek bir şeyler bırakıp gideceksin. Asıl ağrıma da o zaman mı başlayacak? İskelede yoran, bunaltan bir sıcak... Karşımızda Haydarpaşa Garının önündeki fenerin pat yanıp sönen kırmızı ışıkları...



İzzet Yasar - Camdan Mezbahalar

Türk edebiyatının özgün ismi, güçlü kalemi İzzet Yasar’dan ödüllü muhteşem öyküler: “Camdan Mezbahalar”. İzzet Yasar’ın 3 öykü kitabının bir arada basıldığı bu özel kitap sizi büyülü bir edebiyat yolculuğuna çıkaracak... “Camdan Mezbahalar”, “Özel Sektör İmamı” ve “Dönüşü Olmayan Hikayeler” adlı kitaplarını bu toplamda bir araya getiren Yasar, öykü okuruna adeta özlediği bir armağan sunuyor. “Camdan Mezbahalar”, benzeri olmayan bir kitap."
İzzet Yasar, sadece Türkiye ölçüsünde değil, dünya ölçüsünde birinci sınıf hikâyeler yazıyor."
Demir Özlü


The Sound of Perseverance




“Bu kişisel bir yazıdır ve tamamen gerçek bir olaydan alınmıştır...”
1998 yılı... Lise 2’de okuyan ve metal müzikten hoşlanan ancak sınırlı sayıda grubu dinleyen, dinlediği müziğin yelpazesini genişletmesi gerekirken, bir kaç albümle yetinip sadece bu birkaç albümü dinleyen bir genç. (ben oluyorum.) O günlerde, bir sınıf arkadaşının bahsettiği bir grup var. İsmi “death”. “abi bunu bi dinle bak. Tek bi şarkıda 27 ayrı ritm var.” Diyen arkadaşına, “sonra bakarım.” Diye cevap veriyor genç ve metallica, megadeth, sepultura dinlemeyi sürdürüyor günlerce. Arkadaşı bir gün okula bir “death” albümü getiriyor ve albüm kitapçığının içindeki resimdeki bir adamı gösteriyor. “işte bu adam bak. Tam bi dahi... Mutlaka dinle.” Diyor. Genç ise o dönemin verdiği bir cahillikle adamın resmine bakıp: “tipi fareye benziyo ya adamın.” Deyip gülüyor anlamsızca. Aylar geçiyor...

“gözlerimi kapıyorum ve kendi içimde batıyorum...”

Genç bir gün kadıköy’e gidiyor. Akmar’ın önünde öylesine gezinirken, kopya cd satıcılarından birinin tezgahında “death – the sound of perseverance” adlı cd’yi görüyor. Arkadaşı aylar önce okulda albümü ona gösterdiğinde o kadar ilgisizmiş ki, tezgahtaki cd’nin kapağı ona tanıdık gelmiyor. Şöyle bir düşünüyor. Dinlediği tüm grupların thrash gruplarını olduğu aklına geliyor ve değişik bir şey dinlemenin fena olmayacağını geçiriyor aklından. Zaten sonuçta 1,5 milyon liralık bir şey... Beğenmese ne fark eder ki? Dinlemez, olur biter.

Oldukça kapalı bir hava var. Yağmur yağdı yağacak. Genç, albümü almadan akmar pasajı’na giriyor. Belki bir metallica konser albümü bulurum diye. Her dükkana soruyor, bulamıyor. Akmar’dan çıkıyor. Tekrar aynı tezgahın önüne geliyor. Cd’ye bakıyor. Hiç bir şey almadan eve dönmek istemediği için cd’yi alıyor.

Kapağını açıyor. Sarı bir cd ve üzerinde son derece özensiz bir yazı ile “death – sound of perseverence” yazıyor. Albümün isminin kopya cd’ye yanlış yazıldığını bile fark etmiyor. Discman’indeki “sepultura – chaos a.d.” cd’sini çıkarıp kopya cd’nin kabına koyuyor.

Death cd’sini discman’a yerleştirken, cd’nin üzerine bir yağmur damlası düşüyor. Parmağıyla yağmuru siliyor, cd kutusunu cebine koyuyor ve tam o sırada muazzam bir gök gürültüsü ile bardaktan boşanırcasına bir yağmur başlıyor. Koyu gri kadıköy gökyüzü altında, akmar’dan minibüslere doğru yürümeden önce yağmurluğunun kapşonunu kafasına geçirirken, bir anda coşan yağmurla birlikte pek de merak etmediği albümü içine koyduğu discman’in play düğmesine basıyor ve discman’i da diğer cebine koyuyor... Müzik çalmaya başlıyor.

“yolculuk merakla başlıyor...”

Daha önce duymadığı tarz bir davul giriyor birden. “vay... Davulcusu iyi galiba.” Diye düşünüyor genç ve yağmur nedeniyle hızlı adımlarla minibüslere doğru yürümeye başlıyor. Ve birden davul kesiliyor ve çok kısa ve hızlı bir gitar solosu giriyor. Ardından da, daha önce yaşamadığı bir duyguyu yaşamasına neden olan ve duyduğu anda tam anlamıyla dizlerinin bağının çözülmesine neden olan bir ritm giriyor. Tüm tüyleri ürperiyor gencin. Hemen durup cd kutusunu çıkartıyor cebinden. Parçanın ismine bakıyor... “scavenger of human sorrow” yazıyor kapakta. Aklı başından gidiyor resmen. “böyle bir ritm nasıl olabilir?” Diye düşünürken, en derin hayal gücü kaynaklarından beslenircesine gelen ve tüm yırtıcılığıyla saldıran bir vokal giriyor. Yağmurun altında paçalarından sular damlayarak kalakalıyor genç. Yürüyemiyor... Gerçekten yürüyemiyor. Hayatında ilk kez duyduğu bir şey onu neredeyse ağlamaklı yapıyor. Bir an eli pause tuşuna gidiyor. “durdurayım, minibüste dinlerim doğru düzgün.” Diye geçiriyor aklından ama yapamıyor.

Şarkı, müzikten öte bir varlıkmışçasına tüm beynini sarıyor gencin. Minibüse doğru yürümeye başlıyor şarkıyı dinlemeye devam ederken. Bir yandan eliyle ıslanan gözlük camlarını silerken, ağzından çıkan buhar eşliğinde ilerliyor ancak dinlediği şey dışındaki hiç bir şeyi fark etmiyor adeta. Tüm görüş alanı kararıyor ve yüzde yüz müziğe konsantre oluyor. Şarkı devam ettikçe genç adeta büyüleniyor ama aldığı zevk nedeniyle tebessüm bile edemiyor. Sanki zevk alamıyor. “bu nasıl olabilir?” Diye geçiriyor aklından. Ya da “nasıl olur da bunu daha önce duymadım?” Diye kendine kızıyor. Şarkı sürekli değişiyor. Duruyor, tekrar başlıyor. Hızlanıyor, her enstruman daha önce duymadığı sesler çıkarıyor. Resmen yorgun düşüyor genç.

Ve sonuçta şarkı bitiyor. Genç minibüste oturduğunu ve minibüsün de hareket halinde olduğunu fark ediyor. Müzik yüzünden adeta paralize olduğundan, minibüse binişini, oturuşunu ve minibüsün kalkışını hatırlamıyor bile.

Şarkı biter bitmez hemen pause’a basıyor ve minibüs parasını uzatıyor. Ardından da sıradaki parçanın adına bakıp (“bite the pain”) sanki sınav sonucunu öğrenmek üzere heyecanla bekleyen bir öğrenci gibi şarkının girmesini bekliyor. Parça başlıyor ve tekrar aynı şeyi yaşıyor genç. Tüm tüyleri diken diken oluyor.

İlk parçaya göre daha yavaş başlıyor parça ve vokal tekrar giriyor çıldırtırcasına. Gözlerini kapayan genç, daha önce hiç duymadığı bir müzik eşliğinde pek çok görüntüler görmeye başlıyor. Şarkı sözleri sanki onun için yazılmışçasına devam ediyor... Vokal “...steal the sun and the moon from the sky!” Diye bağırırken, gözlerini kapatan gencin aklından bin bir görüntü geçiyor. Havada ilerlediğini, ardından birden toprağı delip yer altında büyük bir hızla ilerlediğini, ardından okyanus dibine indiğini, oradan tekrar gökyüzüne fırlayıp karanlık mağaralara girdiğini hayal ediyor. Hem de tümü saliseler içinde oluyor bunların.

Üçüncü, dördüncü ve beşinci parçalar da bitiyor. Her anı şaşırtıcılıkla dolu dakikalar yaşıyor genç. Dördüncü parça “a story to tell”’de gerçekten ağlamak istiyor. O anda. Minibüste. Kimseyi umursamadan... Adı “the flesh and the power it holds” olan beşinci parçada ayağıyla ritm tutmak istese de, bir türlü yapamıyor. Hareketsizce oturuyor koltukta.

Ve ineceği yere geliyor. Minibüsten iner inmez 5. Parça bitiyor ve 6. Parça başlamadan discman’ın pili de bitiyor. Hemen eve koşuyor, odasına giriyor ve discman’e yeni piller takıp yatağına uzanıyor. Altıncı parçanın ismine bakıyor... “voice of the soul” yazıyor kapakta.

Ve parça başlıyor. Genç hayatında ilk kez, bir parça eşliğinde göz yaşı döküyor. Hem de ilk kez duyduğu sırada. Sanki bir film izler gibi dinliyor parçayı. Şarkı boyunca, tam üç dakika kırk saniye tüyleri ürpermiş olarak dinliyor şarkıyı. Bir an bile hareket etmeden. İnanamayarak. Sanki biri onun hissettiklerini biliyormuş ve uzaklarda bir yerden onun müziğini yapıyormuşçasına. Adeta müziği sahipleniyor genç ve işte beni tarif eden müzik diye düşünüyor tüm içtenliğiyle.

“voice of the soul” gencin kafasında tek bir söz uyandırıyor... “farkında olmak”. Kendisiyle aynı duyguları paylaşan birileri olduğuna belki de ilk kez o zaman inanıyor genç ve bunun sevinciyle göz yaşı döküyor.

Bu yazıları yazarken bile tüylerini ürperten öyle düşünceler geçiyor ki aklından, kendisi bile tasvir edemiyor. “voice of the soul”un 3.23’üncü dakikasında daha fazla dayanamıyor ve yüzünü yastığa gömerek sessizce gözyaşı döküyor. Müziğin böyle bir gücü olabileceğini ve o yaşlarda az da olsa küçümsediği insan zekasının neler yapabileceğini görüyor. Çok sevdiği bu müziğin artık onun için sadece “müzik” olmadığını gösteren ve manevi bir boyutta kendini belli eden albüm oluyor “the sound of perseverance”. Adeta bir vahiy ya da yukarılardan gelen bir şey gibi görüyor albümü.. Daha ilk dinleyişte.

Tam anlamıyla hareketsiz bir biçimde kalan şarkıları da dinliyor. O sırada hayatını değiştirecek bir deneyim yaşadığını bilmeden...
Sonuçta albüm bitiyor... Genç hemen odasından fırlıyor, evden çıkıp minibüse atlıyor ve kadıköy’e geri dönüyor. Akmar pasajı’na giriyor ve girdiği ilk dükkanda albümün orijinalini buluyor. Büyük bir sevinçle albümü alıp hemen eve dönüyor. Albümü o gün yatana kadar 7 kez dinliyor. Aylar önce albümü ona tavsiye eden arkadaşını arıyor telefonla ve teşekkür ediyor.

“yürüdüğümüz taşlarda...”

O sıralarda klasik gitarda metallica, megadeth çalan genç; bu yeni müziği de çalmak istediği için parçaları kulaktan çıkarıyor ve saatlerce çalıyor. O sıralarda bilmiyor sadece bu parçaları daha iyi çalabilmek amacıyla bir kaç ay sonra elektro gitar alacağını...

Yıllar geçiyor. Tüm şarkı sözleri çoktan ezberlenmiş, şarkıların çoğu kısımları gitarda çalınıyor. Tüm death albümleri alınıyor, ezberleniyor...

Yıllar geçmeye devam ediyor... Genç artık yüzlerce grubu dinliyor, yüzlerce albümü oluyor. Metal müziği her yönüyle araştırıyor, öğreniyor... Her gün gitar çalıyor. Zamanında çalmakta zorlandığı bu albümdeki şarkıları rahatça çalabiliyor. Zamanla; kendi kendine öğrendiği gitar çalış tarzının büyük oranda chuck schuldiner’ın tekniğinden çok etkilendiğini fark ediyor. Ardından chuck’ın sağlık problemlerini öğreniyor. Dergilerden, internet’ten takip ediyor. “chuck baba iyileşiyor!” Haberlerini sevinçle okuyor.

“hiç bitmeyen bir açlık...”

Ve bir gün geliyor... İnternet’te bir metal sitesinde gezinirken “one of the biggest losses of metal history” diye bir yazı görüyor... Chuck’ın “individual thought patterns” albümünün kitapçığındaki fotoğrafı çarpıyor hemen gözüne... İnanamıyor. “the sound of perseverance”’ın ilk notasını duyduğu anki şokun bir benzerini, ama bu kez acı çektirir şekilde tekrar yaşıyor. Bilgisayarın başından kalkıyor, eline “the sound of perseverance” albümünü alıyor ve hiç tanımadığı ama duygusal, müziksel, hayal gücü anlamda sonuna kadar beslendiği bir kaynağın, bir dehanın ölümünden dolayı sessizce ağlıyor bir kaç dakika. Albümü ilk dinlerken kendi kendine sorduğu soruyu tekrar soruyor kendi kendine: “bu nasıl olabilir?”

Ve yıllar geçmeye devam ediyor, 2005 oluyor... Albümü hala ilk günkü zevki alarak dinliyor, davulcunun yaptıklarına hala tebessüm ederek karşılık veriyor, “to forgive is to suffer”’ın solosunu arka arkaya onlarca kez çalıp hala aynı keyfi yaşıyor. (tam aynısının çalamasa da.)

Müzikal anlamda hayatını değiştiren bu albüme, adeta bir dini simge gibi yaklaşıyor... Albümün şarkı sözlerini odasının duvarlarına asıyor... Bu albümle ilgili en ufak ayrıntı, resim, ses bile anında o ilk güne, kadıköy meydanında sırılsıklam dikilirkenki haline götürüyor genci...

Ve albümü ilk dinlediği zamandan yaklaşık 7 yıl sonra, bu albümün hayatındaki önemi hakkında içten bir yazı yazıyor... Belki de bu internet sitesinde bu yazıları yazabilmesinin bile ilk sebebi olan bu müziğe olan saygısından ötürü.
Bu müziği yaratana, dinleyenlere bu duyguları yaşattığı için teşekkür etmek amacıyla...

Dimebag ile bir arkadaşını, chuck ile de bir öğretmenini kaybeden bu genç, bir üçüncü kişi için böyle bir yazı yazmak istemiyor artık.

“hüzün ırmaklarından, umut dolu okyanuslara... Hepsini dolaştım.”

Her ne kadar artık bizi cennetten izliyor olsan da...
Teşekkürler chuck...


Önümüz düşman, ardımız vatan... / Alper Turgut

Liselerimiz, üniversitelilerimiz, yurtlarını savunmak için hayatlarının baharında gönüllü oldular. Onlar, asla beklemediler, yaşamak ne güzel şey demediler. Memleket olmadan gelecek düşü kurulur mu? Tereddütsüz Çanakkale'ye koştular, adeta yarışırcasına...

Stalingrad'dan sonra tarihin en büyük ikinci cephe savaşında, bedenleriyle barikat kurdular. Düşman, Anadolu'ya girmesin diye canlarından oldular. Evet, okullar o yıl mezun veremedi, çünkü koyun koyuna öldüler, o güzelim delikanlılar... İnançsız ve amaçsız yaşanmaz dediler, öğrenciyken, öğretmeni oldular, halklarımızın... Sinan Çetin de kalkmış, hani o bildik "Hayat güzeldir!" lakırdısı ile 450 bin can alan Çanakkale Savaşı'na dair bir film (Çanakkale Çocukları) çekmiş, hem de evinin arka bahçesinde... Barış yanlısı olacak başka bir savaş bulamadın mı, diye sorarlar insana, hayır, savaş karşıtı olsa yine gam yemeyeceğim. Neredeyse, eşit mesafede duracağım şaşkınlığı ve medeniyetler ittifakı hayranlığıyla, işgal ordularını, evine konuk edecek. Arkadaş! Düşman, yurdu ele geçirmeye gelmiş, Türkçe olimpiyatlarına katılmaya değil. Yani ağırlamaya hiç gerek yok. Neyse tarihler de tutmuyor, çok şükür.

Mucizeleri olan, gerçekten Ağustos'ta kar yağdıran bir film bu... Çanakkale Çocukları, elbette günümüze göndermelerle dolu, dümende Sinan Çetin olunca, haliyle şaşırtıcı değil! Mesaj kaygısı bitmiyor, batı hayranlığı dinmiyor, yeri geliyor, kurtuluşu halklara değil, dine bağlıyor, Çanakkale'yi, günlük politikalara meze ediyor. Göz var, izan var, üstüne üstlük vicdan diye bir şey var. Çanakkale'de Türk, Kürt demeden, omuz omuza savaşa giren dedelerimize ayıp oluyor, resmen. Biz de biliyoruz, analar ağlamasın demeyi, savaşlara karşı durmayı... Üstelik hep antimilitarist oldum, yargılandım, askere zorla götürüldüm. Ancak bu başka bir mevzu, emperyalistlere karşı yurdunu savunmak, meşru bir durumdur. Evine hırsız girmeye çalışsa, sen kapıyı açacak ve buyur arkadaş, mahremin ne önemi var mı? diyeceksin. Hayır! Demeyeceksin... Belki diyenler de olur, kuşkusuz tarihte örneği çoktur.

Çanakkale'ye yıllar önce bir gece varmıştık. İstanbul Üniversitesi öğrencileriyle, şafağın sökmesini beklemiştik, hem de zemheride... Tabyaları, siperleri, tünelleri gezmiştik, 57. Alay yakmıştı içimizi... Çanakkale'yi görmeyen, orada yaşananları hissedemez. Bir karış toprak belki, lakin orada, süngü mesafesinde tutunmak ne zorlu, ne bela ve ne onurlu bir iş, gerileyemezsin, siperini terk edemezsin. Ölmek pahasına, mevziyi ve safını koruyacaksın, işte tam orada kök salacaksın. Çünkü önünde düşman, arkanda kocaman bir vatan var. Tüm sevdiklerini ardında bırakanlar, onlara özgür yarınlar hediye etmek için oradalar, bunu anlamak çok zor olmasa gerek. Neyse...

Dönelim yine filme, İttihak ve Terakki'nin başında duran zengin madenci, Osmanlı mebusu ve Alman dostu bir babanın, İngiliz eşiyle olan evliliğinden iki çocuğu var. Büyük olanın adı James, küçük olanı ismi ise Osman... Biri İngiliz hayranı, diğeri Anadolu'nun... İki kardeş evden ayrılıyorlar, Osman madene çalışmaya gidiyor, James ise İngiltere'ye okumaya... Ancak bu iki genç, karşı saflarda savaşmak için Çanakkale'de buluşuyorlar, anneleri de rüyasında bunları görüyor ve öykü başlıyor. Detaylara daha fazla girmek istemiyorum, çünkü mantığın iflas ettiği noktada, saçma sapan bir olayı anlatmak, inanın pek kolay değil. Oyunculuklara hiç değinmiyorum, performanslar felaket muadili... Hadi Sinan Çetin'in eşi ve çocukları oyuncu değil, Oktay Kaynarca, Yavuz Bingöl, Wilma Elles ve Haluk Bilginer'in de vasatı aştığı söylenemez.

Sanatsal hareketlerle başlayan, giderek klişelere yaslanan film, finale doğru kara mizaha dönüşüyor. Senaryo bildiğin kötü, diyaloglar desen feci... Acımasız yabancı, merhametli yerli gibi gelgitler, cephe gibi bir atmosferde komik kaçan mucizeler, ne yazık ki yama gibi duran dinsel motifler, İngilizce konuşmasını engellenen, piramitleri görmek isterken kendini Çanakkale'de bulan Osmanlı'dan olma bir Anzak ve daha neler neler... Alt metinde, üst metinde, hemen her sahnede ben mesajımı vereyim kaygısı, didaktik bir anlatım, boş yere öldünüz söylevi, Çanakkale'nin bir ayıp olduğu düşüncesi, değersizleştirme, önemsizleştirme çabası ve dahası... Bu denli bireyselleştirilen bir savaş ve yeniden var oluş filmi olmaz, olamaz. Dili varmıyor ancak, birbirlerini süngüleyecek kadar gözü dönmüş evlatlar yetiştiren bir anne, çocuklarına tekrar kavuşsun diye, baba ve yurt elden çıkarılabilir, hatta ve hatta Çanakkale geçilsin! bile denilebilir. Çanakkale içinde vurdular beni, ölmeden mezara koydular beni türküsünü, bir elmanın iki yarısıyken, şımarık ve zengin veletlere ithaf etmek de nesi... Vay be! Tam 261 kopyayla gösterime giren Çanakkale Çocukları'na gidin demem, diyemem. Hani işim bu olmasa, kesinlikle seyretmezdim. Çünkü toparlanması pek kolay olmuyor, öfkem geçmek bilmiyor, mantığım ve vicdanım buna isyan ediyor. İki tane Çanakkale filmi daha var sırada... Umarım, bir devrin battığı yere, saygı duyan yapımlar olurlar. Biricik beklentim budur.

Başka Dilde Aşk / Ozan Erciyes



Yüreğe dokunan, insana yazı yazdıran film.
Nedir iyi film? Benim gibi oyunculuk konusunda hassas, ayrıntılar konusunda takıntılı film müptelaları için değil genel geçer anlamda bir soruysa eğer nedir? Sinemasal dili, çekim kalitesi, türk filmlerinde genelde sorun yaratan ses kalitesi, cast seçimi, senaryonun akıcılığı vs... Gibi kriterlerin dışında nedir? Sanıyorum herkes buna katılacaktır ben sağlamasını birkaç sevdiğim film için denedim size de tavsiye ederim ve cevabı şöyle buldum; salondan çıktığınızda size daha önce aklınıza gelmemiş ya da sormaya korktuğunuz -ya da belki sürekli sorup durduğunuz da olabilir- bir soru sorduran kendinizi sorgulatan, 'ben olsaydım' dedirten içselleştirebildiğinizdir.
Samimi bulmadığınızı içselleştiremezsinizde ancak yüreğinize dokunan bir film başarabilir bunu.

İstanbul'da kar bekleniyor ama hayret lodos var hava erken kararmasa hani güzel bir sahil yürüyüşü bile yapılır. Macera yaratmadık havanın güvenilmezliğine bakarak günlerden pazar o halde sinema günü yapalım dedik, benim yeni keşfetmeye başladığım -çok heyecanlı oluyor- anadolu yakasında buluştuk arkadaşla sanki başka şehirde gezer gibi hissetmenin hazzı bir yandan diğer yandan lodos bir hava film seçmeye çalışıyoruz. Popüler kültürün 'git mutlaka gör'dediği avatar filmi, donuk bakışlı güzel kadınlarla süslü iki farklı türk filmi ve seansları uymayan başka filmler ve fragmanını izleyip 'gitmeli' dediğim o film. Eğlence olsa kolay sürüklenebilirim itirazsız ama iş oyun seçimi ya da film seçimine gelince maalesef biraz cadılık yapıp kendi isteğime çekebiliyorum arkadaşlarımı. Neyseki hayalkırıklığı olmuyor iki kere seviniyorum filmden çıktığımızda arkadaşımın beğenisiyle...

Başka dilde aşk; öncelikle kolaya kaçmak varken zoru seçmesiyle fark yaratan bir film.
Bizlerki hep idealize edilmiş aşk hikayeleriyle büyütüldük, doğum yaparken bile sahneye çıkar gibi makyajlıydı esas kızlarımız ve esas oğlanlarımız çok afilliydi. Öteyandan kavuşma sahneleri yanak yanağa biterdi belleğimizde. Biz büyüdük ve kirlendi dünya bu sefer sex satar ilkesiyle yapıldı filmler ya da festival filmlerinin sıkıntılı sevişme sahnelerinde gördük yatak odasını. Gel gör ki bu sahneleri kim sahiplenir kim içselleştirebilirdi?!

Artık sinemamızda modern ve unutulmaz çiftler-öyle gözüküyor gibi- izleyebiliyoruz. Henüz 'Selvi Boylum Al Yazmalım' gibi ezberlemiyoruz replikleri ya da milyonuncu gösterimi olmasına rağmen 'Sultan'la karşılaştığımızda ağzımız açık izlediğimiz gibi izlemeyeceğiz her gördüğümüzde bu filmleri ama şimdiden doğan çocuklarına 'Ada' ismini veren insanlar var etrafımızda ada ve onun Issız Adam'ı var ve şimdi sessiz onur ve onun cesur Zeynep'i var beyazperdede.

Herkesin kendini bir şekilde eksik hissettiği hissettirildiği bir çağda esas oğlan ve esas kızımızın ütopik değil gerçek varlıkları vuruyor bizi...

Filmin öyküsü
Esas oğlanımız diliyle konuşamıyor herkesin konuştuğu dilden seslenemiyor esas kızımıza ve esas kızımız yorulmuş zaten gürültüden gereksiz lakırdıdan, öyle naz niyaz yapmıyor atıyor kendini cesurca aşkın kollarına –halbuki ne ayıp şey değil mi başlıklarda irdelenen ilk günden sevişen terbiyesiz kız olmak- ve önyargılar... Bir kez bile bakmadan eksik olarak yargıladıkları adamın gözlerine esas kızımıza karşı gelenler kendi normal buldukları ilişkilerindeki anormal saçmalıkların acısıyla saldırıyorlar bu ilişkiye. Anne babalar hayatımızın yönetmen koltuğu onların, doğaçlamaya izin vermezler kendi yazdıklarının dışına çıkmamızı istemezler. Canımız yanmasın diye canımızı yakıp korktukları için koruma kisvesiyle hapsetmeye kalkarlar. Aileler ya da arkadaşlar için bir sınavdır bu onların insanlığını ölçmek için bir sınav onların senin gözünün içine ne kadar baktığını ölçmek için bir sınav öyle ya baksalar o korumaya çalıştıkları güzel kızın gözlerine aşkı görecekler ve kim kimi aşktan koruyabilir! Kaldı ki ne gerek var!

Bir eksikliğin yerini başka artılarla tamamlarsın ya; o sessiz dünyanın artılarıyla gülümsüyoruz, gereksiz sözlere ve yalanlara yer olmayan bir ilişki düşünün, her zaman göz göze olmak zorundasınız ilişkinizin devamı için şiir, yazı, dokunuş oluyor diliniz...

İletişim hatalarının sonucudur ya kavgalar pek tabii bu ilişkide de oluyor ama asıl eksiklik sinirine hakim olamamaktır –kendimden de maalesef iyi bilirim-, asıl eksiklik seni istemeyen birine ısrarcı davranmaktır yani anlayışsızlık, bencilliktir, asıl eksiklik kaybettiğin bir sevgilinin ardından pişmanlığa yenik düşmektir, asıl eksiklik anneliğin vesveselerine yenilmektir, asıl eksiklik şuh kahkahalar ve lüzumsuz gevezeliklerle doldurduğun hayatında vizyonunu genişletip farklı bakamamak, kendini eleştirememek, kendini bilememektir...

Filmde öyle çok eksik karakter varken -ki oyunculuklarla tam anlatılmış eksiklikler- onur'un sesinin çıkmıyor oluşu batmıyor bize o öyle güzel bakarken sevdiği kadının gözünün içine...

Türk filmlerinde çok sık rastlanılan bir sıkıntı vardır ki pekçok konu anlatmaya çalışmak ve sonucunda asıl konuyu es geçmek ya da boğmak seyirciyi, bu filmde de pek çok yan konu çıkıyor karşımıza ama hepsi filmin naifliğinde bağırmadan anlatıyor derdini. Çok kısa bir sürede olsa o çileli çağrı merkezi iş ortamını görmüş biri olarak sorunlara karşı örgütlenilmesi, diğer taraftan kürek takımı ve işitme engellilerin toplumsal ve pratik hayattaki sorunları çok güzel parantezlerle verilmiş. Türk filmlerinin olmazsa olmazı mantık hatalarıda vardı ama genel anlatımın güzelliğinin yanında çok takılı kalmadık o hatalarda.

Film bittiğinde yutkunuyoruz; en büyük eksiklik yürekte olandır o tamamlanamaz ama diğer eksiklikler sevgiyle tamamlanabilir diye hissediyoruz ve soruyoruz o soruyu eğer içimiz soğuk değilse vicdanımıza değil mantığımıza kalbimize soruyoruz umarım içi buz tutanlarda vicdanına soracaktır...

Aynı dili konuştuğumuzu sanıp anlaşmayı başaramadığım sevdanın acısını tatmış biri olarak benim cevabım belli ve bir kez daha anlattı bu film bana 'eğer birini istiyorsan hayatında onunla yürümek istiyorsan bahane yoktur, kalbindeki sevgi tam olduğunda tüm eksiklikler tamamlanır'.tabii Arago'nun mısraları da bir gerçek "...sana büyük bir sır söyleyeceğim kapat kapıları / ölmek daha kolaydır sevmekten / bundandır işte benim yaşamaya katlanmam sevgilim..."

Filmden çıktığımızda buz kesmişti hava ama içimizde esiyordu bu sefer lodos, mor ve ötesi çalıyordu zihnimizde...

Kafka'nın Mirası ve Sırları / Fulya Canşen



Mirasçıları temyize giderse Kafka’nın mirasının bir bölümü kilit altında kalmaya devam edecek. Max Brod’un defalarca kurtardığı mirasla ilgili tartışmaların, Yahudi ve Alman karşıtı zemine taşınması dikkat çekici. Dava sürdükçe Kafka ile ilgili bazı sırlar da gizli kalmaya devam ediyor.
Franz Kafka’nın defalarca kurtarılan mirası tam anlamıyla macera dolu bir yolculuk. Aslında Kafka dostu ve meslektaşı Max Brod‘a, ölümünden sonra ardında bıraktığı dokümanların hiç okunmadan yakılmasını vasiyet etmişti. Brod, Kafka’nın bu dileğini yerine getirmeyi reddetmekle kalmadı yazarın ölümünden sonra kalan en küçük notu bile sakladı ve hatta hepsini tek elde toplamak için bir kampanya başlattı. Brod bu kararını kamuoyuna duyururken aslında dostu Kafka’nın da bunu istediğinden emin olduğunu ifade etti.

Kafka’nın odasında babasına yazdığı mektuplarla, günlüklerinin bir bölümünü, geç dönemde yazdığı hikayeleri ve 'Dönüşüm' adlı kitabının orijinalini bulan Brod, aile fertlerine ve dostlarına başvurarak, onların elinde olanları da kendisine göndermelerini istedi. Çünkü Kafka yaşadığı dönemde yazdıklarının önemli bir kısmını armağan etmişti.

Bir kısmı öldükten sonra tekrar yayınlandı

Kafka'nın Max Brod’a hediye ettiklerinin arasında bazı mektuplarının ve karalamalarının yanı sıra, 'Taşrada Düğün Hazırlıkları', 'Dava', 'Şato' adlı romanlarının taslakları bulunuyordu. Kafka sevgilisi Milena Jesenská’ya yazdığı mektuplarıyla birlikte, günlüklerinin büyük bir kısmını ve 'Amerika' adlı romanının müsveddesini hediye etmişti. Hayat arkadaşı, Dora Diamant’a düşen ise bir Taslak kitabı ve 'İnşaat' gibi anlatılarının bir bölümü oldu. Kafka yakın arkadaşı Robert Klopstock’a mektuplarının bazılarını, çizimlerini 'Josefine' romanının taslağını, kız kardeşi ile annesi ve nişanlısı Felice Bauer’a da mektuplarını bırakmıştı.


Bütün bunları bir araya getirmek isteyen Brod’un hedefi Kafka’nın eserlerini tekrar gözden geçirmek ve yeniden yayınlamaktı ki, 1925’ten 1927’ye kadar üç romanını Alman Die Schiemide Yayınevi, 1935-37 yılları arasında da hikayeleri ve günlüklerini Berlinli Yahudi bir koleksiyoncu olan Salman Schocken bastı.

Kafka’nın mirası İstanbul’dan geçti

Böylece Max Brod Kafka’nın mirasının önemli bir kısmını güvence altına almış oldu. Brod, Kafka’nın roman müsveddeleriyle mektuplarını ikinci kez, bu sefer Çekoslovakya’yı işgal eden Nazilerin elinden kurtarmak zorunda kaldı. Kafka’nın mirasını önce Amerika’ya götürmeye çalışan ama başaramayan Brod, 1939 yılında Prag’dan yola çıkarak, Balkan ülkeleri ve İstanbul üzerinden Filistin’e ulaştı. Brod, ''Kafka’nın bütün mirası bende'' dedi ama ailesine, özellikle babasına yazdığı mektuplar ve 'Dönüşüm' romanının taslağı Prag’da kalmıştı, dolayısıyla kurtulamadı. Brod, elindeki kanunen Kafka’nın mirası olarak tanınan eserlerin büyük bir kısmını Berlin’den Kudüs’e göçen koleksiyoncu Schocken’ın kütüphanesine, kendine ait olan kısmını da Tel Aviv’de bir kasaya yerleştirdi.

Son kavga Brod’un elinde kalanlarla ilgili
Kafka mirasının macera dolu yolculuğu Kudüs’te de sona ermedi. 1956 yılında İsrail’de Süveyş krizi çıkmıştı ve Brod ile Schocken Kafka’nın mirasını Schocken’ın İsviçre’deki bankasında güvence altına aldılar. Ancak ünlü yazarın mirası orada da çok uzun kalmadı. Kafka’nın yeğeni Marianne Steiner, 1961’de mirasın büyük bir kısmını geri almak isteyince Schocken, kamuoyuna mal olabilsin diye elindekileri Oxford Üniversitesi’nin kütüphanesine yolladı. Mirasın Max Brod’a ait olan kısmı ise Zürih’de kaldı. Son üç yıldır süren ve dünya kamuoyunu meşgul eden hukuk kavgası da işte Brod'un 1945 yılında özel sekreteri ve kız arkadaşı Ester Hoffe’ye bıraktığı mirasla ve Kafka’nın bu mirasa dahil olan belgeleriyle ilgili.

3,5 Milyon Marklık açık arttırma
Brod’un 1968 yılında ölümünden sonra kız arkadaşı Hoffe, Brod’un dolayısıyla Kafka’nın mirasını açık arttırmayla 3,5 Milyon Marka Almanya’daki Marbach Edebiyat Arşivi’ne satmaya kalkınca işler sarpa sardı. Çünkü sadece Kafka’nın Brod’a bıraktığı mirası değil, Brod’un 1901 yılından bu yana tuttuğu günlüklerinin de ünlü yazarın kişiliği ve sanatıyla ilgili bilinmeyenleri içerdiği tahmin ediliyor. Özellikle Dora Diamant’ın Brod’a Kafka hakkında yazdıkları merak ediliyor.

Yirmiye yakın küçük not defterinden ibaret olduğu sanılan bu mektuplara Berlin’de, 1936 yılında Gestapo el koymuştu. Brod’un söz konusu mirası içerisinde bulunan Kafka ile ilgili yazışmaları, iki dostun İsviçre ve İtalya gezilerine ilişkin notları ve birlikte yazdıkları 'Milyonlarca Plan' ve 'İsviçre’de ucuz seyahat' adlı gezi rehberi de edebiyat ve bilim dünyasının ilgisini çekiyor.

Mirasçılar temyize gidecek
En önemli sorun Max Brod’un bıraktığı vasiyetin yoruma açık olması. Brod vasiyetinde mirasını kız arkadaşı Ilse Ester Hoffe’ye bıraktığını, ancak ulusal ve kültürel bir değere sahip olanlardan devlet kuruluşlarının da yararlanabileceğini yazmıştı. İsrail Milli Kütüphanesi de buna dayanarak mahkemeye başvurdu ve kazandı. Hoffe temyize gitti, 2007’de ölünce, hukuk mücadelesini kızı devraldı. Son olarak Ramat Gan Aile Mahkemesi, yine Brod’un mirasının Milli Kütüphaneye kalmasına karar verdi. Bu kararla mahkeme sadece Kafka’nın mirasını Milli Kütüphaneye bırakmakla kalmadı, Hoffe’nin kızlarının bu eserleri Almanya’daki Marbach Edebiyat Arşivi’ne satmasını da engellemiş oldu. Ancak Eva Hoffe’nin avukatı kararı yeniden temyize götürmekte kararlı görünüyor. Öte yandan karar uygulanırsa Marbach Arşivi’de zararının tazmin edilmesini istiyor. Bu durumda açılan yeni dava ve Kafka’nın mirasının önemli bir kısmının kamuya mal olması yıllar sürebilir.

Yahudi ve Alman karşıtlığı ile tartışma
Kafka’nın mirasına yönelik bu dava kadar davanın hukukçular edebiyatçılar, gazeteciler, kütüphaneciler ve akademisyenler arasında başlattığı uluslararası tartışmanın niteliği de ilginç. Zaman zaman Yahudi karşıtı, zaman zaman da Alman karşıtı seslerin yükseldiği bu tartışmada kimine göre, Kafka’ya ait belgeler dünya mirasıyken, kimine göre Alman edebiyatının ayrılmaz bir parçası, kimine göre de Yahudilerin tarihini belgeliyor. İsrailliler sık sık 1924 yılında ölen Kafka’nın Yahudi olduğu için Naziler tarafından tehdit edildiğini öne sürüyorlar. Kafka’nın üç kardeşinin de toplama kampında öldüğü, eserlerinin 1933 yılında yakıldığı, müsveddelerinin ise 1939 yılında Max Brod tarafından Nazilerden kaçırıldığı biliniyor. Bu nedenleri gerekçe göstererek çok sayıda İsrailli edebiyat bilimcisi 2010 yılında “Max Brod’un arşivinin İsrail’de kalmasını istiyoruz” başlıklı bir imza kampanyası bile başlattı. İsrail Milli Kütüphanesi Müdürü, Kafka’nın İsrail’e göç etmek için İbranice öğrendiğini defalarca ifade etti.

İsrailliler belgeselle propaganda yapıyor
Hatta İsrailli yönetmen Sagi Bornstein, mahkemeyle ilgili “Kafka: Son Dava” adında bir belgesel film bile çekti. Geçen yılın Mayıs ayında Tel Aviv Film Festivali’nde gösterilen film, Ekim ayında Alman Fransız kültür televizyonu ARTE’de de yayınlandı. Farklı kişilerle yapılan röportajların yer almasına rağmen film, Kafka’nın mirasının, bu mirası Almanya’ya satarak milyonlar elde etmek isteyen Hoffe ailesi tarafından rehin alındığı mesajı veriyor. Filmde Kafka’nın Nazilerden nasıl kurtulduğu anlatıldığı gibi Hitler’in propaganda bakanı Göbbels’in 1933 yılında kitaplar yakılırken yaptığı konuşma da canlandırılıyor ve Kafka’nın İbranice öğrenirken kullandığı not defteri yazarın aslında siyonist olduğunun kanıtı olarak gösteriliyor.

Adsız Uykum / Kübra Mutlu




Gözlerimi kapattım.
Eskiden güzeldik ya çocuktuk küçüktü acılar büyüktü sevgiler artık melek değilim... Biz büyüdük ve kirlendi dünya... Geçmişime bir göz attım, bana hep acı var gibi geliyordu, çünkü acıyla besleniyordu hücrelerim ama gördüm ki ara sayfalarında öyle güzel resimler varmış ki birden uykudan uyandım daha çok şey olacak, yaşayacağız ama ne diye duruyordum ki durmamalıydım koşmalıydım. Var gücümle koşmalı, duvarlarımı yıkmalıydım koşuyor koşuyor koşuyordum. Birden ayaklarımın mecali vücudumun takatinin kalmadığını hissettim; ama zihnim? O açıktı. O, koşmak istiyordu bir koşuyor iki duruyordum daha hızlı olmalıydım başarmalıydım koştum tüm gücümle... Duvar yıkılmadı, ama umutlarım yıkılmıştı. Oturdum duvarın dibine biraz ağladım sonra duvarı arkama aldım ve yürüdüm yorulmuştum, koşmanın vermiş olduğu yorgunluk, içimdeki hazin son bağırmak haykırmak hıçkıra hıçkıra açılmak istiyordu boğazımda kalan düğümler...



Yorulmuştum...
Gözlerimi sımsıkı kapattım içimdeki acıyı bastırmak istercesine sıkıyordum dişlerimi, gözlerimi açtım eksik hissediyorum yapamamıştım kaybolmuştu isteklerim soluklarımda. Boğuluyordum... Yatağıma uzandım hülyalardaydım yine!
Günlerden bir gün diye başlayan bir yazı beni aldı, tuttu elimden. Görüyordum dudaklarımın kahkahalar attığını gözlerimde yanan ateş böceklerini… Hatırlıyorum o anı. Dağın tepesindeydim; yüksekten seyrediyordum, önümde bir pınar, arkamda geniş ova etrafımda elimde o çok sevdiğim bez bebeğim pınarın yanı birden gözüme çok çirkin görünmüştü çimenler yosunlar kenarında birikmiş tortular kollarımı uçak gibi açıp pınara doğru gözlerim kapalı yokuş aşağıya kendimi savurdum pınara vardım. Soğuktu suyu insanların kendilerine yarattıkları dünya gibi kana kana içtim sonra kafamı çimlere çevirdim benim o tepeden görmediğim bir şey varmış çimlerin arasındaki ufak papatyalar nasıl da güzel duruyorlardı
Bebeğim yok!
Ağlıyordum, yine ağlıyordum...
Döndüm tepeye oradan bakarsam rahat bulurum diye ama yoktu. Yoktu işte arkamda cılız bir ses bir oğlan sesi "şşşşştt kız bunu mu arıyorsun? " koşup bebeğimi oğlandan çalarmışçasına kapmam, koşmak koşmak daha hızlı koşmak… Bir an durdum sonra kahkaha atmaya başladım seviniyordum delirmişçesine, kocaman elmayı ağzıma tıkmışlar gibi... Sonra adsız uykumdan yeniden uyandım. Duruyordum boş boş etrafımı izliyordum ağlamaklı bir ben gözlerim yanıyordu bir damla süzüldü gözümden sonra o pınarın suyuyla öylesine zıt bir tat içimde ağlayan bir çocuk gözlerimi kapattım koşmaya başladım duvara var gücümle koştum koştumm koştummm dua ediyordum af diliyordum benliğimden koştuum gözlerimi sımsıkı kapattım.
Yıkmıştım! Duvarımı yıkılmıştı.
Ağlıyordum kaybolmuş bebeğimi bulduğumda ki sevincim vardı ağlıyordum daha çok ağlıyordum
adsız uykum...

Yaşar Kemal: Herkes Kendi Çukurova'sını Yazar


Büyük usta Yaşar Kemal’in ‘Bir Ada Hikayesi’ dörtlemesinin sonuncu kitabı ‘Çıplak Deniz Çıplak Ada’ 5 Ekim’de çıkıyor. Yaşar Kemal, yazımı 8 yıl süren Çıplak Deniz Çıplak Ada için: “Bu dörtlü belki de roman gibi roman değildir, acılarımı, üzüntülerimi, öfkemi, sevinçlerimi, sevgimi döktüğüm belki başka bir anlatım çeşididir” diyor.

Sağlık durumu nedeniyle röportaj kabul etmeyen yazar, Yapı Kredi Yayınları'na genel bir röportaj verdi.

Sizi yazmaya iten neydi? Ne zaman ve nasıl yazmaya karar verdiniz?
Ben edebiyata çocukken başladım. Çocukluğumda bizim köye çok aşıklar, destancılar gelirdi. Onlara çok meraklıydım. Köye her destancı geldiğinde ben onun yanındaydım, sonra onlar gibi şiir söylemeye başladım. Köyün kayalık dağına çıkar dağ üstüne, çiçekler üstüne türküler söylerdim kendi kendime. Epopenin kırıntıları bile olsa hala yaşadığı böyle bir dünyada büyüdüm. Eğer modern edebiyatla karşılaşmasaydım - ki karşılaşmam tesadüftür - bir destancı olurdum. On altı ya da on yedi yaşlarımda folklor derlemelerine başladım. Bir de tekerlemeler, destanlar, masallar derledim.
Okulu bırakınca Ramazanoğlu Kütüphanesinde çalışmaya başladım, habire okudum. Biz Cumhuriyet sanatçıları Tercüme Bürosunun çevirdiği dünya klasikleriyle yetiştik. Tercüme Bürosundan gelen kitapları okuyordum, klasikleri, dünya romanlarını, tarih kitaplarını okuyordum.
Benim ustalarım, benim toprağımın sözlü edebiyatıdır. Stendhal, Tolstoy, Gogol, Dickens de benim kaynaklarımdır. Bir romancı Faulkner’i, Kafka’yı, klasikleri, hem Batı hem de Doğu ustalarını özümsemeden nasıl roman yazabilir?
Bana hep sordular, sen romanı niçin yazıyorsun? Bilemem dedim, bilsem de söyleyemem. Bir tek şey biliyorsam o da yaşamım boyunca bir tek düşüm olduğu, bundan sonra biraz daha, biraz daha güzel yazabilmek.

Okuduğunuz ilk roman neydi?
İlk okuduğum roman Alphonse Daudet’nin Le Pe¬tit Chose idi. Daudet'nin torununun Ceyhan'da bir çiftliği bir de küçük fabrikası vardı. Kitabı da Amasya'da bir öğretmen çevirmişti. Ondan sonra da Kerem ile Aslı’yı okudum. Beni ilk etkileyen kitap Don Kişot oldu. Onu okuduğum¬da on yedi yaşındaydım. Daha önce Don Kişot’tan parçaları bi¬zim ilkokul kitabında okumuştum ama, işte öyle, pek ciddi¬ye almamıştım. Don Kişot’u okuyunca yeni bir dünya buldum. Günlerce etkisinde kaldım. Cervantes bütün insanlığımı, yü¬reğimde sakladığım birçok gizi açıklamıştı. Bir karanlığa gö¬mülmüş, sonra da içimde bir yücelme olmuştu.

Bir Ada Hikayesi'ni yazma fikri ilk ne zaman ve nasıl oluştu?
Bizim köyümüzde okul yoktu. İlkokulu okumak için Kadirli'de bir akrabamızın evine gittim. Bir süre orada kaldım. Ama o evde kalmak istemediğim için okula kendi köyümden yürüyerek gidip gelmeye başladım. Yürürken hep bir köyden geçiyordum. Bu köyle ilgili bazı şeyler duymuştum. Bu bölgeye yabancı insanlar gelmiş, yerleşmişler. Sıtmadan ölmüşler, etraftan çeşitli kötülükler görmüşler. İlkokulun sonuna kadar o köyden hep geçtim. Hep hikayelerini duydum, dinledim. Biraz büyüdüm, ilkokulu bitirdim. Köyün önünden tekrar geçtim. Büyük bir baca gördüm. O bacayı Ceyhan ırmağından topladıkları taşlarla yapmışlar. Kalın yüksek bir baca...
Ortaokula geldiğim zaman Hemite köyünde babamın akrabalarından annemin de arkadaşı bir kadın bana o köyde ne olduğunu anlattı. Birlikte ormanın içine gezmeye gittik. "Bak oğlum" dedi ve devam etti: “Burada göçebeler, mübadiller vardı. Bunlar Yunanistan'dan gelen Türkler’di. Böyle üç köy vardı Anavarza’nın yanında. Çok güzel köyler."
Bu köyü, hikayesini öğrendim. O köye yerleştiklerinde çok güzel evler yapmışlar, köyü güzelleştirmişler. Etraftaki köylüler bu insanlara zulüm yapmışlar. Bu insanlar "Bir gün gideceğiz" deyip gitmişler. 15, 16 yaşıma geldiğimde bu insanların nereye gittiklerini bulmaya çalıştım. Bulamadım. Bulamadığıma çok üzüldüm.

'EH BİR DE RESİM YAPMASINI BİLİRDİ'
Abidin Dino’ya bu Çukurova'daki köyün, mübadillerin hikayesini anlattım. "Ne duruyorsun, en güzel konu bu. Bunu şimdiye kadar hiç kimse doğru dürüst yazmadı. Doğru dürüst diyorum ama belki de kimse yazmadı" dedi. Abidin Bey Yunanca bilirdi, İngilizce, Fransızca, Rusça bilirdi. Eh bir de resim yapmasını bilirdi.
Ben Bir Ada Hikayesi romanlarımda mübadeleyi yazdım. Benim için mübadele sadece bu romanlarda anlattığım mübadele demek değil. Benim ailem de mübadele yaşamış. Ruslar Van'a geldiği zaman bizimkiler sürgün olmuşlar. Bütün Anadolu'da gezmişler, Çukurova'da bu köye yerleşmişler. Bu mübadele hikayesini bu hırsla yazdım.

Çıplak Deniz Çıplak Ada’nın editörlerinden Güven Turan “Dörtleme hem bir Yaşar Kemal klasiğidir hem de diliyle, yarattığı kişilerle, yarattığı doğayla Yaşar Kemal’in romancılığında önemli bir yeniliği işaret eder. Yaşar Kemal, mitos yaratıcısıdır… Ağıtların diliyle, kendi özgün dilini (hiçbir yazara benzemez ve asla taklit edilemez) harmanlamış, çeviride bile yitmeyen anlatısını kurmuştur” diyor. Bunun için ne söylemek istersiniz?
Son romanım dört kitaplık “Bir Ada Hikayesi”, kendi dilini de kendisi getirdi, yazdığım dört kitapta bana yazmaktan başka bir şey kalmadı diyemeyeceğim. Bir roman yaratılırken dil önemli de, dilden bile önemli başka ögeler de vardır, romandaki tiplerin özsel durumları, içinde bulundukları durumlara karşı tutumları. Bir romancı hangi olayı yazmışsa, yazmak kimi romancılar için bir mutluluktur, o konu, oradaki insanların tutumları, durumları, onu yürekten kavramıştır.
Yunanistan’dan gelenlerin başlarından geçenleri, savaşlardan dolayı yurtlarından olanları, Balkan, Doğu Anadolu, Karadeniz göçmenlerinin derin acılarını yaşadım. Bir romancının romanlarında o romancının hangi sebeplerden yazdığı belli olur. Bu roman benim çocukluğumdan bu yana gelen maceramdır. İnsanın toprağından ayrılmasının ne menem bir bela olduğunu hep canevimde duydum, onun ağıtları, destanlarıyla büyüdüm, “haribé vay haribé!” Bu roman da Dağın Öte Yüzü üçlüsü gibi yaşamım ve tanıklığımdır.

Dört cildin tamamının yazımı ne kadar sürdü?
1996 yılında Bir Ada Hikayesi'nin ilk kitabını yazmaya başladım. Çıplak Deniz Çıplak Ada’nın yazımı 8 yıl sürdü. Bugüne kadar hiçbir romanımı 8 yılda yazmadım. Yazmaya başladığımda hastalandım ancak ne olursa olsun bitireceğim dedim.

Bir Ada Hikayesi kaç dilde ve hangi ülkelerde yayımlandı?
Bir Ada Hikayesi kitapları Almanya, Fransa, Yunanistan ve İtalya'da yayımlandı. İran ve benim bilmediğim başka ülkelerde de kitaplarım çevrilip yayımlanıyor. Telif yasası olmadığı için izin almadıkları gibi, bir kopya dahi yollamıyorlar. Ancak bir arkadaşım bana gönderirse haberim oluyor.

Bir Ada Hikayesi'nin her bir cildini, diğer romanları yazarken yaptığınızı söylediğiniz gibi, önce kafanızda mı yazdınız?
Bütün kitaplarımı yazmadan senelerce önce düşünürüm. Çocukluğumda düşündüğüm bir mesele var, bugünlerde yine onu düşünüyorum - orman sorunu... Aklımda başka konular da var. Onlardan biri iki kadınla ilgili. Osmanlı zamanında kahramanca çalışmış bu kadınlar.
Romanlarınızda genellikle hep bir toplumsal değişim sürecinden bahsediyorsunuz. Eskiye göre artık her şey çok daha çabuk kabuk değiştiriyor, başkalaşıyor. Bu durum sizi rahatsız ediyor mu?
Hep değişimler yazmadım mı? Demirciler Çarşısı Cinayeti, Yusufcuk Yusuf, Binboğalar Efsanesi, “en çok bu romanı yazdığımdan mutluyum” ya ilk romanım olan Höyükteki Nar Ağacı, Al Gözüm Seyreyle Salih, şimdi de Bir Ada Hikayesi… Daha sayabilirim. Bundan sonra da elbette değişim romanları yazacağım. Değişim, bugünkü bilgilerimize göre insanın, dünyanın, evrenin bir gerçeği değil mi?
Çağımızda dünya her yönüyle kabuk değiştiriyor. Değerler alt üst olmuş. İnsanı insan yapan bir çok değer yok oluyor. Ben çoğu kez yılanın kabuk değiştirmesini örnek veririm çünkü yılanın kabuğundan sıyrılması inanılmayacak kadar zor bir iştir, yürek paralar. Yılan kabuğunu değiştirirken yerine başka bir kabuk gelir, eskisini atıp gider yaşamını sürdürür. Ölen değerlerin yerine ise o çapta bir değer gelmiyor. İnsan bu değişimin acısını yürekten duymaz olur mu? Bugünkü dünya düzeni dünyamızı bitirebilir. Doğa kırımı, savaş kırımlarıyla başa baş gidiyor. Savaş ve doğa kırımı sürdüğü sürece insanlığın sonu gittikçe yaklaşıyor korkarım.

Romanlarınızın genel konusu Çukurova'yken, bu romanda mübadeleye nasıl geçtiniz? Karşılıklı olarak yerlerinden edilmiş insanların mutsuzluğu ve tedirginliğinin bir romancı olmanın dışında, sizin hayatınızla da paralelliği var mı?
Amerika'da katıldığım bir konferansta dinleyiciler arasından büyük bir yazar "Neden hep Çukurova'yı yazıyorsun?" dedi. "Ben sadece Çukurova'yı yazmıyorum ki" dedim. Durdum bekledim. "Neyi yazıyorsun başka?" dedi. "Hayır, Çukurova'yı yalnız ben yazmıyorum. Tolstoy yazıyor, Dostoyevski yazıyor." Çukurova'sını yazmayan hiçbir yazar büyük romancı olamaz. Hatta ben yazarım diyorsa da, yazar değildir. Ben Çukurova'yı herkes kadar yazdım. Stendhal da kendi Çukurova'sını yazmıştır. Yukarıda da anlattığım gibi benim ailem de bir mübadele yaşadı. Benim de yaşadığım bir mübadelem var. Benim anlattığım Çukurova'da mübadele de var.

Genellikle romanlarınızı insanları umuda sürükleyecek bir sonuçla bitiriyorsunuz. Bir Ada Hikayesi dörtlüsü de böyle mi bitiyor?
Bir yazarın sorunu yalnızca umut vermek değildir. İnsanların yaşadığı derin ve birbirinden farklı sorunlar vardır. Onun için bir yazar insanların macerasını çok iyi bilmelidir. Ancak insanların macerasını çok iyi bilen bir yazar iyi bir yazardır. Bu romanın bitişi yazara ait bir bitirmedir. Yazar böyle bitirmek istemiştir. İnsan çok zengindir, başka bir yazar başka türlü bitirecektir.




Ateşe Atılmış Bir Çiçek, Behçet Çelik




Ateşe Atılmış Bir Çiçek yirmi beş yıllık bir birikimin sonucu. Edebiyatımızın başucu yazarlarıyla ilgili ciddi yazılar var kitapta. Sabahattin Ali, Memduh Şevket Esendal, Sait Faik, Vüs'at O. Bener, Tomris Uyar, Selim İleri, Suat Derviş. Unutulmuş yazarlar da var, F. Celaleddin gibi. Kendisini saklasa da unutulmaması gereken. Hani unutulmaya yüz tutan Kenan Hulusi, Osman Cemal Kaygılı, İlhan Tarus, Ayhan Bozfırat, Selçuk Baran. Bir de öykücü yanını pek bilmediğimiz oysa yüzden fazla öyküye imza atan Nâzım Hikmet var Ateşe Atılmış Bir Çiçek'te. Ustalık yolunda hızla ilerleyen genç kuşak bir yazardan ustalara saygı duruşu...

"Bir şeyler öğrenmek için kaleme aldığım yazıları başkalarıyla paylaşmamın nedeni de hep bu oldu: Belki bu sayede birkaç kişinin daha bu yazarları tanımasına, okumasına vesile olurum; bu yazarların yarattıkları dünyaların kapıları başkalarına biraz olsun açılır. Belki bu yazılarda benim söylemeye çalıştıklarıma katılıp ileri götürürler ya da baştan sona çatışırlar savunduklarımla; ama ortak bir dünyada, edebiyatın insanı kelimelerle içine çekerek değiştirip dönüştürdüğü dünyada, o dünyanın yerleşikleri, yurttaşları olarak birbirimizi yüz yüze tanımadan birlikte bir iş görürüz - bu usta yazarların edebiyat aracılığıyla ifade ettikleri sözleri çoğaltırız."

http://behcetcelik.com/atese-atilmis-bir-cicek.aspx 

Edebiyat Mutluluktur, Zülfü Livaneli




Zülfü Livaneli ebedi ve edebi metinler arasında dolaşıyor
Evrensel müzisyen kimliği bir yana, sanat hayatına edebiyatçı olarak başlamış, öykü, roman ve denemeleriyle de bütün dünyada kendine okur bulmuş usta kalem Livaneli’den ufuk açıcı denemeler.
Zülfü Livaneli’nin Vatan gazetesinde “Edebiyat Notları” üstbaşlığıyla çıkan yazılarından yapılmış bir seçmeyi temel alan Edebiyat Mutluluktur, okurunu edebiyatın zengin dünyasında büyük bir yolculuğa çıkarıyor. Romanlar, yazarlar, edebi tartışmalar, dil sorunları, yazmanın etrafında dolaşan birçok konu yer buluyor kitapta. Tolstoy da görünüyor satır aralarında, Eco da, Cervantes de… Yazılarda Don Kişot’tan edebiyatta burjuvaziye, depremin edebiyata yansımasından “öz Türkçe” ve “Güneş-Dil Teorisi”ne, sinemada edebiyat uyarlamalarından film müziklerine, Nobel’den @ işaretine kadar, edebiyatın alanına giren her konu hakkında yazarın fikirlerini bulmak mümkün. Edebiyatseverler, genç yazar adayları, kısaca hayatında kitaba yer ayıran herkes için müthiş bir okuma zevki. Kitapta ayrıca Zülfü Livaneli’nin “Benim Gözümden Yaşar Kemal” ve “Edebiyat Üzerine” başlıklı iki de konuşması yer alıyor.

Kitaptan:
Bir arkadaşım vardı. Atonal piyano çaldığını öne sürer, tuşlara gelişigüzel basardı. Bir akor basmasını, bir melodi çalmasını isteseniz, bunu başarabileceği şüpheliydi. Ama o, büyük bir özgüvenle, bunun da “kendi ifadesi” olduğunu söylüyordu.
Sanatta böyle şey olmaz. İnsan her türlü yaratıcı yeniliğe, hatta delilik sayılacak yapıtlara imza atabilir ama bunun için klasik dönemlerden geçmiş olması gerekir.
Picasso, kendi tarzını yaratma hakkını, o muazzam klasik dönemlerinden sonra kazandı. Bundan ötesi, doğru dürüst köpek resmi çizmeyi beceremeyen kişinin, üzerine boyalar sürdüğü bir tuvali “modern resim” diye yutturmaya çalışmasına benzer ki, maalesef böyleleri de pek eksik değil.
Bu biraz da aşırı örneği romana uygularsak ortaya şöyle bir kural çıkıyor: Önce yazar olma maharetini ispat et. Savaş ve Barış, Buddenbrooks, Ses ve Öfke gibi bir roman yazabileceğini, o mimariyi, roman mühendisliğini, karakter yaratma ve okutma becerisini kanıtla; sonra roman sanatına yenilik getirmek için istediğin denemeyi yap.
Unutmayalım ki James Joyce, Ulysses’i yazdığı sırada, Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi’ni yazmış, Stephen Dedalus karakterini yaratmış, daha da önemlisi “Ölüler” gibi eserler vermiş büyük bir yazardı.
Farklı görünme çabası sıradanlığın göstergesi değil midir? Gerçekten farklı olan bir kişi, neden farklı olduğunu kanıtlamaya uğraşsın? O sadece anlatacaklarının özüne en uygun biçimi yaratmakla uğraşır.

“Bu yol beni susmaya çıkarsın…” / Erkan Oğur






Erkan Oğur müzik hayatındaki 31 yılı doldurdu. Sekiz yıl aradan sonra çıkardığı solo albümü “Dönmez Yol”da bu 31 yılın izlerini sürmek mümkün. Kendini daha fazla gösterdiği bir albüm bu. Diğerleri gibi, insanı kendi ve hayat üzerine düşündürüyor, ama onlardan daha duru, daha süssüz. Kısacası hep ulaşmayı umduğu “susmaya”, bitirdiği “Dönmez Yol”la daha yaklaşmış.

Elinde sazı; bir yandan onu tıngırdatıyor, bir yandan sorularımızı yanıtlıyor. Tıpkı altı yıl önceki gibi, yine “sesinden sazının arkasına saklanıyor” kendi deyişiyle. Şikayetimiz yok, bize özel bir konser gibi bu çünkü, hatta röportaja başlamadan ufak bir beste de yapıyor. “Bu bir ‘doğuş’, eğer dolanıma girer, başkaları tarafından da söylenir hale gelirse ‘deyiş’ olacak” diye anlatıyor tanıklık ettiğimiz süreci. Bunu daha sonra anlayacağız, şimdi konumuz sekiz yıl aradan sonra Kalan Müzik’ten çıkan ve çoktan “deyiş”e dönen solo albümü “Dönmez Yol”. Albüm, çeşitli amaçlarla kayıt altına alınmış ancak yayınlanmamış 19 parçadan oluşuyor. Diğer çalışmaları gibi insanı içsel bir yolculuğa çıkaran parçalar bunlar, ancak bu albümünde kendini daha çok bize gösteriyor Oğur.

Çocukluğundan kızına yazdığı parçaya, hayallerine kadar… Daha duru, süslemeden uzak bir albüm bu. Hem CD, hem de 180 gram plak olarak piyasaya çıktı. Sadece 1000 adetle sınırlı plaklar, isme özel olarak Erkan Oğur tarafından imzalanacak.

Şimdi biz susalım, çok sevmese de o konuşsun…

Sekiz yıl aradan sonra sonunda çıkardınız solo albüm…
Aslında bu süre boyunca, Telvin’le çalıştık, Kız Kardeşim Mommo’nun müziklerini yaptım, ama albüme dönüştürmedik. Bahar Alkaya ve Aysun Eldeniz’in “Dostu Bulunca” albümü için çalıştım. Belgesellere müzik yaptım. Ama evet, solo albüm yapmadım. Müziğin kaydedilence öldüğüne inanıyorum. Canlı çalınıp paylaşılmasını veya paylaşılmaya da bilir, ama bu halini tercih ediyorum. Tabi bu da müzik firmalarının hoşuna gitmiyor.

Dönmez Yol da Kalan Müzik’in ısrarlarıyla oldu anlaşılan...
Evet, bana kalsa albüm yapmazdım, ama Kalan, dağılmış müziklerimi bir araya toplayıp, korsan furyasının içinden çıkarıp derli toplu sunmak istedi. Eskiden dinleyici kişiyi isterdi, şimdi kaydını istiyor… Oysa bir müzik parçası bir kere dinlenir. Kayıttaki artık o değildir, benzerleri olur sadece…

Yine de insanlar benzerlerine de razı, buna müziği öldürmek değil de, dönüşüm olarak bakamaz mıyız?
Evet, belki olabilir, bu bir değişimdir, ama nasıl bir değişim, onu uzunca tartışmak gerekir…

Albüme geri dönersek, 19 parçayı neye göre seçtiniz?
Sevdiklerimi ya da arka arkaya geldiğinde insanlara şifa gibi gelebileceğini düşündüklerimi koydum.

Albümde Fikret Kızılok’a adadığınız bir parça da var; “Bir Sevda”…
O parçada sözler konusunda bana yardımcı olmuştu. Çok güzel söz yazar, yemek yapardı. Bir dönem arkadaşlığımız vardı. Erken aramızdan ayrıldı…
Daha önce konuştuğumuzda sesinizi sevmediğinizi, hatta belki deonun için gitarınızın arkasına saklandığınızı söylemiştiniz. Bu albümdesizi daha çok duyuyoruz. Barıştınız mı onunla?
Albümde enstrümanter ve sözel parçaları dengeledik. Sesim çocukken çok güzeldi, bazen sesimden duygulanır ağlardım, ancak ergenlik sonrası değişti. Toprağa çekildi. Sesimi, 40 yaşımdan sonra kullanmaya başladım. Kayıtta duyduğumda beni iğreti ederdi. Şimdilerde öyle değil, aslında sesimin hiç bir özelliği yok, ancak dediklerim ya da denmiş olan şeylerin tekrarı beni etkiliyor.

Albümde Elazığ çocukluk yıllarından bugüne kadarki hayatınızdan kesitler bulmak mümkün… Fikret Kızılok’aadadığınız “Bir Sevda” çocukken yaptığınız bestelerden biri; “Aşk Dansı” gerçekleştiremediğiniz senfonihayalinin ana teması; “Nevruziye” kızınız Gonca’nın doğum günü için yazdığınız bir beste… Kendinizi anlatmayıhiç sevmiyorsunuz, biliyorum. Ancak bu albüm daha fazla sizden bir şeyler taşıyor. Bu açılma halinin nedenine?
Önce şunu anlatayım; müziğe Elazığ’da çocukluk döneminde başladım ama üretimim 40′ımdan sonra oldu… Çocukken beste yapayım hevesiyle giriştiğim şeylerden biri var albümde, evet, ama 10-20 yıl sonra anladım ki beste diye bir şey yok, sadece esinlenmeler, hatırlamalar, taklitler var. Çünkü biz yaratmıyoruz, sadece hatırlıyoruz. Biz yaradılmışız ve her anımız bir mucize aslında. Açılma haline gelince; albümün adında gizli bu. Birazcık daha yolun şeklinin belirdiği, şuraya mı burayı mı diye tereddütün azaldığı bir dönemdeyim. Beden evini topluyorum ve o evi görsen şaşarsın.

Yol sizi nereye çıkarsın istiyorsunuz?
Albümde yazdığım yere; “Müzik kainat boyuncadır. İnsan nefsine hakim olamayıp ona yaklaşmaya heves eder. Ve insan varlığının müzik olduğunu anladığında, susar”. Ben insanın kendisinin müzik olduğuna inanıyorum. Kendimi ve bütün varlıkları enerji taşıyan varlıklar olarak görüyorum. Müzik de bir enerji biçimi, o halde bütün varlıklar müziktir, diye düşünüyorum. Her varlık ve yokluk müziğe dönüşebilir.

Daha önce konuştuğumuzda da gerçek anlamda müzisyen olsam, albümüm olmaması gerekiyor,demiştiniz… Bunu düşünerek müzik yapmak, yoran acıtan bir şey değil mi?
Evet, öyle. Nefse hakim olamamak… Belki zayıf bir insanım. Acaba mı diye hala tereddüt ediyorum. Neyzen Teyfik’in, Mevlana’nın Bektaşi’nin, Nesimi’nin, Fuzuli’nin dedikleri onların artık sustuğu anlamına geliyor benim için. Onların söyledikleri bütün zamanlarda geçerli. Artık hiçbir şey söylemeseler de o halleri bile bir şeyler anlatıyor.

Peki böyle bir yeteneğiniz varken, susarsanız. Bu yaptığınız sahip olduğunuzu kendinize saklamak olmayacakmı?
Bence değil, çünkü zaten herkes bir şeye sahip. Paylaşmak, bugünün anlayışıyla insanlara hoş geliyor. İnsanlar yalnız ya, ve bu yalnızlıkları giderek de büyüyor, o yüzden paylaşmayı keşfetmişler, kendilerini tedavi etmeye çalışıyorlar. Ancak bu bir yanılgı; insan hala yalnız, hep de yalnız olacak. Senle ben belki aynı şeyleri dinleriz, yemekleri severiz ama bunlar çok yüzeysel. Senle benim aramda bir hava boşluğu var, hep olacak.

Ekşisözlükte bir dinleyiciniz, “Ölürken kulağımda sesini ve müziğini duymak istediğim kişi”, diye yazmış sizinhakkınızda…
Ona selam olsun tabi de… Ben insanları depresyona sokmak istemiyorum. Ama çok neşeli bir müzik yapamıyorum. Düşünsel, hüzünlü, puslu bir havası olan ama aslında çok da net bir müzik benimki.

Neyin hüznü?
Perde kalktı, namus ya da namussuzluğumuz, bütün utancımız, hatamız, iyimiz-kötümüz hepsi ortada. Benim müzikle anlatmak istediğim, yalan söylemeyelim, dürüst olalım…

Sitenizdeki biyografiniz kısa ve net: 1954. Müziği sever…
İş adamı tarzındaki biyografilerden nefret ediyorum, o yüzden…

Sanatçısınız, seviliyorsunuz, ondan ya da bundan insanlar sizi merak ediyorlar. Kendinizi onlarla paylaşmakbir nevi göreviniz de değil mi?
Gerçekten merak eden buluyor zaten. Ancak tembel bir şekilde, ahkam keserek merak edenler için geçerli olabilir bu uzak duruş. Halkla çok temasım var. Benim kaynağım halk, bu ülkede yaşadıklarım. Anadolu’yu başından sonuna kadar dolanıp duruyorum. Yani insanlara ben gidiyorum aslında…



Erkan Oğur’un ağzından parçalarının anlatımı
Kınalı Ada: belgesel müziği

Cemalin Nurun: içten gelen

Aşk Dansı: senfoninin çekirdeği

Dersim: komşum

Hayal: hayal..

Dur Dağı: sarıkamış ağıtı

Eksiklik Kendi Özümde: dediği gibi

Gnossinne No.1: Erik Satie, film müziği

Haydar: en eski, en yeni müziğe örnek

Vardım baktım demir kapı sürgülü: Elazığ’ı özleme

Kadim: mucize

Peri suyu: ölümsüzlük

Mardin dağlarında: arkadaş

Nilüfer: film müziği

Yemen: ağıtları kadınlar yakar…


Esra Açıkgöz 
*BuYaka Dergisi’nin 13. sayısında yayınlanan söyleşi için Kültür Mafyası'na teşekkürler.