“Bu yol beni susmaya çıkarsın…” / Erkan Oğur






Erkan Oğur müzik hayatındaki 31 yılı doldurdu. Sekiz yıl aradan sonra çıkardığı solo albümü “Dönmez Yol”da bu 31 yılın izlerini sürmek mümkün. Kendini daha fazla gösterdiği bir albüm bu. Diğerleri gibi, insanı kendi ve hayat üzerine düşündürüyor, ama onlardan daha duru, daha süssüz. Kısacası hep ulaşmayı umduğu “susmaya”, bitirdiği “Dönmez Yol”la daha yaklaşmış.

Elinde sazı; bir yandan onu tıngırdatıyor, bir yandan sorularımızı yanıtlıyor. Tıpkı altı yıl önceki gibi, yine “sesinden sazının arkasına saklanıyor” kendi deyişiyle. Şikayetimiz yok, bize özel bir konser gibi bu çünkü, hatta röportaja başlamadan ufak bir beste de yapıyor. “Bu bir ‘doğuş’, eğer dolanıma girer, başkaları tarafından da söylenir hale gelirse ‘deyiş’ olacak” diye anlatıyor tanıklık ettiğimiz süreci. Bunu daha sonra anlayacağız, şimdi konumuz sekiz yıl aradan sonra Kalan Müzik’ten çıkan ve çoktan “deyiş”e dönen solo albümü “Dönmez Yol”. Albüm, çeşitli amaçlarla kayıt altına alınmış ancak yayınlanmamış 19 parçadan oluşuyor. Diğer çalışmaları gibi insanı içsel bir yolculuğa çıkaran parçalar bunlar, ancak bu albümünde kendini daha çok bize gösteriyor Oğur.

Çocukluğundan kızına yazdığı parçaya, hayallerine kadar… Daha duru, süslemeden uzak bir albüm bu. Hem CD, hem de 180 gram plak olarak piyasaya çıktı. Sadece 1000 adetle sınırlı plaklar, isme özel olarak Erkan Oğur tarafından imzalanacak.

Şimdi biz susalım, çok sevmese de o konuşsun…

Sekiz yıl aradan sonra sonunda çıkardınız solo albüm…
Aslında bu süre boyunca, Telvin’le çalıştık, Kız Kardeşim Mommo’nun müziklerini yaptım, ama albüme dönüştürmedik. Bahar Alkaya ve Aysun Eldeniz’in “Dostu Bulunca” albümü için çalıştım. Belgesellere müzik yaptım. Ama evet, solo albüm yapmadım. Müziğin kaydedilence öldüğüne inanıyorum. Canlı çalınıp paylaşılmasını veya paylaşılmaya da bilir, ama bu halini tercih ediyorum. Tabi bu da müzik firmalarının hoşuna gitmiyor.

Dönmez Yol da Kalan Müzik’in ısrarlarıyla oldu anlaşılan...
Evet, bana kalsa albüm yapmazdım, ama Kalan, dağılmış müziklerimi bir araya toplayıp, korsan furyasının içinden çıkarıp derli toplu sunmak istedi. Eskiden dinleyici kişiyi isterdi, şimdi kaydını istiyor… Oysa bir müzik parçası bir kere dinlenir. Kayıttaki artık o değildir, benzerleri olur sadece…

Yine de insanlar benzerlerine de razı, buna müziği öldürmek değil de, dönüşüm olarak bakamaz mıyız?
Evet, belki olabilir, bu bir değişimdir, ama nasıl bir değişim, onu uzunca tartışmak gerekir…

Albüme geri dönersek, 19 parçayı neye göre seçtiniz?
Sevdiklerimi ya da arka arkaya geldiğinde insanlara şifa gibi gelebileceğini düşündüklerimi koydum.

Albümde Fikret Kızılok’a adadığınız bir parça da var; “Bir Sevda”…
O parçada sözler konusunda bana yardımcı olmuştu. Çok güzel söz yazar, yemek yapardı. Bir dönem arkadaşlığımız vardı. Erken aramızdan ayrıldı…
Daha önce konuştuğumuzda sesinizi sevmediğinizi, hatta belki deonun için gitarınızın arkasına saklandığınızı söylemiştiniz. Bu albümdesizi daha çok duyuyoruz. Barıştınız mı onunla?
Albümde enstrümanter ve sözel parçaları dengeledik. Sesim çocukken çok güzeldi, bazen sesimden duygulanır ağlardım, ancak ergenlik sonrası değişti. Toprağa çekildi. Sesimi, 40 yaşımdan sonra kullanmaya başladım. Kayıtta duyduğumda beni iğreti ederdi. Şimdilerde öyle değil, aslında sesimin hiç bir özelliği yok, ancak dediklerim ya da denmiş olan şeylerin tekrarı beni etkiliyor.

Albümde Elazığ çocukluk yıllarından bugüne kadarki hayatınızdan kesitler bulmak mümkün… Fikret Kızılok’aadadığınız “Bir Sevda” çocukken yaptığınız bestelerden biri; “Aşk Dansı” gerçekleştiremediğiniz senfonihayalinin ana teması; “Nevruziye” kızınız Gonca’nın doğum günü için yazdığınız bir beste… Kendinizi anlatmayıhiç sevmiyorsunuz, biliyorum. Ancak bu albüm daha fazla sizden bir şeyler taşıyor. Bu açılma halinin nedenine?
Önce şunu anlatayım; müziğe Elazığ’da çocukluk döneminde başladım ama üretimim 40′ımdan sonra oldu… Çocukken beste yapayım hevesiyle giriştiğim şeylerden biri var albümde, evet, ama 10-20 yıl sonra anladım ki beste diye bir şey yok, sadece esinlenmeler, hatırlamalar, taklitler var. Çünkü biz yaratmıyoruz, sadece hatırlıyoruz. Biz yaradılmışız ve her anımız bir mucize aslında. Açılma haline gelince; albümün adında gizli bu. Birazcık daha yolun şeklinin belirdiği, şuraya mı burayı mı diye tereddütün azaldığı bir dönemdeyim. Beden evini topluyorum ve o evi görsen şaşarsın.

Yol sizi nereye çıkarsın istiyorsunuz?
Albümde yazdığım yere; “Müzik kainat boyuncadır. İnsan nefsine hakim olamayıp ona yaklaşmaya heves eder. Ve insan varlığının müzik olduğunu anladığında, susar”. Ben insanın kendisinin müzik olduğuna inanıyorum. Kendimi ve bütün varlıkları enerji taşıyan varlıklar olarak görüyorum. Müzik de bir enerji biçimi, o halde bütün varlıklar müziktir, diye düşünüyorum. Her varlık ve yokluk müziğe dönüşebilir.

Daha önce konuştuğumuzda da gerçek anlamda müzisyen olsam, albümüm olmaması gerekiyor,demiştiniz… Bunu düşünerek müzik yapmak, yoran acıtan bir şey değil mi?
Evet, öyle. Nefse hakim olamamak… Belki zayıf bir insanım. Acaba mı diye hala tereddüt ediyorum. Neyzen Teyfik’in, Mevlana’nın Bektaşi’nin, Nesimi’nin, Fuzuli’nin dedikleri onların artık sustuğu anlamına geliyor benim için. Onların söyledikleri bütün zamanlarda geçerli. Artık hiçbir şey söylemeseler de o halleri bile bir şeyler anlatıyor.

Peki böyle bir yeteneğiniz varken, susarsanız. Bu yaptığınız sahip olduğunuzu kendinize saklamak olmayacakmı?
Bence değil, çünkü zaten herkes bir şeye sahip. Paylaşmak, bugünün anlayışıyla insanlara hoş geliyor. İnsanlar yalnız ya, ve bu yalnızlıkları giderek de büyüyor, o yüzden paylaşmayı keşfetmişler, kendilerini tedavi etmeye çalışıyorlar. Ancak bu bir yanılgı; insan hala yalnız, hep de yalnız olacak. Senle ben belki aynı şeyleri dinleriz, yemekleri severiz ama bunlar çok yüzeysel. Senle benim aramda bir hava boşluğu var, hep olacak.

Ekşisözlükte bir dinleyiciniz, “Ölürken kulağımda sesini ve müziğini duymak istediğim kişi”, diye yazmış sizinhakkınızda…
Ona selam olsun tabi de… Ben insanları depresyona sokmak istemiyorum. Ama çok neşeli bir müzik yapamıyorum. Düşünsel, hüzünlü, puslu bir havası olan ama aslında çok da net bir müzik benimki.

Neyin hüznü?
Perde kalktı, namus ya da namussuzluğumuz, bütün utancımız, hatamız, iyimiz-kötümüz hepsi ortada. Benim müzikle anlatmak istediğim, yalan söylemeyelim, dürüst olalım…

Sitenizdeki biyografiniz kısa ve net: 1954. Müziği sever…
İş adamı tarzındaki biyografilerden nefret ediyorum, o yüzden…

Sanatçısınız, seviliyorsunuz, ondan ya da bundan insanlar sizi merak ediyorlar. Kendinizi onlarla paylaşmakbir nevi göreviniz de değil mi?
Gerçekten merak eden buluyor zaten. Ancak tembel bir şekilde, ahkam keserek merak edenler için geçerli olabilir bu uzak duruş. Halkla çok temasım var. Benim kaynağım halk, bu ülkede yaşadıklarım. Anadolu’yu başından sonuna kadar dolanıp duruyorum. Yani insanlara ben gidiyorum aslında…



Erkan Oğur’un ağzından parçalarının anlatımı
Kınalı Ada: belgesel müziği

Cemalin Nurun: içten gelen

Aşk Dansı: senfoninin çekirdeği

Dersim: komşum

Hayal: hayal..

Dur Dağı: sarıkamış ağıtı

Eksiklik Kendi Özümde: dediği gibi

Gnossinne No.1: Erik Satie, film müziği

Haydar: en eski, en yeni müziğe örnek

Vardım baktım demir kapı sürgülü: Elazığ’ı özleme

Kadim: mucize

Peri suyu: ölümsüzlük

Mardin dağlarında: arkadaş

Nilüfer: film müziği

Yemen: ağıtları kadınlar yakar…


Esra Açıkgöz 
*BuYaka Dergisi’nin 13. sayısında yayınlanan söyleşi için Kültür Mafyası'na teşekkürler.

Mirall / Taner Özbek

 Sevgili Mirall,

Mektubumu, vefasızlığımdan dem vuracağını bilerek yazıyorum. Sana anlatmak istediklerime, suçunu itiraf etmenin ağırlığından kurtularak başlamak istedim...

Bugün seninle her zaman yürüdüğümüz yoldan geçtim. İnsan hayatin ağırlığını sanırım sorumluluk almaya başlayınca hissediyor. Şimdi diyeceksin ki nerden çıktı bu! Dedimya bugün her zaman yürüdüğümüz yolda yürüdüm...

Lisedeydik, okul çıkışı ve hava hafif karanlık, öyle saatin geç olmasından falan değil, sıkıntılı bir gün sadece, hava kapalı. Cebimdeki paradan biraz tasarruf edebilmek için eve yürümeye karar vermiştim. Normalde pek tercih etmediğim bir yoldan gidiyorum, muhtemelen yolda birine takıldım, o yüzden yolu uzattım. O yol bir tek seninleyken kısa gelirdi zaten. Uzun zaman oldu, şimdi tam hatırlamıyorum! Meydandan sizin eve çıkan bir yer vardı hani, eski İSKİ binası ve ardından, emin olmamakla beraber, senin okuduğun ilkokul vardı o yolun, meydandan gidildiğinde, solunda kalan kısmında. O zamanlar okulun karşısında kırık dökük bir otobüs durağı vardı. Meydandaki duraktan hemen sonraki duraktır orası. Bütün bunları sen hatırlayasın diye yapıyorum ama şimdi içinden “ben orda yaşıyorum, tereciye tere mi satıyorsun?” dediğini duyar gibiyim...

İşte o durakta Orhan Pamuk'un o zamanlar çıkan kitabının afişi asılıydı, “Kar”, kitap Kars'ta geçiyordu. Reklam afişini hala hatırlarım, aynı zaman da kitabın kapağıdır da! Elleri siyah paltosunda, karlı bir havada, sokakta yürüyen adamın arkadan çekilmiş bir fotoğrafı... Kars'ın sokakları bir başkadır, zamanında Ruslar'ın egemenliğinde kaldığı için, bakan gözlere inceden Rus mimarisini yansıtır. Bu yüzden Kars sokakları alabildiğince geniş olur. O resimde sokak ile fotoğrafın inatlaşması vardır. Belki bu yüzden hala o resmi eksiksiz hatırlarım. Fotoğraf, sokağa meydan okur; sen alabildiğince geniş olsanda ben seni içime hapsederim diyor. Oysa sokak ihtişamından vazgeçmeye niyetli değildir. Sonsuza kadar sürecek bir inatlaşmanın anıdır işte o, gözümde canlanan.

Geçenlerde bir arkadaşıma uğramıştım, arada piizlendiğimiz, gecenin son demine kadar muhabbet çevirdiğimiz çok olmuştur. Muhabbetin başı belli olmasa da sonu hep aynıdır. Dünyanın bir ucunda, neden bu hayatı yaşadığımızı, bunca sorumluluğu neden taşımak zorunda olduğumuzu sorar, bende sürekli İnce Memed'e havale ederdim. İnce Memed bir kahramanlık destanı değildir, mecbur adamın hikayesidir; daha sıradan bir hayatın gayesindeyken, toplumun kahraman olmaya mecbur bıraktığı biridir derdim. Belki biz kahraman değiliz, kimse bize dayatmadı da. Lakin, kendi mecburiyetlerimize özgürlüğümüzü feda ettik bir kere, anlamı yok bu saatten sonra neden burda olduğumuzun. Kafa güzel olunca insan söylediğinin gramına bakmadan konuşuyor işte...

O gün öylesine uğramıştım arkadaşıma. Çalışma masasında Pamuk'un kitabını görünce, kitabı aldım ve işim olduğunu söyleyip gitmiştim. Garip hallerime alışık olduğu için sormadı. Neden bilmiyorum ama, hani bazen bir anda içine bir karanlık çöker ya da adını henüz keşfedilmemiş garip bir yalnızlık, an ki bütün heyacanını kaybedersin, her nerdeysen gitmek istersin ordan, ama kaçar gibi. Kitabı görünce işte tam da öyle olmuştu.

Aslında bugün niyetim sana, ne arkadaşımdan, ne de konuştuğumuz şeylerden bahsetmek. Otobüs durağından bahsetmek istiyorum, üzerinde kitap reklamının olduğu duraktan. O duraktan yıllar sonra bir daha geçtim, hatta yıkık dökük durakta bir süre bekledim de... Gelen otobüslerin hiç biri durmadı. Arkasında büyük bir arsa vardı, hala oraya betonerme yığını bir kaç bina yapmamış olmaları çok ilginçti. Artık afiş yoktu, durağı taşıyan kollar iyice çürümüş, belliki geleni gideni de yoktu, unutulmuştu. Belki bu yüzden kendimle bir bağ kurmuş olmalıyım. Kar'ı ne zaman okusam aklıma o durak geliyor, ya da tam tersi... Şimdi bana neden unutulmuş bir durağı hatırladığımı soruyorsun. Bilmiyorum! Belki aramızda duygusal bir bağ vardır, olamaz mı? İnsan cansız bir nesne ile duygusal bir bağ kuramaz mı? Bence bu mümkün. Bir şey canlı olsun ya da olmasın, zamana karşı direnemiyor ve bir süre sonra anılarımızda yerini alıyor. Artık tek bağımız geride kalan bölük pörçük hayaller oluyor. Yani hayalin kendisi; ne için ya da kim için hayal kurduğumuzdan daha önemli. Belki bu yüzendir ki, yıllar sonra buluşmayı heyecanla beklediğimiz eski dostlarımızın aslında başka insanlar olduğunu görünce hayal kırıklığına uğruyoruz. Bizi mutlu eden şey anılarımızda yaşattığımız şeyden çok, hala bir anımız olması ve hala hatırlayabiliyor olmamız değil mi?

İşe bu yüzdendir ki, bazen gülüp eğlendiğimiz, tüm zamanımızı geçirdiğimiz ve en güzel kelimeleri fütursuzca feda ettiğimiz insanlar bir otobüs durağı kadar yer etmiyor, hatırlayamıyoruz. İnsan yaşanan onca şeye rağmen, hayat boyu unutulmayacak küçücük anın bile olmadığını ancak yıllar sonra keşfediyor. Keşke diyorum bazen, insanlar o durak kadar iz bırakmış olsaydı. Mektuplarında bahsettiğin eski dostları hatırlamayışım bundandır. Bugün, hayalde olsa, her zaman yürüdüğümüz yolda yürüdüm, belki sende o otobüs durağının önünden geçerken beni hatırlarsın...

Sevgiler,
Kahve

Zayi / Damla Göl

Görür görmez insanı etkileyen kapağı ile Zayi, Sibel Oral’ın Beni Beklerken’den sonraki ikinci romanı. Çıkmaz bir sokağa, zayi olan hayatlara konuk oluyoruz Zayi’nin satırlarında. 180 sayfa boyunca, soluk almadan, “harp ve darp ülkesinde bir selvi”nin peşinde adaleti arıyoruz. Sibel Oral, Zayi’de görünürde bambaşka olan hayatları bir çıkmaz sokakta buluşturuyor. Bambaşka hayatlar, ortak acılarla, ortak isyanlarla kesişiyor. 

Herkesin kendi yarasından bir parça bulabileceği bir kitap bu. Net bir tarih yok kitapta, zaman yok. Biz yaramız neredeyse oraya düşüyoruz kitap ile beraber. Zaman aralığı açıkça yazmasa da, Türkiye’nin yaralarının en bol olduğu döneme gidiyoruz okudukça. Anlıyoruz ki 12 Eylül süreciyle gelişenler aslında hepimizde benzer yaralar bırakmış. Hepimiz varız bu kitabın içinde. Kimimiz ‘ötekileştirilmenin’ acısını yaşayan Lerna Hanım’ız, kimimiz kendi gölgesinden bile korkan Emine, kimimiz devrim düşünü çıkarıp duvara asan Rüstem’iz, kimimiz de kadın adam Sofie. Kimimizin yüreğine yanan kiliseden kaçan güvercinler konmuş, kimimizinkine ise sus kuşu. Susmuşuz. Ya seyirci kalmışız olanlara ya da yaşadıklarımızı unutmak için susmuşuz.

Vicdanlarımızın üstüne örttüğümüz örtüleri kaldırmayı hatırlatıyor Zayi, dönüp bakıyoruz geçmişe. Ne denli sustuğumuz ortada aslında. Kendi kendimizle, kendi yalnızlığımızla yaşıyoruz. Gerçeklerle yüzleşemedikçe de, tıpkı çıkmaz sokağın sakinleri gibi, kendimizden bile kaçar hale geliyoruz. Türkiye geçmişiyle hesaplaşamadıkça, kitaptaki karakterler de susuyor, kaçıyor. 1980’den sonra apolitik hale gelmiş toplum da susuyor, sustukça karanlık büyüyor, karanlık büyüdükçe adalet zayi olmaya devam ediyor. Adalet ya da diğer bir deyişle Selvi’nin Adalet annesi de böylece arayışımızın içindeki yerini alıyor.

Karakterlerin, özellikle de Selvi’nin suskunluğuna şaşırmamak gerek belki de. Her birinin kendi tarihine dönüp baktığımızda, onları bu denli parçalayanın ülke tarihi olduğunu görüyoruz. Lerna Hanım’ı delirten onu ‘gavur’ sayanlar, Rüstem’i küstüren içindeki ateşi söndürenler… Karakterler sadece Sibel Oral’ın kitabının kahramanları değil aslında, onlar kitabın arkasındaki notun söylediği gibi “bu ülkenin susturulmuş kahramanları”. Çıkmaz bir sokağa kendilerini kapatmışlar. Faili meçhuller, gözaltında öldürülenler, kayıplar, zaman aşımından düşen davalar… Yakamızı bırakmayacak geçmişimiz, Zayi’de de kendini hatırlatıyor bize.

Zayi’de peşimizi bırakmayan iki şey daha var: iki Kuzgun! Roman boyunca hep bizimle, hep hikâyenin içindeler. Kuzgunlar, Sibel Oral’ın bir söyleşisinde de dile getirdiği gibi, efsaneye göre ruhu huzura kavuşmamış ölümlünün dünyaya geri dönmüş hali aslında. Kuzgunlar Adalet’in ne zaman geleceğini merak ederler ama cevabı da bilirler: hiçbir zaman!

Yüreğimizde ince bir sızıyla biten Zayi’den geriye, lâl olmuş dillerimizden bir kez daha utanmak kalır belki de…

Aforizmalar falan… / Ali Rıza Esin



Bu şeylerle aramdaki birkaç meseleye dair…
Uzun hikâye… Bir kısmını buraya yazmak istedim.
Ve paylaşmaktan geri duramadığım birkaç —bana yeni— şey var. Bir yerlere birer birer yazmak yerine böyle paketleyeceğim. En aşağıda…
Durumsama’da ve başka ortamlarda zaman zaman “özlü sözler” paylaşıyorum. Başkaları da paylaşıyorlar, görüyorum, kimilerini merakla takip ediyorum. Ben kendi nedenimi not edeyim hemen: Beğeniyorumdur çünkü… Beğendiğimden paylaşıyorum. Beğendiğim şeyleri paylaşmayı* severim ben de, bunu böyle yapan başkaları gibi.
Ya o an rastlar rastlamaz (bulur bulmaz) ya da biriktirdiklerimden seçerek yapıyorum bunu. Ender olarak da bildiklerimden güncel durumlara ilişkin olanları seçerek, kimi zaman ise okuduğum bir başka söze katkı olsun diye —ya da ona cevaben… Gerekli olup olmadığı tartışılabilir ama hafızamda binlercesi (abartısız) var; kelimesi kelimesine değilse de, gördüğüm an (veya bir çağrışım anında) tanıyabiliyorum —ansiklopedik bir hafıza gibi, deyim yerindeyse… Oysa isim ve zaman hafızam bir felakettir!
Deyişler, özdeyişler, atasözleri, özlü sözler… Özlü sözlü ama “özü bir–sözü bir” olmayan sözlerdir bunların bazıları; benzetmeler, mecazlar, analojiler… alt anlamlar içerirler. Bazılarının bir hikâyesi vardır. Belki kelime oyunu içerenleri hariç, mutlaka bir nedenle söylenmiş olmalıdırlar ve buna dair ayrı bir merak da uyandırabilirler.
Duvar yazıları, kamyon arkası yazıları ya da “çikletten çıkma” tabir edilen sözlerden de olabilir bunlar; içeriğine bağlı…
Böylesi sözleri aktarıyor olmak, ne çıkarır ne indirir insanı. Bence bu böyle. Ne bu sözler, ne de daha nitelikli denebilecek başka kaynaklardan edinilmiş başka bilgiler, çok da fazla önemsenmeyebilirler. Kalacakları bir alan, akacakları bir yatak bulmadıkları takdirde buharlaşıp giderler; belki benim yaptığım gibi bir yere not edilirler çok çok ve yeri gelir bir başka şeye ilham verirler, yeri gelir başka bir şeyi desteklemek için kullanılırlar. “Bak ben şunu diyorum ama bunu sadece ben demiyorum; falanca kişi de şöyle bir şey söylemiş, bakınız…” der gibi ve o falanca kişidir ki, mutlaka daha ünlü ve anonim hafızada sözü dinlenir biri olarak yer etmiş bir zeka timsalidir. Değerli ve önemlidirler; değerli ve önemli olmalıdırlar mutlaka —ki size de değer katabilsinler, söylediklerinizi haklı çıkarmış olsunlar… Aklınızın ermediği yerde sizin adınıza konuşsunlar ya da…
Ben bu konuda böyle fikir yürütüyorum ama başka fikirler de yürütülebilir. Yürütülüyor da zaten. Başkasının yazdıklarını, söylediklerini —ünlü bir söz olsun veya olmasın— aktaranların bunu pek öyle safça yapmadıkları, kendilerine belirli payeler vermek, paylar çıkarmak, birilerini başka birileri üzerinden paylamak, bilgili biri gibi görünmek gibi amaçlar güttüklerinin düşünüldüğünü, düşünmekle kalmayıp dile getirildiğini okuyoruz zaman zaman. Benim aklımın almadığı ya da henüz öğrenmediğim daha yeni, daha nesnel açıklamaları da olabilir elbette, bu “başkasının sözünü söyleme” davranışının.

Stefan Zweig şunları yazmış, örneğin:

“Erasmus’a ününü kazandıran ilk yazısı, talihini bir rastlantıya, ya da daha çok, zamanın atmosferini bilincinde olmaksızın anlamasına borçludur. Genç Erasmus, öğrencileri için kullanmak amacıyla yıllar boyu Latince özdeyişler toplamıştı; karşısına iyi bir fırsat çıkınca bunları Paris’te ‘Adagia’ (Collectanea Adagiorum) adı altında bastırdı. Bunu yapmakla da aslında amaçlamaksızın, zamanının snobizmine uygun davranmış oldu, çünkü o sıralarda Latince moda haline gelmişti ve edebiyat dünyasında yeri olan herkes —bu kötüye kullanış, neredeyse çağımıza kadar uzanır!—, ‘kültürlü kişi’ sıfatıyla bir mektubu, bir makaleyi ya da bir konuşmayı Latince özdeyişlerle süslemek zorunluluğu duyuyordu. Erasmus’un yaptığı ustaca seçim ise bütün hümanist züppeleri oturup klasikleri okuma zorunluluğundan kurtarmıştı. Bundan böyle bir mektup kaleme alan, uzun uzun sayfa karıştırma gereğini duymaksızın ‘Adagia’dan hoş bir özdeyiş seçip kullanabilecekti. Snobların sayısı her çağda kabarık olduğundan, kitap çabuk tanındı: Bütün ülkelerde bir düzine ve her biri öncekinin neredeyse iki katı kadar özdeyiş içeren baskı yapıldı; (…)” (Rotterdamlı Erasmus, Çev. Ahmet Cemal, Can Yayınları)


İşte, ben de “beğendiğimden paylaşıyorum” diyorum ama, işte tam da bu nedenlerle, biriktirmekten de aktarmaktan da bir çeşit keyif aldığım böylesi sözlerin (daha kapsamlısı tüm “beğenilerimin”) bana yapışıp kaldığını da biliyorum. Belki bir züppelik göstergesi olarak… Geniş zaman olgularından biri olmalı bu, Erasmus’a kadar dayandığına göre… Ondan çok daha öncesine, en uzak geçmişe kadar uzandığını da düşünebiliriz ama daha derinlere dalarsam geri dönemeyeceğimden korkarım.
Herhangi bir renk veriyorsanız, ister istemez renginizi belli etmiş oluyorsunuz ve hakkınızdaki algının oluşmasına olumlu veya olumsuz katkıda bulunuyorsunuz. Yukarıda “ortamlar” derken, büyük ölçüde internet üzerindeki alanları kastediyordum. Sadece böylesi sözleri paylaşmakla değil, internette attığınız her adımla renk vermiş oluyorsunuz. Tam tersine, hiçbir renk vermeyip hiçbir adım atmadığınızda bile kendiliğinden oluşabilen başka bir algıya yol açabilirsiniz hakkınızda; belki umursamadığınız, ama umursamamakla nasıl bir algı yaratacağınıza da müdahale edemediğiniz bir durum… Yeter ki bir noktada birilerinin sınırları dahiline girmiş olun ya da yabancı bir ülkenin pasaport kontrolünden geçerken kontrol ediyor olsunlar sizi (ABD’ye giriş yapan bazı ülke vatandaşlarının Facebook hesaplarına dahi bakıldığını okumuştum, ilk ağız yetkililerle yapılmış bir röportajda)…
Konuya dönersem… Dediğim gibi: ben beğendiklerimi beğendiğim için paylaşıyorum; getirisi götürüsü beni pek ilgilendirmiyor. Hâlimi ya da vaktimi böyle yönetmiyorum çünkü. Ancak yönetenleri de garipsemiyorum —geçerli bir yöntem olabilir. İşe yarayabiliyor. Kimin işine yaradığı değişmekle birlikte (aktaran için pozitif değil her durumda; yukarıda belirttiğim nedenlerle)…
Bu tür sözlerin Twitter’da kullanımıyla ilgili düşündüklerim ve düşünmediklerim (tarafsız bir gözle yazmaya çalışmış olduğumu ifade etmek istediğim içindir bu ikincisi), Exdergi’nin 6. sayısındayayımlandı (bkz. “Erasmus’un Adagiası: Aforizma Tweet’leri” yazısı). İsterseniz oradan okuyabilirsiniz tamamını.
“Biriktirdiklerim” demiştim… Neden biriktiriyorum?..
Bu konuda “çok şey” okudum. Bir “proje” olarak kurguladığım bir çalışmayla ilgili olarak yaptım bunu. Kafayı aforizma okumakla bozmuş biri değilimdir yoksa… Öyle zannediyorum (bozmuş olabilir miyim?)… [Her biri ayrı ayrı değerli olsalar da, ancak topluca derlendikleri ve değerlendirildikleri zaman farkedilebilen bazı ilginç veriler sunabiliyorlar. Bu konu benim için bundan daha uzunca (çok uzun) bir yazı/inceleme içeriği halinde ilgilenmemi bekliyor.]
Ve evet, bu bir maharet, bir marifet değil, bunu da bilerek… Neden değil marifet? Çünkü özlü sözler, özetler, deyim yerindeyse hap gibi alınan bilgiler, (bence de) biraz tembel işidir; amaç bilgi edinmek, öğrenmekse! Böyle, yerine göre… Asıl maharet, o sözün geçtiği kitapları, kendi bağlamıyla ve çok daha fazlasıyla (destekleyici bilgi ve durumlarla, vs.) birlikte okumaktır diye düşünüyorum bir yandan da. “Okumaktır” kısacası…
göz gezdirmek değil.
Tek bir söz, ya da birden fazlası, resmin tamamını vermez kuşkusuz ama yeterince çok okumuşsanız, zihninizde anlamlı resimler oluşturabilecek denli renkli mozaikler halinde sunabilirler bilgiyi. Eğlenceli olabilirler. Eğlenceli olanlarından bazıları üstün zekâ pırıltıları saçarlar çevrelerine. En çok da bu özelliklerini severim.
İşte, okuduğumu söylediğim sözlerin birçoğu böyle sözleri listeleyen kaynaklardan edindiklerim ise, bir kısmı da kitaplarda rastlayıp bir kenara not ettiklerimdir —ve böyle olanlardan bazıları yazarının da kendi yazdıklarıyla ilgili olarak paylaştıklarıdır, doğrudan. Benim için daha değerlidirler.
Şunlar son zamanlarda not aldıklarımdan:
(orijinal—altyazısız)



Biraz felsefe…

Every man takes the limits of his own field of vision for the limits of the world.”—Arthur Schopenhauer

“Talent hits a target no one else can hit; Genius hits a target no one else can see.”—Arthur Schopenhauer 

“For art to exist, for any sort of aesthetic activity or perception to exist, a certain physiological precondition is indispensable: intoxication.”—Friedrich Nietzsche 


Siyaset?..

“You actually cannot sell the idea of freedom, democracy, diversity, as if it were a brand attribute and not reality — not at the same time as you’re bombing people, you can’t.”—Naomi Klein 


Life is life…

“The stupid neither forgive nor forget; the naive forgive and forget; the wise forgive but do not forget.”—Thomas Stephen Szasz
“Having children makes you no more a parent than having a piano makes you a pianist.”—Michael Levine
“See, the problem is that God gives men a brain and a penis, and only enough blood to run one at a time.”—Robin P. Williams 


Eski bir Türk atasözü…

“Orang yang tidak pernah dibakar panas mentari, mustahil menghargai rimbun berteduh – peribahasa Turki.” —Hasrizal Abdul Jamil


Latince bir söz:
“Ad astra per aspera.”—Seneca


Bu sonuncusu böyle bir metinde Latince olmazsa olmaz diyeydi…
Latince bilmiyorum ama ne dediğini anladığımı sanıyorum. Fransızca(m) da öyle…
Bilmem.
Doğrudur,
“Her insan kendi bakış açısının sınırlarını dünyanın sınırları zanneder.”
ve başka sınırların peşine düşmüş,  insan…
—ne bulursa onu yer.
Böyle galiba…

* “Paylaşmak”, anlam erezyonuna uğradığını düşündüğüm kelimelerimizden… “Bölüşmek” anlamına gelir asıl. Böyle okuyunca daha net anlaşılabiliyor, bir şeyin paylaşılıp paylaşılmadığı —her anlamıyla.
 


Exdergi insanı Ali Rıza Esin'e teşekkürlerimizle.


Güneşin Büyüsü / KlavyeyeZoom


Fırtına güçlüymüş, hiç de dinesi yokmuş…
Yağmur yağdıkça yağıyor, karanlık bir türlü dağılmıyormuş…
Kalın gri yağmur bulutlarının arasına sıkışan güneş can sıkıntısından küçük beyaz bulutlarla ve sakin rüzgarla iş birliği yapıp bir büyü hazırlamaya başlamış…

Önce beyaz pamuk katmanlarda topladığı küçük yağmur damlalarını biriktirmiş…
İçine biraz renk, biraz umut, biraz şans koymuş…
Rüzgar bir barmen edasında küçük, güçsüz, sevimli bulutları sallamaya başlamış…
Her damlacık farklı bir renk almış…
Önce kırmızılar ve turuncular girmiş sıraya umutları toplamış,
Ardından yeşiller ve sarılar damlalara karışmış mutluluk olmuş…
Şans da mavi, lacivert ve mora dolmuş…  
Renkli damlacıklar güneşin sıcağında birbirine karışmış, sallana salana uzamış, büyümüş…

Gri bulutlar dağılıp, yağmur dinince ve fırtına hırçın kollarını yeryüzünden çekince güneş gökyüzünün kuşağını aniden salı vermiş…

Nemli yeryüzü güneşin büyüsüyle aydınlanmış, deniz renklenmiş, gökyüzü boyanmış, tüm dilekler ayaklanmış… 
Kuşağa sarılan melekler dilekleri toplamış...


bir balığın aptallığında / raman mutlu

göz kapaklarım inse
açılmaması pahasına
kıçıma pamuk tıkayıp
gömüp beni, siktir olup gitse herkes
tepemde ellerini açıp anlamadığım sözleri fısıldamasa hiçbiri

ya da
iyilik yapacaklarsa eğer
toprağa değil denize gömseler
korkarım böceklerden ben
hem niye yiyorlar ki beni
ben hiç yemedim onları
ama yiyecekse balıklar yesin
hem ödeşmiş oluruz

ve benden sonra
herkes evine dönse
bir şarkı açıp dans etseler
sarılarak uyurken
bol G li ...
ve korunsalar
ama korunsalar...
ki denize gömülen olmasın bir daha

ve ben
dalgalarla dans ederken
tek başıma
kayalara çarparken
tekrar can buluyorum bir balığın aptallığında…!

Bay How Ne Yapmalı / Özcan Doğan

Silahını ateşlerken eli titreyen bir katil, gerçek bir katil sayılır mı?
Bir dağ nasıl depresyona girer?
Ben bir başkasıysam, başkası kimin nesidir?
Oyuncaklarla oynayan çocuklar, kendileriyle oynayan yetişkinlerin oyuncakları mı?
Uyanacak kimse olmasa başlayacak bir hayat olur muydu?
Bazı pencereler bakmamak için mi yapılmıştır?
Yoksa kaldırım taşları bizden daha mı huzurlu?
Sonlu olmak hangi durumlarda sonsuz olmaktan daha iyidir?
Bir evlâdın hayatının bedeli bütün bir hayat olabilir mi?
Bezdirici alışkanlıkların içinde ne tip bilgelikler bulunabilir?
İnsanlar kötü dedikleri şeyleri neden hep karanlıkta yaparlar?
Bir sabah uyandığında nereden başlayacağını bilemeyen bir hafızayla ne yaparsın?
İnsanların ölmemek için durmadan ölüm hikâyeleri yazmaları ölmemelerini sağlar mı?
Bir insanın hayat anlayışında yer almayan tek şey insansa o insanın hâli nicedir?
Ellerini hareket ettirmeyi düşünmeden ellerini hareket ettirmek bir yetenek midir, yaşlılık belirtisi mi?
Şu insanoğlu kendi elini kendi elinde nasıl taşıyor?
Bir gün gök yarılıp herkesin birbirine çektirdiği acılar, üzüntü ve sıkıntılar sağanak halinde üstümüze yağsa, bu yağmurun ağırlığını taşıyacak bir beden bulunabilir mi?
Bir son eser kadar yoğun, bir soy eser kadar kafa karıştırıcı sorular sorduran bir ilk eser.

Özcan Doğan'ın ilk öykü kitabı…
Bay How Ne Yapmalı?
Huzuru bozulan bir tembel, nasıl öldürücü bir gayretkeşe dönüşür?


BAY HOW NE YAPMALI?
Özcan Doğan
Fiyat: 9.00 TL
Edebiyat, 108 sayfa
Mart 2011

Ummagma: Mütevazi Ama Özel Bir Grup / Efsun Güztoklusu


Facebook incelemelerim sırasında "Ummagma" isimli iki kişilik (Shauna McLarnon (Kanadalı) ve Alexx (Sasha) Kretov (Ukraynalı) evli bir çift) bir müzik grubunun şarkılarını tanıttığı bölüme rastladım. Ms. Larnon aynı zamanda arkadaş da olmak istiyordu. Müziklerini Sayın Editörüm Murat Mutlu'ya da gönderdim o da beğenmiş olsa gerek ki bana grubu tanıtıcı bir yazı yazmamı istedi ve işte bu yazının konusunu da böylece birlikte oluşturduk. Öncelikle belirtmeliyim ki; müzik sektöründe artık büyük prodüksiyon şirketlerinin hegomanyası yavaş yavaş sona ermekte… Black Keys, Lamp gibi müzik grupları kendi müziklerinin tanıtımı kendileri üstlenerek ya da daha küçük prodüksiyon şirketleri ile çalışarak yeni yaşam alanları oluşturmakta.Ünlü ağır ağbilerden Radiohead de en son albümlerini internet ortamında piyasaya sunarak kitlelere ulaştı. Bu durumda şarkılarını yazan besteleri yapan müziklerinin prodüktörlüğünü bile bizzat üstlenen bu mütevazi “Ummagna” grubunu tanıtmak boynumuzun borcu.

Grubun hikayesi 8 yıl önce Shauna Moskova'ya yerleşince başladı. Kuzeybatı Kanada Yukon'dan yola çıkıp Sibirya üzerinden Moskova'da duraklayan ve burada çalışmaya başlayan Shauna, bir gece ünlü Rus akustik gitar virtüözü Van Smirnov'u izlemeye gitmişken, orada sonradan evleneceği Alexx (Sassha) Kretov ile tanıştı. Moskova'da birkaç yıl beraber yaşadıktan sonra Ukrayna'da yeni bir yaşama başladılar. Önce Kiev'de durakladılar daha sonra Kretov'un memleketi Batı Ukrayna'da Krements'e yerleştiler. Şimdi yaşamları kızlarını yetiştirme çabası ve müzik grupları ile dolu. Hiç kuşkusuz her ikisi de güzel ve yoğun bir emek gerektiren uğraşlar.

Ummagma, ikili bir grup Alexx ve Shauna'dan ibaret. Besteleri yapma, aranjmanlar, müzik enstrümanlarının çalımı kendilerine ait.Grubun tanıtımı şimdilik facebook.com/ummagma linkinden ve diğer sanal kaynaklardan sürdürülüyor.Temmuz ayı ortalarında -Ummagma ve Antigravity-albümlerini http://ummagma.bandcamp.com/ linkinden tanıttılar ve videoları da http://www.youtube.com/user/ummagma da mevcut.

Etkilendikleri müzikler çok çeşitli jazz, dream pop, progresive rock, indie ve Kuzeybatı Avrupa rock metaphorları. Soundlarının temelinde Sigur Ros, Cocteau Twins, Stereolab, Blondredhead ve Peter Gabriel gibi müzisyenlerin etkileri var. Düşsel, pozitif enerji yayan albümde her şarkı birbirinden farklı, orijinal duruşları hemen fark ediliyor. Daha önce dinlediklerimize benzemiyor ve dinlemeye değer. Kısaca bu gruba destek olalım. Özellikle http://ummagama.amazingtunes.com girerseniz şarkılarının İngiliz Amazing radyo da çalmasına da aracı olmuş olacaksınız. Grubun moral ve finansal desteğe ihtiyacı var zira arkalarında büyük plak şirketleri yok. Siz aktif müzik dinleyicileri hemen şimdi dinleyin bu grubu…



Ummagma hakkında bazı yorumlar