Atatürk'ün Türk Gençliğine Bakışı / Prof. Dr. İbrahim Yılmazçelik


Atatürk, 29 Ekim 1923 tarihinde, Cumhuriyet'in ilanı ile Türk Devletinin ilk Cumhurbaşkanı olarak, TBMM.'de yaptığı teşekkür konuşmasında;
"Türkiye Cumhuriyeti mutlu, başarılı ve muzaffer olacaktır" derken, Türk Gençliğine olan sonsuz güvenini belirtmek istemiştir. Nitekim Büyük Atatürk, 15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında 6 günde 6 şar saatten toplam 36 saat 33 dakika, o zamanki Parti Kurultayında okuduğu Büyük Nutuk'una şöyle başlamıştı:
"Geleceğe yönelen önlemler hakkında fikirlerimizi söylemeden önce, geçmişe ait olan olaylar hakkında bilgi vermek ve yıllardan beri süregelen davranış ve yönetimimizin milletimize hesabı vermek olduğuna inanıyorum"[1] demiş ve sonunu şöyle bağlamıştır.
"Sizi günlerce meşgul eden uzun ve detaylı konuşmam, en sonunda geçmişte kalmış bir
Atatürk, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde-15 Aralık 1930
dönemin hikayesidir. Bunda milletimin ve gelecekteki evlatlarımızın dikkatini çekebilecek bazı noktaları belirtebilmiş isem, kendimi mutlu sayacağım. Bu sözlerimle, millî hayatı sona ermiş sayıları büyük bir milletin bağımsızlığını nasıl kazandığını ve bilim ve tekniğin en son esaslarına dayalı, millî ve modern bir devleti nasıl kurduğunu ifadeye çalıştım. Bugün ulaşmış olduğumuz sonuç, yüzyıllardan beri çekilen millî felaketlerden alınan derslerin ve bu aziz vatının her köşesini sulayan kanların bedelidir.
Bu sonu Türk Gençliğine emanet ediyorum,
Ey Türk Gençliği,
Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini sonsuza kadar korumak ve savunmaktır. Muhtaç olduğun kuvvet damarlarındaki asil kanda mevcuttur".
Bu sözleri ile özellikler idarî alanda en büyük eseri Türk Cumhuriyetini, milletimizin göz bebeği ve istikbali Türk gençliğine bırakmıştır. Keza "Ey yükselen yeni nesil istikbal sizsiniz. Cumhuriyeti biz kurduk, Onu yükseltecek ve sürdürecek izlersiniz", diyerek Türk Gençliğine ne kadar güvendiğini ortaya koymuştur[2].
Atatürk gençlere ve gençliğe büyük bir önem vermiş, Büyük nutkunda olduğu gibi, diğer konuşmalarında da sık sık onlardan söz etmiş, geleceği onlarda görmüş, Türkiye'yi onlara emanet etmiştir. Toplum içinden hep onları seçmiş, onlara yol göstermiş yararlı davranışlarında onları tebrik etmiş ve takdir etmiştir.
Gençlik ömrün baharıdır. Zindelik ve gücün, heyecan ile cesaretin sembolüdür. Zorlukları, engelleri yenmek için zindelik ve güce, yeni ülkü ve hedeflere yönelmek için de heyecan ve cesarete ihtiyaç vardır. Bundan dolayı yalnız bugünün değil yarınların da nurlanması için sürekli çalışmak çarpık ve sapık saplantılar batağından kaçınmak... İşte Atatürk gençliği budur.
Atatürk 1924'lerde gençliğe şöyle diyordu. "Cesaretimizi takviye ve devam ettiren sizlersiniz. Siz almakta olduğunuz eğitim ve kültür ile insanlık meziyetlerinin, vatan sevgisinin fikir hürriyetlerinin sembolü olacaksınız"[3].
Atatürk milletine ve milletinin gençlerine güvenmiştir. O'nun şahit olduğu bazı hadiseler de bu güvenin doğmasında tesirli olmuştur. Atatürk, I. Dünya savaşında bizim için hazin olan mitinglerini dikkatle izlemekteydi. Bunların en muhteşemlerinden birisi 6 Kasım 1919 tarihinde Sultan Ahmet Meydanında yapılmıştır. Sivas Kongresinin sıkıntılı günlerinden birinde (8 Eylül 1919) Hikmet adlı bir tıbbiyeli genç, Mustafa Kemal'e şunları söylüyordu. "Paşam delegesi bulunduğum Tıbbiyeliler, beni buraya bağımsızlık davamızı başarmak yolundaki çalışmaya katılmak üzere gönderdiler. Amerikan mandasını kabul edemeyiz, varsa bunları her kim olursa olsun şiddetle redderiz ve kınarız. Olması mümkün değil ama. Manda fikrini siz kabul edersiniz, sizi de redderiz. Mustafa Kemal'i vatan kurtarıcısı değil, batırıcısı olarak adlanıdır, ve lanetleriz"[4].
Atatürk gençlerin kendisine olan güveninin boşa çıkarmamış ve bu aziz vatanı düşman istilasından kurtardığı gibi, hiç bir devletin boyundurluğu altına sokmamıştır. Kurduğu devleti ise Türk gençliğine emanet etmiştir. O'nun Türk Gençliğine hitaben irad ettiği Gençliğe hitabe, hitabet sanatımızın en değerli örneklerinden biri olup, her cümlesi ile bir belagat örneğidir. Hitabetinin bütünü, sanki sonunda yer aldığı Büyük Nutkun, 167 kelime ile ifadesidir.
Yazılı belgelere göre tarihimize ilk defa Göktürk hükümdarı Bilge Kağan Türk Milletinin niçin yanıldığını, özünden niye ayrıldığını sormuştur. Bu soruyu 1200 yıl sonra Atatürk şöyle cevap vermiştir: "Bizim milletimiz, milliyetini tanıyamamasının çok acısını çekti. Osmanlı İmparatorluğu dahilindeki çeşitli kavimler, hep milli akidelere sarılarak milliyet düşüncesinin kuvveti ile kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu sopa ile içlerinden kovulunca anladık, Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak, evvela bizim kendi benliğimize ve milletimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen, bütün davranışlarımızda göstermemiz gerekir[5], diyor ve bu sözlerine "Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça, büyük işler başarmak için kendinde kuvvet bulacaktır" sözlerini ekliyordu[6].
Bu sözlerde, güçlü geleceği kurmanın, geçmişi bilmekten geçen bir sahne olmakla gerçekleşebileceğine dair samimi bir inanç vardır. Gençlik eğitiminin, geçmişi öğrenmekle başlamasına dair mantıklı bir ikaz söz konusudur. Bu sözler, gönül okşayan tavsiyeler değil, yol gösteren taş gibi kaskatı eğitim politikası direktifleridir.
Atatürk, Türk istikbalinin temelini, Türk Gençliğinde bulurken, onların hayat mücadelesinde dikkat etmeleri gereken hususları ise şöyle açıklamıştır: "Muhterem gençler, hayat bir mücadeleden ibarettir. Bundan dolayı hayatta yalnız iki şey vardır: Galip olmak, mağlup olmak. Size Türk gençliğine terk ve tevdii ettiğimiz vedia-ı vicaniyye yalnız ve daima galip olmaktır ve eminim daima galip olacaksınız. Milletin esbab ve şarait-i teallisi için yapılacak şeylerde atılacak adımlarda katiyyen tereddüt etmeyin. Milleti o merhaleye götürmek için dikilecek engellere hep birlikte mani olacağız. Bunun için dimağlarınıza, mühimmatınıza, icabederse bileklerinize, bacaklarınıza müracaat edecek, fakat neticede mutlaka ve mutlaka o gayeye varacağız"[7].
Atatürk'ün Türk istikbalini emanet ettiği ve bu kadar güvendiği Türk gençliğinin yetişmesinde ise aile ve devlete büyük görevler düşmekteydi. Nitekim Atatürk bu hususu bir konuşmasında şöyle ifade etmiştir. "Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize görecekleri tahsilin hududu ne olursa olsun, en evvel ve herşeyden evvel Türkiye'nin istikbaline ve milli gelenelerine düşman olan unsurlarla mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir. Böyle hislere donatılmayan toplumlara hayat hakkı yoktur"[8].
Aileden sonra görev devlete, yani onun eğitici, öğreticilerine ve hocalarına düşmektedir. Aile kucağında verilen eğitim sırasında ve ilkokuldan başlayarak, üniversiteyi bitirinceye kadar Atatürk'ün gençlere aşılamaya çalıştığı eğitim-öğretim sisteminin iki ana grupta toplamak mümkündür. Manevi eğitim-öğretim, maddi eğitim-öğretim, Atatürk bunların her ikisine de gereken önemi vermiş ve her defasında ikisini de beraberce açıklamış, gençlerin hem bedenine hem de ruhuna hitabetmiştir. Böylece onlara bilgi sahibi olmayı, ilim, fen ve teknolojide çağdaş devletler seviyesine çıkmayı, hatta onları geçmeyi hararetle tavsiye ederken, diğer yandan da, dini eğitim-öğretime, milli seciyeye, milli geleneklere, Türklük duygusuna, ülkü ve ülke birliğine, milli birlik ve beraberliğe önem vermiştir. Bir taraftan onları spora, sosyal, kültürel faaliyetlere teşvik ederken, diğer taraftan da onların hünerli, becerili yükselme duygusu içinde olmalarını arzu etmiştir. Bir taraftan onlara millet, vatan aşkını aşılarken, ülkeyi dört bir taraftan saran, hatta, uzaklardan bile onun varlığını parçalamaya çalışan ve dün olduğu gibi bugün de ülke içine sızan düşmanı iyi tanımayı, onları kendi silahlarıyla tesirsiz hale getirmeyi, uluslararası platformda her genci bütün bu duyguları savunabilecek seviyeye getirmeyi planlamıştır. Yakın komşularımızın haris emellerine dikkati çekerken, Komünizmi, Faşizmi en tehlikeli düşman saymış, siyonizmi reddetmiş, Avrupa gibi Amerika'nın siyasi, ekonomik ve askeri tahakkümüne, mandasına, liderlik iddialarına asla müsade etmemiştir.
Atatürk, gençliğe verdiği öneme binaen, onun iyi bir şekilde eğitilmesini istemiştir ki, bunu şu sözlerinde açıkca görmek mümkündür.
Öğretmenlere hitaben "Milletimizi yetiştirmek gibi mukaddes bir vazifeyi üzerine alan sizlerin, bu yolda her türlü müşkili yeneceğinden şüphem yoktur. Vazifeniz pek mühim ve hayatidir"[9]. Yine bir konuşmasında,
"Milli ahlakımız, medeni esaslara ve hür fikirlerle beslenmeli ve takviye olunmalıdır. Bu çok mühimdir. Bir millet irfan ordusuna sahip olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin devamlı olması ancak irfan ordusu ile mümkündür"[10].

Atatürk 1938 yılında hastalanmış ve o sene Cumhuriyet bayramı törenlerine katılamamıştır. Fakat Dolmabahçe Sarayı önünden vapurla geçen gençlerin sevgi gösterilerini heyecanla izlemiş ve onları selamlamıştır. Zira onlar Atatürk ilke ve inkılaplarının asıl bekçileri olarak, Atatürk'ün gözünde ayrı bir değere sahiptir. "Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerim, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız, bu yeterlidir". "Ben manevi miras olarak, değişmez hüküm, hiçbir doğma, hiçbir donmuş kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır. Benim Türk Milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadır. Benden sonra gelenler, bu temel mihver üzerine akıl ve bilimin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım onlar olurlar", diyen Mustafa Kemal, Türk gençliğinin takip etmesi gereken yolu açıkca göstermiştir[11].
Atatürk, Türk gençliğine, Türk Gençliği de Atatürk'e güvenmiştir. Yukarıda Sivas Kongresi sırasında, Tıbbıyeli bir gencin Atatürk'e söylediklerine yer vermiştik. İşte bu gençlik temsilcisine vermiş olduğu cevap Atatürk'ü gençliğin gözünde ölümsüzleştirmiştir ki, bu cevap şöyledir: "Evlat, müsterih ol. Gençlikle övünüyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz azınlıkta kalsak dahi, mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez: Ya İstiklal ya ölüm". Daha sonra arkadaşlarına "Arkadaşlar gençliğe bakın. Türk milli yapısındaki soylu kanın ifadesine dikkat edin" diyerek, bu hadiseyi anlatmıştır. İşte dün olduğu gibi, bugününün gençliği de, Atatürk'ün manevi mirasçıları olarak, Milli mücadele ruhunu devam ettirecekler ve tam bağımsızlıktan asla taviz vermeyeceklerdir[12]. Yine O'nun gençliğe olan büyük ümit ve güvenine dönelim:
"Gençler, vatanın bütün ümit ve istikbali size, genç nesillerin ve enerjisine bağlanmıştır. Başımıza neler örülmek istendiği ve nasıl mukavemet ettiğimiz ve daha doğrusu milletin arzu ve emellerine uyarak ve onun yardımıyla nasıl çalıştığımız görülmeli ve gelecek kuşaklar için ibret ve uyanıklığı gerektirmektedir. Zaten her şey unutulur. Fakat bir herşeyi gençliğe bırakacağız, o gençlik ki, hiçbir şey unutmayacaktır, geleceğin ışık saçan çiçekleri onlardır. Bütün ümidim gençliktedir"[13].
Milli Mücadelenin daha başlarında, 1918 yılının boz bulanık kasvetli havasında duyulan şu büyük ümit ifadesinden de etkilenmemek elde değildir. Atatürk bu konuşmasında şöyle demektedir. "Her şeye rağmen muhakkak bir nura doğru yürümekteyiz. Bende bu imanı yaşatan kuvvet, aziz memleket ve milletimin hakkındaki sonsuz sevgim değil, bugünün karanlıkları ahlaksızlıkları, şarlatanlıkları içinde sırf vatan ve hakikat aşkıyla ışık sermeye ve aramaya çalışan bir gençlik gördüğümdür"[14].
Büyük komutan bir yol sonra büyük mücadeleye başladığında ise bütün zamanlara teşmil olacak şu uyarıda bulunuyordu". Gençler için vatani işlerde ölmek söz konusu olabilir. Lakin korkmak asla"[15].
Geleceğe, Karadeniz'den berekete gebe tohumlar atıp, Akdeniz'de zaferin altın yaprakları yıkandıktan sonra, ümit köprüsü ile bağlandığı Türk gençliğine şöyle hitap ediyordu : "Siz genç arkadaşlar, yorulmadan beni takibe söz vermişsiniz. İşte ben bilhassa su sözden duygulandım. Benim sizden istediğim şey, yorulmamak değil, yorulduğunuz zaman dahi, durmadan yürümek, yorulduğumuz dakikada da dinlenmeden beni takip etmektir". Sizler, yeni Türkiye'nin genç evlatları, yorulsanız dahi beni takip edeceksiniz. Dinlenmek üzere yürümeğe karar verenler asla yorulmazlar. Türk gençliği gayeye bizim yüksek idealimize durmadan yorulmadan yürüyecektir"[16]. 
Atatürk gençlerin yetişmelerinde maddî eğitimin yanı sıra manevî eğitime de büyük önem vermiştir. Oysa Atatürkçülüğün en çok istismar edilen konularından biri de, din konusudur. Yapılan yeniliklerin, inkılapların ruhunu ve espirisini anlamadan, Atatürk'ü dinsizlikte itham edenler olduğu gibi, okuduğu birkaç hutbe ve söylediği birkaç görüşe dayanarak onu bir din adamıymış gibi göstermek isteyenlerde yok değildir. Dolayısıyla bu gibi ortaya atılan yanlış, fikirler şimdiki gençlik arasında da yanlış değerlendirmelere yol açmaktadır. Oysa her konuda olduğu gibi, bu konuda da Atatürk'ün fikirlerini açıklayabilmek için bizzat O'nun bu mesele hakkında ne söylemiş olduğuna bakmak icap etmektedir. Bu sebeple bütün bu spekülasyonları bir tarafa bırakıp, yorum yapmadan O'nun görüşlerini vermekle yetineceğiz.
"Efendiler, Tanrı birdir ve büyüktür. Kur'an bir kitab-ı ekmeldir. Cenab-ı Peygamber hatemü'l enbiyadır" (Nutuk)[17].
"Bizim dinimiz akla en uygun ve en tabii bir dindir ve ancak bundan dolayıdırki, son din olmuştur. Bir dinin tabii olması için akla fenne ilme ve mantığa uyması lazımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen uyar. Bizin dinimiz, milletimize aşağılık, miskin ve hor görülmeyi tavsiye etmez. Aksine Allah da, Peygamber de insanların ve milletlerin yücelik ve şereflerini muhafaza etmelerini emreder" (1923)[18].
"Her sarıklıyı hoca sanmayın, hoca olmak sarıkla değil akılladır" (1923)[19].
"Camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler itaat ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapmak lazım geldiğini düşünmek yani meşveret için yapılmıştır. Millet işlerinde her ferdin zihni başlıbaşına faaliyette bulunmak elzemdir. Türk milleti dindar olmalıdır. Yani bütün sadeliğiyle dindar olmalıdır, demek istiyorum. Dinime, bizzat, hakikate nasıl inanıyorsam öyle inanıyorum" (1923)[20].
"Allah'ın emri çok çalışmaktır. İtiraf ederim ki, düşmanlarımız çok çalışıyor. Biz de onlardan ziyade çalışmaya mecburuz. Çalışmak demek, boşuna yorulmak, terlemek değildir. Zamanın icaplarına göre ilim ve fen ve her türlü medeniyet buluşlarından azami derecede istifade etmek zaruretidir. Hepimiz itirafa mecburuz ki, bu husustaki hatalarımız çok büyüktür" (1923).
"Bilhassa bizim dinimiz için herkesin elinde bir ölçü vardır. Bu ölçü ile hangi şeyin bu dine uygun olup, olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şeyki akla mantığa, halkın menfaatine uygundur. Biliniz ki, o bizim dinimize uygundur. Bir şey akıl ve mantığa milletin menfaatine uygunsa kimseye sormayın, o şey dinidir. Eğer bizim dinimiz aklın, mantığın uyduğu bir din olmasaydı, mükemmel olmazdı, son din olamazdı"[21].
"Türk milleti daha dindar olmalıdır. Yani bütün sadeliğiyle dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam buna da öyle inanıyorum. Şuura muhalif terakkiye mani hiçbir şey ihtiva etmiyor. Halbuki Türkiye'ye istiklalini veren, bu Türk milleti içinde daha karışık, sunî, batıl itikatlardan ibaret bir din daha vardır. Fakat bunları benimsemiş olan cahiller, acizler, sırası gelince tenevvür edeceklerdir. Onlar ziyaya takarrub etmezlerse kendilerini mahv ve mahkum etmişler demektir. Onları kurtaracağız"[22].
Atatürk Türk gençlerine çeşitli sahalarda yol gösterilen, büyük hedefler göstermiştir. Milliyetçilik ve Türklük konusunda söylemiş olduğu sözleri de yukarıda olduğu gibi, hiç bir yoruma tabii tutmadan vermek istiyoruz.
"Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk Milliyetçiyiz. Cumhuriyetimizin mesnedi Türk topluluğudur. Bu topluluğun fertleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa, o topluma dayanan cumhuriyette o kadar kuvvetli olur" (1926)[23].
"Bize milliyetçi derler. Ama biz öyle milliyetçileriz ki, bizimle işbirliği eden bütün milletlere hürmet ve riayet ederiz. Onların milliyetlerinin kültür icatlarını tanırız. Bizim milliyetçilimiz her halde hodbince ve mağrurca bir milliyetçilik değildir" (1920)[24].
"Bizim milletimiz derin bir maziye sahiptir. Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır" (1930)[25].
"Milliyetin çok bariz vasıflarından biri dildir. Türk milletindenim diyen insan herşeyden evvel ve mutlaka Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan, bir insan Türk kültürüne, toplumuna bağlılığı iddia ederse buna inanmak doğru olmaz"(1931) [26].
"Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu ve Trakyalı hep bir soyun evlatları ve aynı cevherin damarlarıdır" (1923) [27]. "Büyük şeyleri yalnız büyük milletler yaparlar"[28].
"Benim yaradılışımda fevkalâde olan birşey varsa Türk olarak dünyaya gelmemdir"[29].
Atatürk'ün milliyetçiliğini yani vatan ve millet sevgisini en iyi aksettiren ifadeler, 1933'de söylediği "Onuncu Yıl Nutku"nda yer almaktadır.
"Türk milleti. Kurtuluş savaşına başladığımızın onbeşinci yılındayız. Bugün Cumhuriyetimizin onuncu yılını doldurduğumuz en büyük bayramdır. Kutlu olsun…" diye başlayan nutuk, "…Türk milleti ebediyete akıp giden her on senede bu büyük millet bayramını daha büyük şereflerle, saadetlerle huzur ve refah içinde kutlamanı dilerim. Ne mutlu Türküm diyene." şeklinde sona ermektedir[30]
Bu konularda son olarak şunları da ilave etmek lazımdır. "Yurtta sulh, cihanda sulh" prensibini kabul etmesine[31], batının ilmine fennine, teknolojisine açık olmasın rağmen Atatürk bütün hayatı boyunca her türlü yabancı ideolojiye, yabancı tahakkümüne yabancı mandasına, yabancı uşaklığına, yabancıların ülke üzerinde söz sahibi olmak istemelerine karşı çıkmıştır. Bunları "Her görüldüğü yerde, anında tepelemeyi" temel prensip olarak kabul etmiştir. O'nun bu konuda "Biz memleket ve milletimizin mevcudiyetini ve bağımsızlığını kurtarmak için karar verdiğimiz zaman, kendi görüşümüze tabi bulunuyorduk ve kendi kuvvetimize dayanıyorduk. Hiçbir kimseden ders almadık, hiç kimsenin kandırıcı vaadlerine aldanarak işlere girişmedik" sözleri yukarıda ifade ettiğimiz sözleri doğrular mahiyettedir[32].
Atatürk'e göre genç fikirli demek, doğruyu gören ve anlayan fikirli demektir. Milletin milli amaçlarının görüş noktası budur. Hepimiz buna uymak zorundayız Atatürk bu konudaki görüşünü şöyle ifade eder. "bizim milletimizin çok temiz kalpli, çok asil ruhlu, ilerlemeye çok yeteneklidir. Bu millet eğer bir defa karşısındakilerin samimiyetle kendilerine hizmet ettiğine inanırsa, her türlü hareketi derhal kabul etmeye hazırdır[33].
Bunun için gençlerin, her şeyden önce, millete güven vermesi gerekir. Bunun için idealimizi açıkca ifade etmeliyiz. Onu imanla duymalı, onu sabırlı bir şekilde taip etmeliyiz. Kişisel çıkar, duygularımızdan bencil isteklerimizden arınmayı, ancak böyle canlı, alevli ideal sayesinde başaracağız. Bir milletin namuslu bir varlık ve saygın mevkii olması için o milletin yalnız bilgili, teknik bilgi sahibi olması yeterli değildir. Her bilimin her şeyin üstünde bir özelliğe sahip olması lazımdır ki, o da milletin belirli ve olumlu bir karektere sahip olmasıdır. Böyle bir karaktere sahip olmayan kişiler ve böyle kişilerden meydana gelen milletler, hiç bir zaman gerçek bir devlet kuramazlar". Zira, "Cumhuriyet ilmen, fikren, bedenen kuvvetli ve yüksek karakterli muhafızlar ister", çünkü, Atatürk, "Gençler geleceğe güvenimizi güçlendiren ve sürdüren sizsiniz"[34] demiştir.
Atatürk ve gençlik konusunu işlemeye çalışırken, son olarak, O'nun spor hakkındaki görüşlerine de yer vermenin faydalı olacağı kanaatindeyiz. Bilindiği gibi spor, sadece bedeni geliştirmekle kalmayıp, aynı zamanda zekayı, beceri ve hüneri artırmaktadır. Yapanın sosyal yönünü de güçlendiren ve kendisine güven kazanmasını sağlayan spor, dün olduğu gibi bugün de siyasi, milli hatta kültürel propaganda vasıtasıdır. Devletlerin önemli yarış sahalarından biridir. Bugün "sporda geri olan milletler az gelişmiş milletlerdendir" kanaati hakimdir. Çünkü kalkınma sadece bir veya bir kaç sahada değil, her sahada değerlendirilmektedir. Şimdi bu konuda Atatürk'ün neler düşündüğünü gözden geçirelim:
"Dünyada spor hayatı, spor alemi çok mühimdir. Bu kadar mühim olan spor hayatı, bizim için daha mühimdir. Çünkü ırk meselesidir. Irkın düzeltilmesi ve gelişmesi meselesidir" (1926)[35]. Mustafa Kemal bu önemli meseleyi bütün bir millet olarak benimsememiz gerektiğini söylemiştir. "Muvaffak olmak için her türlü yardımdan ziyade milletçe sporun mahiyeti kıymeti anlaşılmak ve ona kalpten sevgi göstermek, onu vatani vazife saymak lazımdır"[36], Spora sevgi ile yaklaşmak ve vatan görevi saymak gerektiğini belirten Atatürk'ün bu talimatı yerine getirilseydi, herhalde bugün milletçe sızlandığımız, spordaki başarısızlığımız gündemde olmazd. Atatürk, spor faaliyetlerini,"Türk gençliğinin milli terbiyesinin ana unsurlarından saymak lazım geldiğini"[37] her zaman söylemiştir.
"Türk milleti anadan doğma sportmendir. Henüz yürümeğe başlayan köy çocuklarını bile harman yerlerinde güreşirken görürsünüz. Ata çok ve en iyi binen yalnız Türk erkekleri değildir. Türk kadını da bu işi bilir. Benim en sevdiğim güreş serbest güreştir. Hangi Türk askerini köylüsünü isterseniz soyup, mindere çıkarırsanız, dik omuzları iyi kusursuz teşekkül etmiş adaleleri, keskin yüz çizgileri yanık tatlı renkleri kafa yapıları insanın ruhuna itimat ve neşe veren bir eser olarak canlanır"[38].
Atatürk sporcu denilince, çoğu gibi güçlü atletik insanları kabul etmez. O'na göre sporcu, "Yalnız beden kabiliyetinin bir üstünlüğü sayılmaz, idrak ve zeka, ahlak da bu işe yardım eder. Zeka ve kavrayışı kısa olan kuvvetliler, zeka ve kavrayışı yerinde olan az kuvvetliler başa çıkamazlar. Ben sporcunun zeki, çevik aynı zamanda ahlaklısını severim"[39].
Kurtdereli Mehmet Pehlivan'ın "Ben her güreşte arkamda Türk milletinin bulunduğunu ve millet şerefini düşünürüm" sözü üzerine, Ulu önderin şu satırları yazdığını görüyoruz. "Ben dediğini en az yaptıkların Onun için senin bu değerli sözünü Türk sporcularına bir meslek prensibi olarak kaydediyorum. Bununla senden ve sözlerinden ne kadar çok memnun olduğumu anlarsın"[40].
Atatürk'ün gençlik anlayışını sadece nüfus cüzdanlarında küçük yaşlarıda görünenle sınırlandırmamak gerekir. O'nun anladığı gençlik mefhumu, inkılap ve ilkeleri cumhuriyeti yaşatıp, yüceltecek olan enerjiyi kendinde bulanlarda bağlantılıdır. Özlediği istediği gençlik; Türk milletinin bekası için alın teri göz nuru dökenlerdir.

SONUÇ
Atatürk, Türk milletinin asırlar sonra yetiştirdiği ve ona yeniden hayatiyet veren büyük bir liderdir. Büyük devlet adamı, diplomasi ustası ve büyük bir askerdir. Yetişmiş olduğu dönemde milletinin içerisinde olduğu durumu görmüş ve buna seyirci kalmamış, kendisine ihtiyaç duyulduğu sırada arkasına milletini de alarak büyük işler başarmıştır. Atatürk'ün gerek İstiklal harbinden başarıyla çıkması ve gerekse İstiklal harbi sonrası yaptığı inkılaplarla Türk milletine yeni bir çehre verirken ulaştığı başarının sırrı, onun milletini iyi tanımasının yanısıra Bu büyük milletin yani Türk milletinin tarihini iyi bilmesinden kaynaklanmıştır.
Atatürk yapmış olduğu bütün işlerin temelini Türk tarihinde bulmuştur. Bu sebeple milletçe benimsenmiş ve yeni Türk devletine, bizzat Türk milleti sahip çıkmıştır. Ancak bu devletin yaşaması için en gerekli olan tedbir, gençliğin eğitilmesi ve onlara gerekli bilincin verilmesi meselesi olduğunu bizzat Atatürk, kendisi tespit etmiştir. Bu sebeple kurduğu cumhuriyeti Türk gençliğine emanet ederken, onlara dikkat etmeleri gereken hususları her fırsatta hatırlatmış ve onları uyarmıştır. Gençliğin iyi yetişmesi için, devlette üzerine düşen diğer unsurları bu doğrultuda hazırlamıştır. Atatürk'ün gayet iyi bir şekilde tespit etmiş olduğu gibi, Türk milletini birlik ve beraberlik içerisinde olduğu sürece hiç bir güç altedemeyecektir. Yıkıcılığa, bölücülüğe, partizanlığa ideolojilere kapımızı kapattığımız müddetçe her türlü tehlike yok olacaktır. Bu ise gençliğin iyi yetiştirilmesi ile mümkündür.
Atatürk'ün bu konudaki büyük hassasiyetine rağmen, Türk milleti O'nun ölümünden sonra acılı günler geçirmiştir. Bunun başlıca sebebi ise Mustafa Kemal Atatürk'ün gerçek madana Türk gençliğine tanıtılmasından kaynaklanmış ve böyle yetişen bir gençlik arasından, O'nu burjuva olarak nitelendiren gençler de çıkmıştır. Buna ilave olarak çınlayan sesleri, çoşkun heyecanları, inleyen vicdanları ile milli ve kutsal emanetlerimize, Atatürk'e ve onun fikirlerine sahip çıkmaları beklenilenlerin arasından biz zat ona düşman olanlar yetişmiştir. Kendi kültürüne, diline, medeniyetine kayıtsız şartsız yabancı kalmış olan böyle bir gençliğin Atatürk'ü anlamamasını normal karşılamak, ancak onları böyle yetiştirenleri ayıplamak gerekir.
Türk Gençliği kendisine has kültür değerlerini bilmediği, onlar üzerinde kafa yormadığı, onların milli varlık bakımından taşıdıkları değeri ölçmediği için pekçok şey kaybetmiştir. Bir millet kendisini hiçe sayarak yabancıların manevi kölesi olursa, en geç maddi kölesi de olur, hikmetin esası ferdin ve milletinin kendi kendisini bilmesidir. Milli şuur kendi milletinin varlığını tanımak ve bilmek demektir. Ancak hemen belirmek gerekir ki, böyle bir nesil yetişmiştir ve sayıları her geçen gün artmaktadır. Bu nesile onun büyük önderi Mustafa Kemal gerçek manada öğretilecek olursa bu gençlik Mustafa Kemal'in de ifade ettiği gibi büyük işler yapacaktır ki, bundan hiç bir kimsenin şüphesi olmaması gerekir. Bu milli şuur anlayışını realize ederek, Atatürk'ün fikir ve ülkü yönleri eğitim ve öğretim kurumları başta olmak üzere selahiyetli ve vazifeli kuruluşlarca kitlelere öğretilmelidir.
Türk gençliğinin en önde gelen vazifesi demokrasi fikrini ruhuna ve vicdanına yerleştirmek, ve Atatürk'ün kendilerine emanet ettiği laik Türkiye Cumhuriyetini korumak ve bununla da kalmayıp, devamlı ileriye götürmek olmalıdır. Atatürk'ün fikirleri ve gençlerden beklediği şeyler gençler tarafından öğrenilmeli ve Türk gençliği üzerine düşen vazifeyi bilmelidir. Türk genci asıl milletinden aldığı güçle her güçlüğü yenecek, güçtedir. Atatürk'ün ifadesiyle, "Bizim hiçbir şeye ihtiyacımız yoktur, yalnız bir şeye ihtiyacımız vardır o da çalışmaktır".
---------
1 M. Kemal ATATÜRK; Nutuk, C.I, İstanbul, 1981, s.III-IV ve s.1-2. Ayrıca bakınız Akil AKSAN; Atatürk Der ki, Ankara, 1980, s.99.
2 M. Kemal ATATÜRK; Nutuk, C.I, İstanbul, 1981, s.897-898.
3 Atatürk Diyor ki, Milli Eğitim Yayınları, İstanbul, 1980, s.87. Ayrıca bkz. Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri II, T.İ.T. Ens. Yayınları, Ankara, 1961, s.182.
4 Şerafettin TURAN; "Gençlik ve Millî Kültür", Uluslararası Terörizim ve Gençlik Sempozyumu Bildirileri, Sivas, 1985, s.253-254.
5 Enver Ziya KARAL, Atatürk'ten Düşünceler, Ankara, 1969, s.139 ve 146.
6 Ayşe Afet İNAN; "Kurtuluş Savaşı'nın Bazı Belgeleri ve Atatürk'ün İnkılap Prensipleri", Belleten, C.XXXII, Ankara, 1968, s.128; Mustafa BAYDAR; Atatürk Diyor ki, Varlık Yay. İstanbul, s.34.
7 M. Kemal ATATÜRK; Tarsus Gençlik Yurdundaki Nutuk, 18 Mart 1923. Nakleden: Azmi SÜSLÜ; Atatürk ve Gençlik, Ankara, 1986, s.5. Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri II, T.İ.T. Ens. Yayınları, Ankara, 1959, s.133.
8 Enver Ziya KARAL, Atatürk'ten Düşünceler, Ankara, 1969, s.78. Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri II, T.İ.T. Ens. Yayınları, Ankara, 1959, s.17.
9 Atatürk'ün Özdeyişleri, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara, s.14. Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri II, T.İ.T. Ens. Yayınları, Ankara, 1959, s.172.
10 Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri II, T.İ.T. Ens. Yayınları, Ankara, 1959, s.164.
11 Enver Ziya KARAL, Atatürk'ten Düşünceler, Ankara, 1969, s.181. Ayrıca bkz. İbrahim KAFESOĞLU, Mehmet SARAY; Atatürk İlkeleri ve Dayandığı Temeller, s.59.
12 Şerafettin TURAN; "Gençlik ve Millî Kültür", Uluslararası Terörizim ve Gençlik Sempozyumu Bildirileri, Sivas, 1985, s.256.
13 Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri II, T.İ.T. Ens. Yayınları, Ankara, 1959, s.182.
14 Enver Ziya KARAL, Atatürk'ten Düşünceler, Ankara, 1969, s.92-96.
15 Atatürk Diyor ki, Milli Eğitim Yayınları, İstanbul, 1980, s.88.
16 Enver Ziya KARAL, Atatürk'ten Düşünceler, Ankara, 1969, s.94.
17 Atatürk; Din ve Laiklik, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi Neşriyatı, İstanbul, 1968, s.104.
18 Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri II, T.İ.T. Ens. Yayınları, Ankara, 1959, s.90.
19 Azmi SÜSLÜ; Atatürk ve Gençlik, Ankara, 1986, s.13.
20 Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri II, T.İ.T. Ens. Yayınları, Ankara, 1959, s.94.
21 Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri II, T.İ.T. Ens. Yayınları, Ankara, 1959, s.127.
22 Enver Ziya KARAL, Atatürk'ten Düşünceler, Ankara, 1969, s.70.
23 Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri V, T.İ.T. Ens. Yayınları, Ankara, 1972, s.114.
24 Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri I, T.İ.T. Ens. Yayınları, Ankara, 1961, s.101. Ayrıca bkz. Afet İNAN; Mustafa Kemal Atatürk'ten Yazdıklarım, İstanbul, 1971, s.59.
25 Ayşe Afet İNAN; "Kurtuluş Savaşı'nın Bazı Belgeleri ve Atatürk'ün İnkılap Prensipleri", Belleten, C.XXXII, Ankara, 1968, s.128.
26 Mustafa BAYDAR; Atatürk Diyor ki, Varlık Yay. İstanbul, s.44.
27 Azmi SÜSLÜ; Atatürk ve Gençlik, Ankara, 1986, s.18.
28 Afet İNAN; Medeni Bilgiler, Ankara, 1969. Nakleden: Akil AKSAN; Atatürk Der ki, Ankara, 1981, s.14.
29 İbrahim KAFESOĞLU, Mehmet SARAY; Atatürk İlkeleri ve Dayandığı Temeller, s.61-62.
30 Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri II, T.İ.T. Ens. Yayınları, Ankara, 1959, s.271-272.
31 Atatürk Diyor ki, Milli Eğitim Yayınları, İstanbul, 1980, s.71.
32 T.B.M.M. Gizli Celse Zabıtları, C.I, T.B.M.M. Basımevi, Ankara, 1980, s.334. Ayrıca bkz. Enver Ziya KARAL, Atatürk'ten Düşünceler, Ankara, 1980, s.131-132; Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri III, T.İ.T. Ens. Yayınları, Ankara, 1961, s.51-52.
33 Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri II, T.İ.T. Ens. Yayınları, Ankara, 1959, s.207.
34 Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri II, T.İ.T. Ens. Yayınları, Ankara, 1959, s.182. Ayrıca bkz. Enver Ziya KARAL, Atatürk'ten Düşünceler, Ankara, 1969, s.96-97.
35 Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri II, T.İ.T. Ens. Yayınları, Ankara, 1959, s.245.
36 Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri II, T.İ.T. Ens. Yayınları, Ankara, 1959, s.244.
37 Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri I, T.İ.T. Ens. Yayınları, Ankara, 1961, s.402.
38 Azmi SÜSLÜ; Atatürk ve Gençlik, Ankara, 1986, s.21.
39 Azmi SÜSLÜ; Atatürk ve Gençlik, Ankara, 1986, s.20-21.
40 A. Afet İNAN; Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Türkiye İş Bankası Yay., 1968, s.167.



KAYNAKLAR
ATATÜRK, M.Kemal; Nutuk, I-II-III, İstanbul, 1982.
Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri : I-III. Ankara. 1981.
Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Tamim ve Telgrafları, V. Haz: Sadi Barak-Utkan Kocatürk, Ankara. 1972.
Atatürkçülük, I. Kitap, Genelkurmay Yay. Ankara. 1982.
AYTAÇ, Kemal; Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Eğitim Politikası Üzerine Konuşmalar, Ankara, 1984.
GÖYÜNÇ, Nejat; "Atatürk'ün Eğitim Hakkındaki Görüşleri", Atatürk Kültür ve Eğitim Semineri, Ayrı Basım, Kayseri, 1982. s.37-40.
GÖYÜNÇ, Nejat; Atatürk ve Milli Mücadele, İstanbul, 1984.
MÜDERRİSOĞLU KAFESOĞLU, İbrahim-SARAY, Mehmet; Atatürk İlkelerinin Dayandığı Tarihi Temeller, İstanbul, 1983.
KARAL, Enver Ziya; "Atatürk'ün Tarih Tezi", Atatürk Hakkında Konferanslar, Ankara, 1946.
KARAL, Enver Ziya; Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Ankara, 1981.
KODAMAN, Bayram; "Atatürk Milli Mücadele ve Yeniden Yapılanma", Atatürk'e Armağan, Samsun, 1988, s.29,38.
ORHONLU, Cengiz; "Atatürk ve Tarih Görüşü", Türk Kültürü, Ankara, 1967, C. VI. Sayı: 61.
TURAN, Şerafettin; "Atatürk ve Ulusal Kültür", Atatürk'ün Düşünce Uygulamalarının Evrensel Boyutları, Ayrı Basım, Ankara, 1983, s.325-366.
TURAN, Şerafettin; "Gençlik ve Milli Kültür", Uluslararası Terörizm ve Gençlik Sempozyomu Bildirileri, Sivas, 1985, s. 253-256.

Makalenin orijinal halini indirmek için tıklayın

Modern Türkiye'nin Kurucusu Atatürk'ü Anlamak / Yard. Doç. Dr. Ergünöz Akçora

Atatürk, milletin tarihî seyrini değiştirebilecek üstün meziyetleri sayesinde, memleketi askerî ve siyasî zaferlerle parçalanmaktan kurtarmış O milli mücadele tarihimizde, her türlü imkânsızlığa rağmen inandığı fikri tatbik sahasına dökmüş. "Ya istiklâl, ya ölüm!" parolası ile büyük bir zafer kazanmış, arkasından yepyeni hüviyette bir çağdaş millet ve devlet yaratmış büyük bir komutan ve devlet adamı olarak Atatürk'ün ayrı bir özelliğini teşkil etmektedir.
Neticede Atatürk, Millî Mücadele'de millî birliği temin eden eşsiz bir lider, muharebe meydanlarında efsanevî bir kumandan, devlet kuran büyük siyaset adamı, milletin çehresini değiştiren kudretli bir inkılâpçıdır.
Giriştiği mücadelenin başından sonuna kadar Türk milletinin yüksek vasıflarına güvenmiş, kazanılan her türlü zaferin milletin eseri olduğunu söylemiştir. Bütün teşebbüslerinde millet sevgisine dayanmış, kudretli kişiliği ve gerçeği sezişe dayanan ikna kuvvetiyle kitleleri sürükleyebilecek bir lider olduğunu göstermiştir.
O, Millî kurtuluşa bayrak olan fikirleri kişiliğinde birleştirmiş, görüşleri ve ölmez eseriyle, tesirleri memleket sınırlarını aşmış, mazlum milletlerin bağımsızlık ve hürriyet mücadelesinde manevî kuvvet olmuş bir lider idi.
Yine düşüncelerinin özünü oluşturan Atatürkçülük, her türlü dogmatik unsurdan sıyrılmış akılcı bir dünya görüşüdür. Nitekim memleket gerçeklerinden kaynaklanan, problemler karşısında aklın ve ilmin rehberliğini kabul eden bu gerçekçi görüş, gerek Türk Bağımsızlık Savaşı'nın gerekse onu izleyen Türk Çağdaşlaşma Hareketi'nin esasını oluşturmuştur
Çağdaşlaşma hareketinin ilk adımı olan Lozan Barış Konferansı, 20 Kasım 1922 günü toplandı. Aylarca süren, zaman zaman da çok çetinleşen bu görüşmelerden sonra nihayet 24 Temmuz 1923 günü antlaşma imzalandı. Bu antlaşma ile yeni Türkiye Devleti'nin bağımsızlığı bütün dünyaca onaylanıyor, millî sınırlarımız çiziliyor, ekonomik alanda Osmanlılar devrinden kalma eski pürüzler temizlenerek kapitülâsyonlar kaldırıldı.
13 Ekim 1923'de Ankara, Büyük Millet Meclisi kararı ile, Türkiye Devleti'nin Hükûmet Merkezi oldu. Nihayet 29 Ekim 1923 akşamı, yapılan bir Anayasa değişikliği ile - Cumhuriyet ilân olundu. Milletvekilleri bu büyük olayı ayakta alkışlamak suretiyle kutladılar. Daha sonra Cumhurbaşkanlığı seçimine geçildi. Ankara Milletvekili Mustafa Kemal Paşa, oy birliği ile Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Cumhurbaşkanı seçildi.
Cumhuriyetin ilânı ile gerçekleşen bu büyük inkılâbın yanı sıra devlet örgütü ve toplum yönetiminin de çağdaş devlet anlayışına uygun olarak şekilleşmesi gerekmiş, bu anlayış içinde Saltanat ve halifelik 3 Mart 1924'te kaldırılmış ve son halifeyle beraber Osmanlı hanedanı yurt dışına çıkarılmıştı
Artık devletin modern bir şekil alması ve milletin çağdaş uygarlık seviyesine en kısa zamanda erişebilmesi yolunda büyük inkılâplar birbirini takibe başladı. Bu devre esnasında şapka ve kıyafet inkılâpları yapıldı. Tekkeler, zaviyeler, türbeler kapatıldı; Şeriye ve Evkaf Vekâleti kaldırıldı. Lâik devlet prensibi kabul edilerek din ve devlet işleri kesin olarak birbirinden ayrıldı. Hukuk alanında, şer’iye mahkemeleri ve Mecelle kaldırılarak Türk Medenî Kanunu'yla beraber birçok yeni kanunlar kabul edildi.
İlim ve kültür işlerine büyük önem verildi; Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu kurularak Türk tarihi ve Türk dili üzerinde çalışmalar yapıldı. Medreseler kapatılarak çağdaş kültürü benimseyen okulları açıldı. Eğitim ve öğretimde, lâik ve millî bir yol takip edildi.
 Atatürk'ün en büyük eserlerinden biri olan Harf İnkılâbı meydana geldi; Arap harfleri terk edilerek Lâtin harfleri esasına dayanan Türk alfabesi yapıldı. Üniversite'de de büyük bir reform gerçekleştirilerek ona çağdaş bir görünüm kazandırıldı; bu arada ihtiyaç duyulan çeşitli fakülteler ve kürsüler açıldı. Uluslar arası takvim, saat ve rakamlar kabul edildi. Kadın hukukunda reform yapılarak Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı tanındı.
Ekonomik hareketlere önem verildi. 1923 yılında Türkiye'de ilk defa olarak bir İktisat Kongresi toplanarak memleketin ekonomik problemleri görüşüldü. Ziraî faaliyetler genişletildi; ticaret ve millî sanayi geliştirildi. Sağlık işlerine önem verildi. Güçlü bir ordu kuruldu
Büyük Önder, kurtuluştan sonra memleketi baştan başa dolaşarak halka inkılâpların ve yeni Türk Devleti'nin ideolojisini anlattı. Milleti ile olan kaynaşma ve bütünleşmesi ona olan sevgiyi daha da arttırdı ve 1934 senesinde Meclis, özel bir kanunla kendisine "ATATÜRK" soyadını verdi.
Son senelerinde bitmeyen bir heyecanla Hatay'ın ana vatana ilhakına çalıştı. Son günlerini hasta ve rahatsız olarak geçirdi. Nihayet 10 Kasım 1938 perşembe günü saat dokuzu beş geçe Dolma bahçe Sarayı'nda hayata gözlerini kapadı. Ölümü bütün dünyada derin akisler yaptı ve büyük üzüntü yarattı.
Atatürk'ün 10 Kasım 1938'de ölümünden sonra, katafalkı büyük bir törenle 19 Kasım 1938 günü Dolmabahçe'den alınmış, önce Yavuz zırhlısına, sonra da Haydarpaşa'dan trene nakledilmiş, tabutu buradan Büyük Millet Meclisi önündeki katafalkla taşınmış, 21 Kasım 1938 de Ankara Etnografya Müzesi büyük salonundaki kabire konmuştu. Burası geçici Kabir olması düşünülmüş, 10 Kasım 1953 tarihine, yani tabutun Anıtkabir'e nakline kadar 15 yıl süre ile Anıtkabir vazifesi görmüş, devlet başkanları, yerli ve yabancı heyetler ve halk tarafından ziyaret edilmiştir.
Nihayet 10 Kasım 1953'te naşı, Etnografya Müzesinden alınarak muhteşem bir törenle Anıtkabir'e nakledilmiştir
Atatürk'ün insanlık değerlerine içten ve büyük saygısı vardı. O, bütün insanlığın asırlar boyu övdüğü ile övündüğü meziyetleri üstün kişiliğinde toplamıştı. Hayatı boyunca gösterdiği davranışlar, bu meziyetleri sergiliyordu.
Atatürk'e göre "Milletleri idare edenlerin vazifesi, hayatı mutlu kılmak hususunda milletlerine yol göstermekti. Hayatta mutluluk, ancak gelecek nesillerin şerefi, varlığı ve huzuru için çalışmakla mümkündü O, karşılık beklemeksizin, insanlığın mutluluğuna hizmet edebilecek adam yetiştirmenin, en büyük zevk olduğuna inanmıştı.  İnsanları mesut edecek yegâne vasıta, onları birbirine yaklaştırarak, onları birbirlerine sevdirecek karşılıklı maddî ve manevî ihtiyaçlarını temine yarayan hareket ve enerji idi. Dünya barışı içinde insanlığın gerçek mutluluğu, ancak bu yüksek ideal yolcularının çoğalması ve muvaffak olmasıyla mümkün olacaktı. Bütün milletlerin çağdaş uygarlık düzeyinde birleşmesi, bu ortak uygarlığa dâhil olması Atatürk'ün en samimî arzusu idi. Çünkü O, insanlığın hepsini bir vücut ve her milleti bunun bir organı sayıyordu. Çünkü insanlığın yükselmesi, insanlık idealinin gerçekleşmesi bu şuurun ayakta tutulmasına bağlı idi. İşte Atatürk, görüş ve düşünceleriyle, bu yönüyle de insanlık tarihi önünde aşılamayacak bir büyüklüğü temsil etmektedir.
Diyebiliriz ki Atatürk, Türk toplumunda sadece çağdaşlaşma gereğini gördüğü için değil, bu çağdaşlaşmayı en kısa zamanda gerçekleştirecek yolu gösterdiği için ve nihayet çağdaşlaşmaya engel olan etkenleri cesaretle bertaraf ettiği için büyüktür. Esasen "Modern Türkiye'nin Kurucusu" sıfatını da işte bu büyüklüğünden almaktadır.

21. Yüzyılın Beyaz Altını Bor / Cemil Taşkıran

Bor madeni, bugün dünyada birçok bilim adamı ve araştırmacının onayından geçmiş ve 21. yüzyılın stratejik ve vazgeçilmez bir hammaddesidir. Türkiye, şu anda elinde bulundurduğu bor rezervleriyle dünyada tek söz sahibidir. Dünya genelinde tespit edilen verilere göre Türkiye, dünya bor rezervlerinin %72’sine sahiptir. Dünya’da 521 milyon tonluk rezervin 330 milyon tonu Türkiye’de bulunmaktadır.
Geçmişe bakacak olursak bir zamanlar dünya savaşları petrol için yapılıyordu. Ancak petrolün bitme noktası geldiği süreçlerde bor önem kazanacaktır. İleriyi gören ülkeler 200 veya 300 yıllık enerji ve yakıt birikimi yapmaya çalışıyor ve bunun için hangi madenlere ihtiyaç duyacağını şimdiden tespit etmeye çalışıyor. Bu hesaplar yapılırken o bölgenin halkı uyandırılmadan, farkına vardırılmadan yapılıyor. Bu görüş ile ileri sürülecek fikirlerden biri Türkiye’nin yaşadığı Musul – Kerkük sorunudur. Lozan Antlaşması’nda Musul – Kerkük hep ertelenmiş ve çözümü uzatılmıştır. Musul ve Kerkük için hep başka konulardan bahsedilmiş ve burada var olan zenginliğe değinilmemiştir. 90 yıl sonra bir bakıyoruz ki bu pazarlık “petrol” pazarlığıymış ve Türkiye bunun farkına varamamıştır. Bor madenlerinde de aynı hataya düşmemeliyiz ve bunun değerini şimdiden bilmek zorundayız. Olur da 3. Dünya Savaşı çıkarsa -ki Dünya üzerindeki enerji kaynakları tükenmeye yüz tutunca güçlü devletler kendi yaşamlarının devamı için zayıf ülkelere saldıracaklardır- Türkiye’de risk altındadır. Çünkü günümüz ve geleceğin santralleri artık nükleer santrallerden oluşacak ve bunun ham maddesi olan uranyumun zenginleştirilmesi için bor’a ihtiyaç duyulacaktır. Bunun dışında bor, tıp, eczacılık, nükleer santrallerde koruyucu, suni gübre, cam vb. alanlarda ham madde olarak kullanılmaktadır.
            Türkiye, 1961’den bu yana nükleer santral kurmaya çalışıyor. Ancak dış etkenlerden ötürü hep ertelenmiştir. Bugün Avrupa ve Amerika’da 472 nükleer santral var. İslam ülkelerinde ise sadece 1 tane -Pakistan’da- santral var. İran, nükleer santrali kurmak için uranyum %99 zenginleştirmeye ihtiyaç varken bu oran daha % 4’lerde iken AB, ABD bunu bir dış tehdit olarak algılıyor ve İran’a (şimdilik siyasi ve ekonomik olarak) saldırıyorlar.
            Kısacası, bor önemli ve geleceğin maddesidir. Belki de ilerde Türkiye daha da önemli bir ülke olacaktır. Bu durum ise bor’un önem kazanmasıyla doğru orantılı olacaktır.

Osman Gazi Üniversitesi Bor Uygulama ve Araştırma Merkezi internet sitesine gitmek için tıklayın.

Balıkesir Üniversitesi Bor Araştırma ve Uygulama Merkezi internet sitesine gitmek için tıklayın.

Maden Mühendisleri Odası 4. Uluslararası Bor Sempozyumu internet sayfasına gitmek için tıklayın.

Ankara'nın Taşına Bak / Zeynep Soner

Ankara; viran bir ülkenin yorgun insanlarına, yıkılmış olanı bambaşka biçimde kurmanın umut ve iradesini hissettirme mücadelesi vermenin romanı olarak kabul edilebilir. Bu iradeye sarılan yazar; döneminin umutlarını, heyecanlarını ve geleceğe
dair hayallerini; ideallerde kurulmak istenen ülkenin bir simgesi ve bir kurtuluş sembolü haline gelmiş olan “Ankara” kenti anlatımı ile
bizlere taşımıştır.

Bazı kitaplar vardır ki, yazıldıkları dönemin ruhunu, ümit ve hayallerini sonraki dönemlere de aktarır ve okuyucusuna her dönemde aynı heyecanı yaşatırlar. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Ankara isimli romanı, okuduğunuzda bu duyguları tekrar tekrar yaşadığınız bir tarihsel roman olma özelliği taşımakta. Ankara; kişiye tarihinin nasıl şekillendiğini anlatırken, bir yandan da geçmişten bugüne bakıp, geçmişi ve bugünü yeniden değerlendirme fırsatını vermekte. Türk edebiyatında şiir, öykü, makale ve romanları ile en önemli edebiyatçılarımız içerisinde yer alan Yakup Kadri
Karaosmanoğlu’nun Kadro Dergisini çıkardığı yılların bir ürünü olan bu roman, milli mücadele dönemi ve Cumhuriyetin kuruluş yıllarına tarihsel ve sosyolojik boyutları ile ışık tutmakta ve dönemin inkılâp umutlarını yeniden anlamlandırmanın kapılarını aralamakta. Ankara; viran bir ülkenin yorgun insanlarına, yıkılmış olanı bambaşka biçimde kurmanın umut ve iradesini hissettirme mücadelesi vermenin romanı olarak kabul edilebilir. Bu iradeye sarılan yazar; döneminin umutlarını, heyecanlarını ve geleceğe dair hayallerini; ideallerde kurulmak istenen ülkenin bir simgesi ve bir kurtuluş sembolü haline gelmiş olan “Ankara” kenti anlatımı ile bizlere taşımıştır. Milli mücadele döneminde başlayan roman, milli mücadele döneminin zaferle sonuçlanışı, Cumhuriyetin kuruluşu ve sonrasına uzanan geniş bir dönemin panoramasını sunmaktadır bizlere.
Ankara; milli mücadele dönemi ve ruhunu çarpıcı biçimde anlatan ve Cumhuriyetin kuruluş dönemi umutlarını ve hayal kırıklıklarını Cumhuriyet Türkiye’sinin ilk yıllarını yaşayan farklı kişilerin gözlemleri ile irdeleyen bir yanıyla
ütopik, ama aynı zamanda gerçekçi bir roman. Bir kadının, Selma Hanımın gençlik yıllarından orta yaşlarının sonlarına kadar yaşadığı hayat üzerine kurgulanan romanda, gönlü milli mücadele ve inkılâp arzusuyla yanan insanların hayatlarındaki
değişimlerle, Ankara ve Türkiye’nin yaşadığı dönüşüm anlatılmak istenmiştir aslında.
Roman üç bölüm olarak kurgulanmıştır. Yeni kurulacak ülkenin milli mücadele simgesi olan Ankara; ilk bölümde milli mücadele yılları zamanındaki anlamı ile resmedilmiş, idealist yurtsever insanların Anadolu’yu yeniden diriltme mücadelesi anlatılmıştır. Roman İstanbullu bir genç kadın ve bankacı eşinin Ankara’ya yolculukları ile başlamaktadır. Milli mücadelenin simgesi haline gelmiş olan bu kent,
genç kadını onun beklediği, ümit ettiği biçimiyle karşılamamıştır. Ankara, dar sokakları, geri kalmış insanları, bozkırları ile hiç de milli mücadelenin
kutsal kenti izlenimini vermemekte, taş ve toprak yığınından oluşmuş bir ehramı andırmaktadır. Ama Selma hanım bir şehre anlamını veren şeyin, bunlar değil, içinde taşıdığı ruh, mücadele azmi olduğunu çok geçmeden anlayacak, Ankara’nın bozkır sabahlarında yalnızca kendi uyanışını değil bir halkın da uyanışını sezecektir. Meşakkatlerini çektiği Ankara’nın ona, sabrı, tahammülü ve azmi öğrettiğini, iradesini yeniden yoğurduğunu fark edecektir. Romanın ilk bölümünün sonunda Selma
Hanım kocasından ayrılırken Ankara’ya ve onun ifade ettiği ulusal mânâya daha da bağlanmış, gözlerinin önündeki perde kalkmış olacaktır. İkinci bölüm Cumhuriyetin kuruluşu sonrasında; Anadolu’dan kopmuş, inkılâp felsefesini yitirmiş, şekli bir batıcılık hezeyanı ile hareket eden insanların Ankara’sına ayrılmıştır. Milli mücadele
zaferle sonuçlanmıştır ve yeni bir ülke inşa edilmektedir. Selma Hanım hayatının Yenişehir yıllarında, insanların nasıl bir değişime uğradığını görür. Milli mücadele döneminin en önemli isimleri, kahramanları, Cumhuriyet’in kuruluşu ile birlikte iş hayatına atılmış, bir yandan keselerini doldurma bir yandan da lümpen bir Batıcılık
yarışı işine girmişlerdir. Gösteriş ve şatafat övünç kaynağı olmuştur. Sanki birkaç yıl evvel müthiş bir sonun eşiğinden dönen insanlar bunlar değildir. Anadolu için yapılan mücadeleden sonra Anadolu unutulmuş, Ankara gösteriş arayışı içinde kaybolmaya yüz tutmuştur. Selma Hanım o milli ateşin hareketinden bu buzdan şehir maketinin
nasıl çıktığını anlayamamaktadır. Yaşadığı bu hezeyan yıllarını sonraki zamanlarda hatırlamak istemediği yıllar olarak anacaktır. Yazar ikinci bölümde Cumhuriyetin kuruluş sürecindeki yaşanmışlıkları gerçekçi bir bakış açısıyla romana yansıtmış ve umuttan umutsuzluğa geçtiği yerde, son bölümde, kendi inkılâp hayallerini okuyucuya aktarmıştır. Romanın son bölümü, bu çerçevede ikinci bölümde anlatılan dünyadan sıyrılma ümidini taşımaktadır. Yakup Kadri, milli mücadelenin yorgun insanlarına
inkılabın peşinden koşarak nasıl bambaşka bir ülke yaratabileceklerinin umudunu aşılamaya çalışmakta ve aslında bu yanıyla, ikinci bölümde ortaya çıkan düş kırıklığı ve umutsuzluğun karşısına romanının son bölümünde, yoktan var etmenin “mutlak iradeci” ütopyasını koymaktadır. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun özlemleri,
ne yazık ki, pek çokları için hâlâ birer “özlem” olmanın ötesine geçememiştir. Kitabın ilk basımından otuz yıl sonra Yakup Kadri tarafından romana yazılan önsözde, gerçek Ankara’nın “Ankara’yla” artan mesafesinin yarattığı kırgınlık kolayca sezilebilmektedir. Bugünse Ankara romanının, o saf insan eylemiyle tarihin dışından
zorla tarihin içine iteklenmiş, bir tür tanrısal tasarım olarak kabul edilmiş kenti, “Ankara’sı” artık yaşayan bir disütopya halini almıştır. Bugünün Ankara’sı kurtuluş sembolü bir kent olmanın ötesinde, düzenbazlığın kendi kendisini yönettiği bir “Cumhuriyet” kenti halini almıştır. Böyle bir Ankara’yı yeniden yazmaya ve yaşamaya
değer mi diye düşünmeye başlamanın verdiği sıkıntıyı, Yakup Kadri’nin Ankara düşünü dinlemek biraz olsun hafifletiyor. Yalnızca bu bile “Ankara”yı okumak için yeterli bir sebep kabul edilmez mi?

Tanyeri Dergisi'ne teşekkürler.

kimsesiz olamaz hayat (ANNEM) / Nuriye Nira Uzun

yalızlık bile yetişemiyor bazen kimsesizliğime
öyle kimsesizim ki hayat bile kıskanır 
ama o benim gibi kimsesiz  olamaz
ay olmadan güneş doğmadan
rüzgarı esmeden, ağaçlarının dallar kükremeden 
kuşları uçamadan ölürlerken kimsesiz olamaz hayat
sahip çıkması gerektiğini ona ihtiyacı olanları görürken 
kimsesiz olamaz hayat
gözyaşlarını dünyaya serpiştirmeden
içindekileri yosunlu yüreğine vuramadan
ağlayamaz Annem... 


Özleniyorsun.. / Gülşah Büyüker

Özleniyorsun..
Ne uzaktı bir zamanlar bu kelime
Şimdi ise dilimden düşmüyor
Gece gündüz fark etmiyor..
Her daim aklımda ve kalbimdesin
İşlemişsin tüm hücrelerime
Bende , sen varoldun fark etmeden..
Aklımda kalan birkaç güzel hatıra
Ne kaldı peki elimde avucumda ?
Koca bir hiç koca bir özlem..
Gözlerinle uyuyup gülüşünle uyanıyorum
Bunların birer hayalden ibaret olduğuna inanamıyorum..
Nasıl kandıysam o gülüşüne , gözlerine
Hayaline de kanıyorum bile bile..

Gitme ! diyebilseydim keşke
Hergün aşkımı haykırıp bunaltsaydım seni
Herşey daha farklı olurdu belki..
Sende biliyorsun keşkelerle yaşanmıyor
Ben heran keşkelere kahrediyorum
Yaptığım gururdan utanıyorum..
Sen gideli duvarlar ördüm yüreğime
Yerin dolmasın diye , başka bir sen olmasın diye
Hayaller yok umutlar yok
Belkilerle dolu hayatım..
Belki unutmadın beni
Belki hala beni seviyorsundur
Milyonlarca kadar BELKİ...

Söyleyemediklerim kaldı ardında
Şimdi karşımdasın ;
Gitme ! yüreğimde kal
Ömrümün yollarında yürüyelim elele
Zamanım ol, seninle akıp gideyim
Yüreğimde kal ve ben seni hep solumda hissedeyim

Ne zordu bunları sana söylemek
Gideceğini bile bile kal demek
Ne zor yokluğunda seni sevmek
Sevip ölmek, öldükten sonra bile seni sevmek ... !!

Sahnenin Kutsal Duası Hrotsvit / Elif Soykan

İlkler önemlidir. Hep önemli olmuştur. Ne kadar bilinir ya da neyin ilki bilinir bilinmez. Yine bir ilk var. Döneminin tüm zorluklarına, mesleğinin dayatılarınadan önce kendi iç savaşının galipsizligine rağmen bir kadın var. Hrotsvit of Gandersheim. Bilinen ilk kadın oyun yazarı. Hrotsvit bir rahibedir. İçinde yaşadığı dönem kilisenin tiyatroyu dünyanın pislikleriyle dolu, şehvet düşkünü ve ahlaksız bulduğu 10.yüzyıl Almanya'sıdır. Hrotsvit, mystery ve morality türlerinde; Gallicaonus, Dulcitius, Callimachus, Abraham, Pafrutius ve Sapientia isimli altı oyun yazmıştır. Bu oyunlar döneminden çok sonra ortaya çıkmış ve uzunca bir süre de değeri anlaşılmamıştır. Kadın tiyatrosu denen kadınlara ait sorunların anlatıldığı ve tüm icra edenlerin kadın olduğu tiyatro türünde Hrotsvit'in çok önemli bir yeri vardır. Hrotsvit, bir rahibedir. Dünyanın tüm çirkinlik ve ikiliklerinin farkına varmış zeki bir kadındır. İnsanları farkındalığa kavuşturmanın en iyi yolunun sahneden geçtiğini anlamış ve baskılar altında, kağıt ve kalem ile derin bir yakınlık kurmuş ve oyunlar yazmıştır. Hrotsvit'in oyunları Orta Çağ'ın kısıtlı tiyatrosunda kendine kolaylıkla yer bulabilecek nitelikteyken kadının ötekiliği, Orta Çağ'daki yeri buna izin vermemiştir. Hrotsvit'in oyunlarının geç farkına varılmasının ve döneminde çok fazla ses getirememiş olmasının nedenlerini Alman tiyatro geleneğinde kadınların görünmezliği üzerine bir çalışma yürüten araştırmacı Sigrid Novak, kadınların nitelikli dramatik üretimde bulunamayacağına dair kalıp yargıyla ve kadın sanatçıların yazınlarındaki kadın karakterlerin erkek kriterleri ile değerlendirmesiyle açıklamaktadır.
Hrotsvit'in oyunları birçok erkek meslektaşının oyunlarından daha üstün nitelikli olmasına rağmen geri planda kalmıştır. Çünkü,Orta Çağ Almanya'sında üreten kadından ürettikçe korkulmuş ve özellikle kilise dayatmalarıyla baskı altında tutulmaya çalışılmıştır.Hrotsvit tiyatrosu erkeklerin yazdıği kadın rollerinden tamamen farklıdır.Hrotsvit, kadınların üzerindeki erkek dayatmasını konu edinmiştir. Hrotsvit, 10.yüzyılda Almanya'da, kilise de görevli bir rahibe iken yazdığı oyunlar ile hala daha günümüz kadın tıyatrocularına örnek olmaktadır. Kadın tiyatrosu edebi metinler, izlekler olmadan önce kıyıda köşede bırakılan alternatif tiyatro akımları çerçevesine sokulmak istenmektedir. Ama unutulmamalıdır, Hrotsvit gibi örnekler gün yüzüne çıkıp bilinmeye başlandıkça kadın sanatçılar davalarının büyüklüğünü bir kez daha farkedecek ve asla vazgeçmeyecektir.

Sanatın Tarihine Kısa Bir Bakış / Ebru Çolak

Sanatın nasıl doğduğu ortaya çıktığı günümüzde hala bilinmemekte ancak kabul edilen görüş sanatın insanla birilikte var olduğudur. Peki ilk sanat eserleri dediğimiz ilkel dönemde yapılan çeşitili heykel ve resimler gerçekten birer sanat eseri düşüncesiyle mi yoksa bir ihtiyaç sonucu mu yapıldılar
Uzak geçmişteki insanların günümüzde bile hayranlık uyandıran bu eserleri yapmaya iten neden neydi?Mağara duvarlarına yapılan resimler, tahta üzerine müthiş bir ustalıkla oyulmuş figürler..Peki tüm bu eserler güzellik, estetiklik duygusuyla mı yoksa bir ihtiyaç sonucu mu ortaya çıktılar herhalde geçmişteki atalarımız zar zor ulaşılan mağara derinliklerine sanat yapmak amacıyla girmemişlerdir. Mağara duvarlarında bulunan ve canlı gibi duran bu mağara resimleri ilk bulunduklarında arkeologlar bunların o dönemin insanları tarafından yapıldıklarına inanamışlardır. Ancak yapılan araştırmalar bu resimlerin onları çok iyi tanıyanlar tarafından yapıldığını ortaya koymuştur. Bunlar imgenin etkisi inanışının en eski örnekleridir.Belki de bu insanlar yaptıkları hayvanların resimleriyle avın iyi geçeceğine inanmışlardır. Ya da ilkel kabilelerin ayinlerde kulandıkları ilginç maskeler de imgenin etkisine güzel bir örnektir. Avdan önve takılan bu maskelerle hayvan kılığına girerek avın başarılı geçeceğine inanıyorlardı. Aynı şekilde heykeller ve yapılan diğer eserler de öyle. Bu eserlerin hangi amaçlarla yapıldıklarını anlamadan geçmişin sanatını da anlayamayız. Dolayısıyla bunları salt sanat yapıtı olarak değil belirli görevleri olan nesneler olarak algılamalıyız. Ve ilkeller için sanat istenilen etkiyi yaratmadır yani imgelerin gücüne duyulan inanıştır onların sanatına etki eden. Bir kabileye ait üzerinde birsürü figür bulunan bir tahta parçası bize ilginç geliyor olabilir ancak oradaki her bir figür anlamı vardır ve bu sadece o kabilenin inanları tarafından bilinir.
Dolayısıyla uzak geçmişte yapılan bu birçok sanat eserinin anlamı bu acayip geleneklerle bir anlamı olmasından ileri geliyor.Ve bizim bugün saant olarak nitelendirdiğimiz ama yalnızca imgelerin, dönemin inanışının ürünü olan bu eserleri anlamak için onlarda var olan hikayelerle birlikte anlamayı unutmamalıyız.

Yalın | 2004 - 2009



Biyografi
Kargo grubunda çalışan Selim Öztürk'ün prodüktörlüğünde hazırlanan "Ellerine Sağlık" albümü ile tanındı. İlk bestelerini, St. Michel Fransız Lisesi'nde okuduğu yıllarda Yurdaer Doğulu ve Doğan Canku Müzik okullarında gitar dersleri alırken yapmaya başlamıştır. Halen eğitim gördüğü İstanbul Bilgi Üniversitesi Ekonomi Bölümünü kazandığı dönemde ise beste çalışmalarını hızlandırdı ve albüm demolarını hazırlamaya başladı.
Müzik televizyonlarında ve radyolarda en çok istek alan şarkılar "Zalim", "Sonsuz Ol" ve "Günaydın" klipleri MTV Wold Chart Express listelerinde de 1 numaraya yükseldi. İlk albümüyle birçok ödül alan Yalın’ın şarkıları Yunanistan ve Bulgaristan’da da listelere girdi."Ellerine Sağlık" albümü ilk haftada 300 bin kopya satarak pop dünyasında kırılması güç bir rekora imza attı.Toplamda 800 binden fazla satan debut albümü ortalığı yerinden oynattı.
İkinci albümünden de "Küçücüğüm", "Bir Bakmışsın", "Keşke" ve "Ben Bilmem" olmak üzere 4 video klip çıkartan sanatçının üçüncü albümü ise 26 Mart 2007'de piyasaya sürüldü. "Herşey Sensin" adlı albümün çıkış parçası da albümle aynı adı taşıyan parça, Herşey Sensin olarak seçildi.
Yalın 2004 yaz sezonu boyunca 40'a yakın konser vermiştir. 2005 yılında İstanbul'da Rumeli Hisarı Konserleri ve Harbiye Açık hava Konserleri başta olmak üzere yedi konser daha vermiştir. Ayrıca Türkiye çapında birçok üniversitenin Bahar Şenliklerinde sahne aldı.

Diskografi

01 - Ellerine Sağlık | 2004


 
  1. "Zalim"
  2. "Sonsuz Ol" 
  3. "Değmez" 
  4. "Sahte"
  5. "Günaydın"
  6. "Aşkta Telafi Olmaz"
  7. "Son Aşkım"
  8. "Tek Gecelik Aşk Masalı" 
  9. "Seni Buralarda Bir Özleyen Var"
  10. "Meleklerin Sözü Var"
------------
02 - Bir Bakmışsın | 2005


  1. "Küçücüğüm"
  2. "Bir Bakmışsın"
  3. "Keşke"
  4. "Ben Bilmem"
  5. "Aşk Ne Demek"
  6. "İstanbul Benden Büyük"
  7. "Eyvahlar Olsun"
  8. "Yağmur"
  9. "Seviyorum"
  10. "Üzülme" 
 ------------ 
03 - Her Şey Sensin | 2007


 
  1. "Koyver"
  2. "Cumhuriyet"
  3. "Herşey Sensin"
  4. "Ama Olsun"
  5. "Sen Dönmeden Uyumam Bu Gece"
  6. "Gelme"
  7. "Kalamadım"
  8. "Ara Sıra"
  9. "Güle Güle"
  10. "Alışmak Zorundayım" 
------------

04 - Ben Bugün | 2009


  1. "Ah Be Kardeşim"
  2. "Nezaketten"
  3. "Bir Tek Sen Eksiksin"
  4. "Bit Pazarı" - 3:28
  5. "Nerden Nereye"
  6. "Başka Hayatların Kadını"
  7. "Aşk İstiyoruz"
  8. "Ki Sen"
  9. "İki Kişi"
  10. "Uzaktan Dünyalı"
  11. "Terazi"
  12. "Duyulurum" (Bahçe Vers.)

    Özen Yula'yı facebook'tan Okumak / Murat Mutlu

    Özen Yula… ”Arızalı Kalpler” kitabıyla tanıdığım henüz 9. sayfadayken “… arızalı kalpler de vardır. Kendisini durdurana kadar aynı acıyı çeken, çekmek için çaba gösteren.”Cümleleriyle yakınlaştığım, henüz ilkokul öğrencisiyken okuduğum, yazarını hatırlayamadığım, bir babanın oğlunu yine oğluna anlattığı “Sana Seni Anlatmak” kitabının ismi gibi “Sana Seni Anlatıyor” Özen Yula. Erkek çocuklar aksini iddia etseler de onları en iyi anlayanların başında baba gelir. Sanatçılar da öyle. Bu yüzden insanları (tüm insanlar çocuktur) yine insanlara anlatan onları kendilerini keşfetmek için yol gösteren, Buket Uzuner’in deyişiyle hayattaki fenerler olan “gözlerdeki ışık”ı güçlendiren, sönmüşse tekrar yakan, yakmak için çırpınan sanatçıların özel bir yeri vardır. Baba ve sanatçı dışında bunu yapacak kişi sayısı çok azdır çünkü.
    Özen Yula bu noktada benim için çok şey ifade eder. Yazdığı anlatmaya çalıştıkları onu okuyan çoğu insan (çocuk) gibi beni de etkilemiş, “ Bana beni anlatmıştır”. Bazen isyan edercesine karşı çıksam da aslında haklı olduğunu fısıldıyorum kendime.
    “Bülbül çilemeye gelir, tabiatındandır. Kiraz ağacı çiçeğe durur, tabiatındandır. Kelebek bütün renkleriyle uçmak zorundadır, tabiatındandır. İnsan bülbülü tutsak eder, kafese koyar; kiraz ağacının çiçeklerini yolar; kelebeği iki eli arasına sıkıştırıp örseler. İyi ve güzel şeyleri cezalandıran, düşünmeden örseleyen, yok eden ve buna kendinde hak bulan, asıl önemlisi bunu kendi türüne de yapan tek varlık insan.” (8 Temmuz 2010) diyerek insana hakkını veriyor. E haklı ama!
        “Arızalı” bir kalbin arızalıkta inat ettiği bir dönemde Özen Yula’yı sadece kitaplarıyla değil, başka yönleriyle tanımak istediğinde imdada önce facebook sonra twitter gibi sosyal(!) ağlar yetişti.
    Kendisinin de dile getirdiği “ne çok dost biriktirmiş” burada. “İnsana (çocuğa) İnsanı (çocuğu) Anlatan” birkaç cümleden oluşan yazılarıyla… Her yaşından, her döneminden…
    Okuduklarını, izlediklerini, dinlediklerini eleştirir, tavsiye eder. ”Bakın ,, Hayattaki fenerleriniz için uğraşan tek kişi ben değilim; Münir Özkul, Adile Naşit, Hulusi Kentmen, Nubar Terziyan, Mualla Sürer, Sema Kaygusuz, Mine Söğüt, Ahmet Karcılılar, Ece Temelkuran… var.,, der gibi.
    Neler yazmadı ki artık zorunluluk haline gelen Facebook’tan. İşte onlardan bazılarını kendim için, hatırlamak için aldım. Onlardan bazılarını da sizler için derledim elbette iznini alarak.


    “Dar balkonlarımızda evlerden azade hayatlar biriktirdik. Tozlu, solmuş, eprimiş, başkaları için değeri kalmamış. ama bizi biz yapan, burnumuzun direğini sızlatan, geçmiş yazları, baharları hatırlatan. Nice bitkinin gövermesine tanık olduğumuz. Balkonlar, hayatımızın dışarı vuran yüzü. Balkonlar, bir sigara içimlik, kalbimizden ince bir sızı geçirecek bir şeyleri hatırlatan. Balkonumda senden ne çok şey kalmış.” (13 Temmuz 2010)


    "Gel, istersen acı ol gezin bu vücutta, canım yansın; istersen şiddetli bir fırtına sakin sokaklarımı birbirine katsın. Gel, güz gelsin, dünya kahverengi-kızıl bir dokuda donsun; istersen sesin su sesi olsun, avluda harelensin. Gel ki iklimimde gün geceye dönsün, esvedinde revnaklar sönsün. Anladım ki beni ben eyleyen sensin. Evvelden senle kurulmuş bu kederli hikayem, artık gel!" ARADA BIR OYUN'dan" (12 Temmuz 2010)

     
    “Bazen birçok şeyi anlatmak mümkünken, bırak kimse bilmesin. Her şey senle yaşasın, sen varken var olsun ve sonra gitsin. Bırak. Hayatın izin verdiği kadar varız. Bari bir devir de suskunluk hüküm sürsün. Sen yaşa!” (12 Temmuz 2010)


    “Nubar Terziyan olsa şimdi, Mürüvvet Sim, Aziz Basmacı, Sami Hazinses, Cevat Kurtuluş, Mualla Sürer, Vahi Öz. Elbette Hulusi Kentmen, Adile Naşit ve Münir Özkul. Bir sokaktaki hayatları oynasalar. Gururlu olsalar, yenilmiş ama umutlu. Gülünç durumlara düşseler, küçük hüzünler yaşasalar, dertleri olsa, kederlenseler, uykusuz kalsalar. Ama her şey iyi bitse. Ve bize hayata dair umut verseler. Keşke!” (11 Temmuz 2010)


    “Şarkılar ve yazarlar yalan söyler ama dünya daha güzel görünsün, insanlar dayanabilsin, sabredebilsin diye. Politikacılar ise daha güzel görünmek için yalan söylerler.” (20 Eylül 2010)


    Gülümse… Güzel bir şey olsun sana, sen güzel ol, dünyayı güzelle. Buruk değil ama! Candan... Şöyle havalara bakıp bakıp da. Deli desinler. Gerçeğini sen bil, gülümse... Şu koskoca hayatın büyük bir tebessüm olduğunu, sen olmadan eksik olacağını düşün ve gülümse. Yanaklarına renk, dudaklarına tat gelsin. Hadi gülümse!” (10 Temmuz 2010)

    “Bir sınırı geçmek hayatını iyi yönde değiştirecekse o sınırı geçmek evladır. Bir de ömrü boyunca sınırda yaşayıp geçemeyenler var. İyi gelecekse, insanın içinde o his varsa o sınır geçilmeli. Yoksa beklenmeli.” (5 Temmuz 2010)


    "Kiraz sesli kadın, nefesi menekşeli adam, güz giyinen teyze ,sesinde dallara taş değiren çocuk, her gece aydan ısırık alan kız beraberce bir fotoğrafta konaklamışlar. Eprimiş, sepya. Sonra kaybolmuşlar zamanda, kimse bilmemiş. Hafıza gözlü bir suskun gelip görmüş kartpostalı.Vakanüvis olmuş kayıp bir masala .Sonra hiçbiri kalmamış. Masalın özü; suda dinlenen çocuk yüzü, sonra o da kalmamış. Yazı saklamış onları, esirgemiş." (10 Temmuz 2010)


    “Gülersin, yemek yersin, susarsın, aşık olursun, gücenirsin, öfkelenirsin, değersizleşirsin, kalbinden kuşlar geçer, canından kelebekler; işaretler ararsın, bulursun, bulduğunu sanırsın, tuvalete gidersin, televizyon seyredersin, telefonla konuşursun, klasik müzik dinleyeyim dersin, kitaplar karıştırırsın, anıları karıştırırsın, çarşafları kırıştırırsın, derken saçma bir şarkının tek kelimesiyle avaz avaz ağlarsın, geçer.” (9 Temmuz 2010)


    “Bülbül çilemeye gelir, tabiatındandır. Kiraz ağacı çiçeğe durur, tabiatındandır. Kelebek bütün renkleriyle uçmak zorundadır, tabiatındandır. İnsan bülbülü tutsak eder, kafese koyar; kiraz ağacının çiçeklerini yolar; kelebeği iki eli arasına sıkıştırıp örseler. İyi ve güzel şeyleri cezalandıran, düşünmeden örseleyen, yok eden ve buna kendinde hak bulan, asıl önemlisi bunu kendi türüne de yapan tek varlık insan.” (8 Temmuz 2010)


    "Eksilmiş tarihimizde o kayıp kelimeleri kim bulup ekleyecek birbirine, hakkini kim verecek o eski cümlelerin? Şedaraban'i kim dinleyip gözlerinden inecek yaşları kim öpecek? Gidiyorsun ya sen... Sen, artık tarihin kadar noksansın, onun kadar küllenmiş, onun gibi isli. Bir aynada ikimize yer kalmadı. İsterdim ki hazin bir gözde bir kor damla olalım senle ,akmadan kalalım kirpiğin gölgesinde. Çok geciktik, çok geçti bizden!" (6 Ağustos 2010)


    “Üst üste “Ejder Kapanı” ve “Yahşi Batı”yı izledim. Geç oldu, güç olmadı! Ejder daha çok bir David David Fincher etkisinde. Yağmurlu, ıslak ve karanlık İstanbul’da seri cinayetler. Kenan İmirzalıoğlu, Uğur Yücel zaten usta artık. “Yahşi”de ise Cem Yılmaz gerçek bir komedyen. Artık usta. Yanında iyi bir ekip Ozan Güven, Demet Evgar. İkisi emekle çekilmiş iyi zaman geçirten filmler. (19 Eylül 2010)


    "Richard Greenberg'ün çok iyi oyunu "Three Days of Rain". 1997'de yazılmış.2006'daki rejide Julia Roberts oynamış kadınları. Üç kişinin ve ilginç iki aşk üçgeninin hikayesi. 1995 Manhattan'ından 2. perdede 1960'a gidiyoruz. Ve bu üç kişinin anne ve babaları arasında geçen eski bir ilişkiyi görüyoruz.1. perdenin boşlukları 2. perdede ustaca doluyor. Mimari, yaratı, avarelik, yok edici tutku ve sığınma üzerine nefis bir oyun."

    (06 Eylül 2010)

    6-7 Eylül'ü unutma, 11 Eylül'ü unutma, 12 Eylül'ü de unutma! Mehmet Rauf'un Eylül'ünü de unutma! Ben olsam hayır derdim. Ama bu benim derdim! Bir de "Bu, 'ben'im!" derdim. Derdim derdim! 12 dev adam da devleşmiş derdim. Din devletleştirilmiş derdim. Ama yandığım kendi derdim! Az önce erdim! Yeterdim! (12 Eylül)
    "Hayat karşıtlıkların bir arada yaşandığı büyük bir mucize. Kıl payıyla devam ediyor. Herhangi bir göktaşı bu dünyanın sonunu, küçük bir lokmanın boğazına kaçması insanın sonunu bir anda getirebilecekken, her şeyin dönüşmeyeceğini, bugünün, hatta yarının da bir gün 'dün' olmayacağını sanma gafletine kapılmayalım. Her şey küçük bir hareketle ‘dönüşmeye’ baslar. Zamanı gelince!" (14 Eylül 2010)


    Her birinize ayrı ayrı teşekkür ederim. Ben, güzel dost ve arkadaş biriktirmişim. Her yaşımdan, her dönemimden. Yeni tanıdıklarım var, çok özellerim de, ana yadigarlarım, hatta tanışmadıklarım da. Hepiniz değerlisiniz bana. Hayatimin bugüne kadarki ayrı dönemlerini hatırlattınız, yasattınız yeniden. Bir insan bunun için neler vermez ki, hepimiz biliriz. Verdiğiniz değer için sevgi ve saygılar. (8 Eylül 2010)