Aykırı Bir Tabusallık / Elif Soykan

Aile. Aile kavramı.Birçok toplumda -Türkiye de bunların başında geliyor- aile kavramı tabusaldır. Aileye dokunulmaz, aile kutsaldır. Mutlu bir aile ulaşılması gereken biricik erektir. Aile içinde yaşananlar yine aile içinde kalır. Kimse karışamaz, yorum yapamaz. Doktorlarla, bilim insanlarıyla -aslında genel olarak bilen kişilerle demek daha doğru olur- bile aile ve aile sorunları tartışılmaz. TABUYU YIKMAK Bu saklı kutuyu açmak tehlikeli ve cesur bir iş biliyorum ama sadece açmayacağım bu saklı kutuyu karıştıracağım da. İLK OLUŞUMLAR Bireyin karakterinin, duygu ve düşünce dünyasının ilk şekillendiği yer ailedir. Siyasi, dini görüşlerimizi, hayata bakışımızı, olayları yorumlayış biçimimizi dahi ailemiz oluşturur. İlk eğitimimizi aileden alırız; yemek yemeyi,oturup kalkmayı ve bireyin biricik ve en temel kendini ifade etme aracı olan konuşmayı aileden öğreniriz. Ailedeki bireyleri taklit eder, onların dilek ve arzuları çerçevesinde yaşamımızı yavaş yavaş şekillendirmeye çalışırız. Bireyi, birey yapan ilk ve en temel öğenin aile olduğu düşünülürse, bireylerin de toplumu oluşturduğu ve bir bütünü temsil ettiği düşünülürse, ailenin içine girmenin,sağlıklı bir aile oluşturabilmek için aile kavramının derinliklerine inmenin ne kadar önemli olduğu ortaya çıkacaktır.
DOKUNULMAYAN VİRANELER
Aile içinde yaşanan sorunlarla yakın akrabalar dahi pek ilgilenmek istemeyebilir. Çünkü; aile içinde yaşanan sorunlara müdahale edilmesi -babaya,çocuğunu neden azarladığının, neden küçük düşürüldüğünün sorulması gibi-özel yaşamı ihlal, aile yaşantısına saygısızlık olarak kabul edilir. Hatta bir sorunu ortadan kaldırmak için girişilen mücadele sonucunda; aile bireylerinin ayrılmasına neden olmak  -ya da sağlamak- "günah"olarak kabul edilir.

AİLELERİ BASKICI OLANLARIN KENDİ KURDUĞU AİLE DÜZENİ DE AYNI ŞEKİLDE OLACAKTIR!
 Baskıcı,aile bireylerinin birbirine saygısız,eşitlikten yoksun bir aile ortamında yetişen çocuklar kendi ailelerin de aynı yöntemi uygulayacak-ruhsal gelişimini bu şekilde tamamlamamış olan birinden başka türlüsü beklenemez-ve sağlıksız bireyler yetişmeye devam edecektir. FARKLI ÇIKIŞLAR Aile içinde mutsuz olan çocuklar dışarıya ve zararlı alışkanlıklara daha açıktır.Mutluluğu asıl istediği yerden ailesinden alamayan çocuklar,zararlı alışkanlıklarla mutluluğu yakalayacağını düşünebilir.Küçük yaşlarda alkol,sigara,uyuşturucu gibi zararlı alışkanlıklarla tanışan bireylerin aile ortamları ya yoktur ya da sorumsuz ve baskıcıdır. Yetişkin hayatlarımızda yaşadığımız birçok psikolojik travmanın nedeni de yine ailemizdir!
 
SONUÇ YERİNE
Bireyler toplumu oluşturur ve toplumun temel birimi-yapı taşı-ailedir.Aile mutluluğu,bilinci,eğitimi toplumun mutluluğu,bilinci,eğitimidir. Sağlıklı bir toplum için önce sağlıklı aileler kurmak gerekir.Bunun için aile hayatını tabusallıktan kurtarmak,daha tartışmaya açık hale getirmek gerekir.Unutmamalıyız ki,en büyük mutluluklarımızı ve en büyük acılarımızı çocukken yaşarız ve çocukken en yakınımızda daima ailemiz vardır.Kimi zaman öldürücü kimi zaman yaşam kaynağıdır aile.Bazen kendimizi keşfetmemizi sağlar,bazen de hiç bir zaman kendimiz olamamamıza neden olur. Eğitimli ve sağlıklı aileler,eğitimli ve sağlıklı bir toplum dileğiyle...

Nilüfer Hepsi Bu... / Bircan Usallı Silan

Nilüfer… Türk pop müziğinin güçlü sesi… Dilimize dolanan şarkıların yorumcusu. En güzel şarkıların, kalabalıkları çoşkuyla bir araya getiren konserlerin, Türkiye’nin Nilüferi. Her zaman ölçülü, her zaman mesafeli. Hep ayakta. Aynı kararlı, aynı sağlam duruşla. Dimdik. Fakat hep bir perde var, yüzünü gölgeleyen, duygularınıgizleyen, gerçek Nilüfer’i sakınan. Ancak o perdenin diğer tarafına geçebilenler, ona en yakın olanlar gerçekten tanıdılar Nilüfer’i… İşte şimdi açılıyor o perde. Nilüfer’in basın danışmanı ve can dostu gazeteci yazar Bircan Usallı Silan teybi uzattı Nilüfer’e, anlattırdı hayatını.Duygularını, çoşkularını, korkularını, ilah Nilüfer’i değil insan Nilüfer’i, o kadını anlattırdı… Perde aralandı… Uzun, çok uzun süren sohbetlerin ardından bir kitap çıktı ortaya: Hepsi BuYalnız, küçük bir çocuk da var bu kitapta. Annesinin hastalığıyla mücadele eden güçlü bir kadın da. Yorgunluk da var, bitmez tükenmez bir enerji de… Acılar da, sevinçler de… Hepimiz neler yaşıyorsak, her şey var. Hepsi bu…Annesi ve babasıyla birlikte mutlu bir çocukluk yaşarken hiç aklına gelmiş miydi bir gün Türkiye’nin en önemli yorumcularından biri olacağı?..Göztepe’de yazlıktayken sokakta birlikte oynadığı arkadaşlarıo Nilüfer’in bu Nilüfer olduğunu hatırlıyorlar mı acaba?Ya İtalyan Lisesi’nde birlikte okuduğu arkadaşları?..Babasının ölümünü nasıl haber aldı?Onun şöhretle ilk tanıştığı yıllarda hafif müzik dalında kimler vardı, neler yapılıyordu?Daha sonra yolu kimlerle, nasıl kesişti?İlk aşkı kimdi? Ya en büyük hayal kırıklığı?O şarkılar, hepimizin şarkıları nasıl yaratıldı?Bu renkli dünyada yaşanan dostluklar neler hissettirdi ona?Kızıyla nasıl tanıştı, nasıl karar verdi anne olmaya?Aşksız kalabilir mi o? Yorgun düştü mü hiç aşktan?Nilüfer’in hayatına dair sıcak bir kitap: Hepsi Bu...


NilüferHepsi Bu...
Yazan: Bircan Usallı Silan
Biyografi328 sayfa
22 TL
Doğan Kitap

Cinayetin Tarihi / Pieter Spierenburg


Kılıçlar, sopalar, düellolar, namus ve aşk cinayetleri… Erkek erkeğe kavgalar, aile içi katliamlar ve soygun amaçlı öldürmeler… Suç ve şiddetin kategorileştirilmesi, soruşturulması, yıllar boyunca akıllarda kalması, konuşulması… Kadınlar, erkekler ve seri katiller… Ortaçağ’da insanlar, cinayeti şerefli bir savunma ya d...a intikam eylemi olarak görüyorlardı.
Kavgadan kaçmak ya da intikamı ertelemek, itibar kaybıydı. Sonraları soylular, alt sınıflardan insanlarla hiçbir biçimde kavgaya girmez oldular.
Saygın vatandaşlar gerektiğinde kendilerini savunmak zorunda kaldılarsa da, bıçak kavgalarına dâhil olmayı reddettiler. Bıçak kavgası, alt sınıfların sakilliğini taşıyordu; izlenebilirdi ama katılmak yersiz ve mantık dışıydı.
Çatışmalar erkekler arasında gelişiyordu ve öğrenilmiş cinsiyet rolleri, kadınları, katil olmaktan alıkoyuyordu. 19. yüzyıla gelindiğinde şeref kavramı yeniden tanımlanıyor, uygarlaşmanın sonucu olarak kan davaları ve bıçak kavgaları, siyasal iktidarın daha az nüfuz edebildiği, ekonomik olarak az gelişmiş bölgelere kayıyordu. Bugün, küreselleşmeyle birlikte yaşanan göç ve organize suçlar, uygarlaşma eğrisini yanlışlayacak biçimde metropollerde yoğunlaşıyor. Pieter Spierenburg, Ortaçağ’dan günümüze cinayetin tarihini, ustalıkla anlatıyor.
“Cinayet düzeyinin yüksek olduğu Ortaçağ’da, insanlar cinayetten korkmuyorlardı. 19. yüzyıla doğru öldürme fiilleri azaldıkça, korku arttı.
Ancak 20. yüzyıl boyunca, bu ters bağıntı ortadan kalkmaya başladı. Şiddetin en düşük noktaya indiği 1950’ler ve 1960’larda, başka toplumsal kaygılar öne çıktı ve cinayetlerin 1970’ten sonraki artışına, şiddete karşı yükselen bir duyarlılık eşlik etti.”

Cinayetin Tarihi – Ortaçağ’dan Günümüze Avrupa’da Bireysel Şiddet
Pieter Spierenburg
Çev. Yiğit Yavuz
İletişim Yayınları
376 s.
22,00TL

Küresel Isınma / Murat Mutlu

Genel Tanım:
Küresel ısınma, insan tarafından atmosfere verilen gazların sera etkisi yaratması sonucunda, dünya atmosferi ve okyanuslarının ortalama sıcaklıklarında belirlenen artışa verilen isimdir.

Küresel ısınma son 50 yıldır saptanabilir duruma gelmiş ve önem kazanmıştır. Dünya'nın atmosfere yakın yüzeyinin ortalama sıcaklığı 20. yüzyılda 0.6 derece artmıştır.İklim değişimi üzerindeki yaygın bilimsel görüş, "son 50 yılda sıcaklık artışının insan hayatı üzerinde fark edilebilir etkiler oluşturduğu" yönündedir.

 Küresel Isınmanın Nedenleri:
İklim sistemi içsel ve insani etkiler, güneş hareketleri ve sera gazları, gibi nedenlerden etkilenmektedir. Bu değişimin detaylı nedenleri açık bir araştırma alanıdır ama bilimsel çoğunluk sera gazlarının son zamanlardaki sıcaklık artışının başlıca nedeni olduğunu belirtmektedir.
Atmosferdeki karbondioksit ve metan oranlarındaki artış dünya yüzeyinin sıcaklığını yükseltmektedir.Karbondioksit oranındaki artış dünyanın yüzeyini ısıtmakta ve kutuplara yakın buzların erimesine yol açmaktadır. Buzlar eridikçe yerlerini kara veya sular almaktadır. Kara ve suların buza oranla daha az yansıtıcı olması güneş ışınlarının emilmesini arttırmakta dolayısıyla buzullarda daha fazla erimeye yol açmaktadır.
50 yıl önce saptanan bu tehlikeli olgunun son birkaç yıldır dünya gündeminin ilk sıralarına yerleşmiş olmasının birçok nedeni vardır.Özellikle son birkaç yıldır Abd’de meydana gelen can ve mal kaybına neden olan şiddetli kasırgalar (2005 yılında Abd’de meydana gelen Katrina Kasırgası’nda 1,836 kişi hayatını kaybetmiştir.),yine Abd,Avustralya ve diğer ülkelerde haftalarca süren orman yangınları,doğadaki canlı çeşitliliğinin eskiye nazaran daha hızlı azalması,medyanın bu konu üzerinde daha sık durması,TEMA,Doğal Hayatı Koruma Vakfı,Green Peace(Yeşil Barış) gibi dünyaynın her yerinde örgütlenmeyi başarabilen sivil toplum kuruluşları,teknolojinin gelişmesiyle ineternetteki çevreci veb sayfalarının artması ve elbette insanların bilinçlenmesi bu nedenlerin başlıcalarıdır.
Gerek ülkeler,gerek medya gerekse de iş dünyasının bu konu üzerinde çalışmalar yapması,projeler oluşturup uygulamaya çalışması iyi niyetli bazı adımlardır.
Ülkeler arası çalışmaların kilometre taşlarından biri olarak nitelendirebileceğimiz BM çatısı altında 1997’de Kyoto Protokolü’nün imzalanması,bazı medya kuruluşlarının küresel ısınma konusunda yayın yapmaları bu yayınlarını internetle desteklemeleri,özellikle otomobil firmalarının çevreye zararı en aza indirmeye çalışan otomobiller üretmesi,çeşitli alanlarda faaliyet göstren büyük firmaların da uyguladığı çevreci politikalar ve sivil toplum örgütlerinin çalışmaları iyimser olmamızı sağlayan olumlu adımlardır.
Ancak kimi çevreci projelerin hem devleterin hem de şirketlre önemli mali yükümlülükler getirmesi bazı ülke ve şirketlerin bu politikalara muhalif kalmasına neden olmuştur.
Küresel Isınmayı ana hatlarıyla tanıttıktan sonra kürsel ısınmanın Dünya ve Türkiye üzerindeki etkileri hakkında bilgi vermek istiyorum:

Dünya’ya Etkileri:
*Tropikal kasırgaların sayısında ve kuvvetinde önemli artışlar,meteorolojik karakterli doğal afetlerin (don, ani ve kuvvetli yağış, dolu, yıldırım, fırtına, çığ v.b.) sayısında ve kuvvetinde önemli artışlar olacaktır. 


*Bilim adamları,geçen yıllarda Amerika’nın New Orleans Kentini yerle bir eden Katrina gibi kasırgaların küresel ısınmadan kaynaklandığı ifade edildi.Uzmanlar,deniz suyunun ısınması sonucu kasırga sayısının son 35 yılda iki kat arttığını belirtiyor.

*Kuraklıklara bağlı olarak tarımsal verimlilikte önemli azalmalar olacaktır.

*Yerleşim alanlarından çıkan atıklar, egzoz gazları, endüstri atıkları, tarımsal mücadele ilaçları ve kimyasal gübreler, Ormanların tahribi, mera ve çayırların bilinçsiz kullanımı ve aşırı otlatma toprak kirliliğine sebep olmaktadır.

*Yükselen sıcaklara uyum sağlayan yeni tohumlar üretilmezse, tarımsal üretim düşecek ve kitlesel açlıklar baş gösterecektir.

*Sıcaklıklara bağlı olarak orman yangınları artacak,uzmanlar bunun daha da hızlı artacağını savunuyorlar.

*İklim etkiler (ultraviyole, yer ozonu, hava kirliliği v.b.) nedenlerle sağlık problemlerinin oluşacaktır.

Türkiye’ye Etkileri:
*ATO’nun hazırladığı rapora göre Türkiye küresel ısınmada riskli bölgeler arasında yer alıyor.
Türkiye’de kuraklaşma ve susuzluk artacak.

*Son 70 yılda kaydedilen sıcaklık verilerine göre; Türkiye’nin yıllık ortalama sıcaklıkları artma eğiliminde. Özellikle Akdeniz ve Güneydoğu Anadolu bölgeleri.

*Dünya Yaban Hayatı Koruma Fonu raporuna göre Türkiye’de 40ºC mevsim normali sayılacak.
Akdeniz’de tarım alanı kalmayacak!

*Dünya Yaban Hayatı Koruma Fonu raporuna göre Türkiye’de 40ºC mevsim normali sayılacak.Akdeniz’de tarım alanı kalmayacak!

*Yağışlar azalınca başta GAP bölgesi olmak üzere baraj göllerinde seviye düşecek.

*Isınmayla birlikte su akıntıları değişecek ve balıkların göç yolları bozulacak.

*Küresel ısınma ile başlayan kuraklık 100 yıl içinde ülkemizi Kuzey Afrika’ya çevirecek.

Küresel ısınmanın hem dünyamız hem de ülkemiz için korkunç sonuçlar doğuracağını bilmemize rağmen,almamız gereken önlemler ve yapmamız gerekenler hakkında ( genel olarak ) çok az bilgi sahibiyiz.

Bu büyük sorunla hem bireysel hem de kurumsal çalışmalarla baş edebilceğimizi düşünüyorum. Kişisel çabalar yetersiz görünebilir ama hep beraber gidişatı değiştirebiliriz. Daha az enerji kullanımı ve özellikle politikacıları ikna etme konusunda hepimizin bireysel olarak göstereceği çabalar küresel ısınmanın durdurulması için çok büyük önem taşıyor.

Küresel Isınmayı durdurmak için yapacağımız çok şey var:
Evde...
İşyerinde...
Ulaşım...
Tüketim...

Alanlarında alacağımız her küçük önlem dünyayı bu felaketten kurtarmak için bir adım olacaktır.

Evde...
*Evimizin yalıtımını iyi yapmak.Evdeki ısı kaçaklarını bulup,önleyici tedbirler almak,

*Sadece kullandığımız odaları ısıtmak,

*Elektrikli ısıtıcıları asgari düzeyde kullanmak,.

*Isıtma sistemlerinin birkaç yılda bir bakımları ve temizliği yapılmalı,

*Isıyı azatlamak;çamaşırlarımızı kaynar su yerine ılık suda yıkayalım,

*Bulaşık ve çamaşır makinelerini dolana kadar çalıştırmamak,

*Tasarruflu ampulleri kullanmak,

*Elektrikli aletlerin kullanılmadığı zamanlarda kapalı olduklarına emin olmak,.

İşyerinde...
İşyerlerimizde de aydınlatma, ısınma, soğutma, bilgisayarlar yazıcılar, fotokopi makineleri, vs kullanır ve küresel ısınmaya katkıda bulunuruz. Evde yapabileceklerimiz işyeri için de geçerlidir. Bunlara bir de çalışanların ulaşımını, uçak yolculuklarını, kağıt kullanımlarını da eklersek işyerlerinin küresel ısınmaya etkisinin azımsanmayacak miktarda olduğu görülür. Dolayısıyla karbon salınımı azaltma çabasında işyerlerimiz önemli bir yere sahiptir.

*Ofis donanımının geceleri ve hafta sonları kapalı konumda olduğundan emin olalım.

*Gerektiği zaman ısınalım bunun için zaman ayarlı ısınma sistemi kullanalım.

*Kısa süreli bile olsa kullanmadığımız zamanlarda ışıkları kapatalım.

*Kahve-çay makinesini açık bırakmayalım.Sıcak durması için termos kullanabilirsiniz.

*Enerji tasarrufu etiketine dikkat edelim. İşyerimizde tasarruflu ofis donanımları seçelim. Böylece sadece enerji tasarrufu değil, bütçemize de katkı sağlamış oluruz.

*İşyerimizde, bisiklet ya da toplu taşım araçlarının kullanılmasını teşvik edelim. Araçların paylaşılması, kağıtların geri kazanımını düşünerek hareket edelim.

Ulaşım...
Karbondioksit salınımın en önemli kaynağı kara ve hava taşıtlarının oluşturduğu ulaşım sektörüdür. Uçaklar küresel karbondioksit miktarının % 12'sini oluştururlar.Yakıt tasarruf etmek için atacağımız her adım küresel ısınmayı azaltacaktır.

*Toplu taşım araçlarını tercih edelim.

*Arabamızın bakımını ihmal etmeyelim. Basit bir yakım tasarrufunda etkilidir.

*Hızımızı kontrol edelim. Ne çok hızlı ne çok yavaş gidelim. Arabamızın yakıtı en verimli kullandığı hızı benimseyelim.

*Verimli ulaşım yani arazi araçları, pikaplar, minibüsler gibi yüksek motor hacimli araçlar diğerlerine göre daha çok yakıt tüketirler. Bu tip büyük araçları kullanmaktan kaçınalım.

*Doğru vites yani arabayı dengeli kullanmak.Gereksiz fren ya da yanlış viteste kullanmak yakıt tüketimimize yansır.

*Bagajdaki gereksiz yükleri ayıklayalım. Arabamız, 100 kiloluk bir yükle 100 km.de 1 litre daha fazla yakıt tüketir.

Tüketim...
Organik ürünleri seçelim. Çiftçiler her yıl milyarlarca ton tarım ilacı kullanırlar. Bu ilaçlar 'zararlıları' öldürürken toprağın içinde karbonu tutan mikroorganizmaları da öldürür. Dolayısıyla karbon toprakta tutunamadığı için atmosfere karbondioksit olarak salınır. Organik olmayan tarım ürünleri sadece sağlığımıza zararlı olmayıp küresel ısınmaya da yol açar.

*Yerel ürünlerle beslenelim.Çok seyahat etmiş ürünler bize ulaşana kadar karbondioksit salınımına neden olurlar.

*Mevsiminde yiyelim.Ulaşımın yol açacağı sera gazlarını önlemiş oluruz.

*Kendi sebze bahçemizi yapabiliriz.

*Geri dönüşüm: Geri dönüşümlü ürünler birincil ürünlerden genelde daha ucuzdur ve üretiminde daha az enerji kullanılır.

*Logoları kontrol edelim: Bir ürünü almadan önce ambalajının geri kazanılabilir olup olmadığını kontrol edelim.Geri dönüşüm logosu üçgen şeklini oluşturan üç okla gösterilir.

*Tekrar kullanılabilirlik. Cam ambalajlar tekrar kullanılabilir. Plastiklerin geri kazanımı daha kısıtlı ve azdır.

*Çöp miktarınızı ve ambalajları azaltalım.

*Kağıtları geri kazanalım: Yazılı materyallerin arka yüzlerini de kullanarak daha az kağıt tüketmeye çalışalım.

*Atıkları azaltalım,geri dönüştürelim, tekrar kullanalım.

Rüzgar, su ve güneş gibi yenilenebilir enerji kaynakları,sera gazları salmaz,nükleer enerji gibi radyoaktif atık sorunuyla da karşılaşılmaz.Yenilenebilir enerji kaynaklarını kullanmak,dünyamızın doğal dönüşümlerini kullanmaktır. Sonsuzdur, çevreye zarar vermez ve sağlığımızı bozmaz.

Sonuç olarak;teknolojinin baş döndürücü bir hızla gelişmesiyle birlikte hayatımıza giren,televizyon,bilgisyar,motorlu araçlar,ısınmak için kullanılan çeşitli aletler vd. artık hepimiz için vazgeçilmez olgulardır.Bunlardan vazgeçemiyorsak doğaya verdikleri zararı en aza indirgemek için çaba harcamalıyız.Yukarıda sözünü ettiğim küçük ama etkili önlemleri uygulayarak dünya için biz de bir şeyler yapabiliriz.

“Dünyayı sen mi kurtaracaksın?” diyenlere “Deniz Yıldızı” hikayesini hatırlatın. 

Küresel Isınma Afişleri İçin Tıklayın:


Kaynaklar:
1) Yeşiliz, Sayı 2, Mart-Nisan 2007
2) İklim Değişiklikleri, Tehlikede Olan Nedir?., Michele Fabri
3) www.cevreciyiz.com
4) http://tr.wikipedia.org
5)http://dogablogu.blogspot.com


Özgür Kızın Hüznü / Can Kırıkları

Hayat denen şu kulvarda savaşıp duruyorum aylardır. Çırpınmak hiçbir etki yaratmıyor üzerimde... İnzivaya çekilmiş hikayemin tetiğini kendim çekiyorum... Yaptıklarım veya yapmak istediklerimin çoğu bende bittiyor. Neyi, niçin yaptığımı bilmeden savruluyorum... Şu ucunu bilmediğimin girdapta!!!
Sonumun ne olacağını bilmeden bir umut bağlıyorum belime...
Ama umudum hiçbir zaman istediğimi vermiyor bana... Belki savaşmak, direnmek veyahut herşeyi, herkesi ardımda bırakıp bambaşka dünyalara yeni hikayelere ve belki de yepyeni bir umuda yelken açmak!!!
Ne kadar kolay geliyor dile tüm bunlar! Aslında kiminin zor olduğunu, hatta imkansızlığını da biliyorum. Şimdiyse siyah duvarlarımdan siyah hüzünler akar... Gölgem ise saklandığı yerden çıkma çabasında!!! Şu an ise beynim bomboş!Kafamın içindekiler ve dışım bir değil! Uçurumun kenarına gelmiş bekliyorum. Ardımda kim var ne var düşünmeden kenarındayım!

ÖNÜMDE DİPSİZ BOŞLUK!!!
İçim zifiri yalnızlığa gömülü!!! Kendi yasımdayım... Neden bilmiyorum!!! İçimin o sonsuz karanlığına rağmen, yüzümdeki o içten tebesümü kaybetmedim. Etrafına bi bak!!! Herkes sahte gülüşlere, yüzlere ve en önemlisi sahte sevgilere bel bağlamış şu hayatta içten davranan kimse çıkmadı karşıma! Kimse asıl kimliğini sergilemiyor. Ve işte en çok bu koyuyor insana!!! Bunları neden yazdığımı da bilmiyorum. Belki de insan yakınındakinden çok bir yabancıya içini dökerse rahatlıyor. Çünkü seni anlayıp anlamadığını bilmiyorsun ve buda önemli değil senin için!!! Belki de insan bir sevgiliye değil SEVGİYE muhtaçtır. (ya da sadece bu benim için geçerlidir.)

Can Kırıkları

Diyarbakır Yeniden Nefes Alırken / Abidin Parıltı


Ziya Gökalp, Ahmet Arif, M.Emin Bozarslan, Cahit Sıtkı Tarancı, Migirdiç Margosyan, Mar Yezua, Sezai Karakoç, Adnan Binyazar, Hesenê Metê, Rojen Barnas, Suzan Samancı, Yılmaz Odabaşı, Muharrem Erbey, Şeyhmus Diken, Hicri İzgören, Esma Ocak ve daha birçok yazar çıkmıştır Diyarbakır'dan
Diyarbakır
Diyarbakır, Diyarbekir, Diyar-ı Bekir, Amid, Amida, Amed... Hangi sesle çağırırsanız çağırın yine aynı kent yüzünü döner size. (Bu kadar ismi olan başka bir kent var mıdır acaba?) Diyarbakır, taşa, toprağa ve suya olan inancın kentidir. El sıkışmayı da bilir, mücadele etmeyi de; en büyük cahillikleri de bilir, en entelektüel meseleleri de... Diyarbakır çokça sürgün vermiş, çokça sürgün almıştır, onun entelektüel kaderini de bu belirlemiştir zaten. Kadim bir kent olan Diyarbakır insana vakur ve şefkatle yaklaşır. Faillerin de meçhullerin de suyundan içtiği bu kent hep çatışmalarla, ölümlerle, ağıtlarla anıladurmuşsa da son birkaç yıldır sanatsal faaliyetleri, entelektüel etkinlikleriyle de ona reva görülen ‘haki’ renginden kurtulmaya çalışmakta, rengini ‘yazı’ya çevirmektedir. Diyarbakır’da doğu başlar, ama yine orada Doğu biter. Çelişkiler kentidir, ama zulasında insandır, tarihtir, taşın yazgısıdır. Bahtından bu kadar haberdar olan az kent vardır. Bahtını bilir de yürür.
Bir zamanlar dünyanın en büyük memleketlerinden biriymiş, öyle diyor gezginler. Oysa yakın tarihe kadar çatışmalardan dolayı büyük bir insan yığınağına dönüşmüş durumda, ama pes etmiyor Diyarbakır, kendi yazgısını kendi yazıyor... Medeniyetler göçmüş, medeniyetler gelmiş, ama bu şehir hep bir kara sevda gibi durmuş yerinde, tutkusunu yitirmemiş.
Güzel olan kendini göstermek ister, ben buradayım beni gör ey ahali demek ister. Diyarbakır da bu minvalde kendini göstermek istiyor. Sadece savaşla, topraksız ölülerle, çirkinliklerle değil, yazıyla, kitapla, şiirle, romanla, öyküyle, sinemayla, tiyatroyla ve bilumum sanatsal faaliyetlerle...

Yaşamın ve ölümün başkenti


Ziya Gökalp
Diyarbakır’da bu hafta kitap fuarı başlıyor. Biz de bu münasebetle Diyarbakır’dan yetişmiş, Diyarbakır’dan yolu geçmiş yazarları analım istedik. Zira Ziya Gökalp, Ahmed Arif, M. Emin Bozarslan, Cahit Sıtkı Tarancı, Migirdiç Margosyan, Mar Yezua, Sezai Karakoç, Adnan Binyazar, Hesenê Metê, Rojen Barnas, Suzan Samancı, Yılmaz Odabaşı, Muharrem Erbey, Şeyhmus Diken, Hicri İzgören, Esma Ocak ve daha birçok yazar (ki o yazarlardan bir çoğunu bu yazımızda anacağız) çıkmıştı ordan. Kürt edebiyatının en büyük isimlerinden Mehmed Uzun orada son nefesini vermek istemiş ve öyle de olmuştu. Önemli Kürt aydını Musa Anter oradan ölüme götürülmüştü. Ermeni asıllı Kürt müzisyen Aram Tigran orada gömülmek istenmiş ancak son dileği devlet bekasına takılmış ve olmamıştı. Diyarbakır yaşamın da ölümün de başkenti oluyordu.
Türkçülüğün esaslarını yazmasıyla bilinse de aynı zamanda bir şair olan Ziya Gökalp 1876 yılında Diyarbakır’da doğdu. Şiir kitapları: Şaki İbrahim Destanı, Kızıl Elma, Yeni Hayat, Altın Işık, Şiirler ve Masallar’dır. Ayrıca, Türkçülüğün Esasları, Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak; Türk Töresi, Türk Medeniyet Tarihi, Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik Tetkikler’i yazmıştır.
Türkçe şiirin öncülerinden olan Ahmet Arif de Diyarbakır’da doğdu. Bir tek kitap yazdı ama sadece bu kitap bile Türkçe şiirin yönünü değiştirmeye yetti. Yıllar yılıdır şiirleri dilden dile dolaştı, adeta anonimleşti. Ahmet Arif 1927 yılında doğdu. 1991 yılında Ankara’da öldü. Şiirleri 1940’lı yıllarda dönemin toplumcu dergilerinde yayımlandı. Ancak 60’lı yılların başlarında önceki yılların birçok toplumcu şairi gibi, geniş okur kitlelerince bilinmeyen, bir bakıma unutulmaya yüz tutmuşken şiirlerinin önce Soyut dergisinde yayınlanması ve hemen akabinde kitaplaşmasıyla 1960 sonrasında Türkçe edebiyatın en çok ses getiren şairlerinden oldu. Bu tek kitabı hâlâ okunmakta, hâlâ baskıları tekrarlanmaktadır.
Yaş otuz beş yolun yarısı eder, diyen ve asıl adı Hüseyin Cahit olan, Cahit Sıtkı Tarancı da Diyarbakır doğumludur. Türkiye’de ve Avrupa’da öğrenim gördü. Anadolu Ajansı’nda çevirmenlik yaptı. Toprak Mahsülleri Ofisi’nde memurluk yaptı. Viyana’da öldü, ancak mezarı Ankara’dadır. Diyarbakır’da ise Cahit Sıtkı Tarancı Evi vardır.
Ermeni yazar Migirdiç Margosyan da Diyarbakırlıdır ve Türkiyeli okura Diyarbakır’ın meşhur Gavur Mahallesi’ni tanıtmış, kültürlerin bir arada yaşaması gerektiğini, ancak bu şekilde var olabileceğini anlatmıştır, iyi de etmiştir. Bu kitabı Kürtçeye de çevrildi. Diğer kitapları ise Tespih Taneleri, Dikrisi Aperen (Dicle Kıyılarından ), Biletimiz İstanbul’a Kesildi, Mer Ayt Goğmeri (Bizim O Yöreler), Söyle Margos Nerelisen?, Kirveme Mektuplar, Çengelliiğne, Zurna’dır.

Kürt edebiyatı üzerine
Sezai Karakoç ise Diyarbakır Ergani’de doğdu. İslamcı, mistik düşünceyi modern şiir akımı öğeleriyle yansıtan, bu özelliği ile İkinci Yeni şiiri içinde kendine has bir yer edinmiştir. Bazı kitapları ise şöyledir: Körfez, Şahdamar, Hızırla Kırk Saat, Ayinler...
Bir diğer Diyarbakır kökenli yazar ise Adnan Binyazar’dır. Adnan Binyazar Köy Enstitüleri’nde okudu. Masalını Yitiren Dev adlı anı-romanıyla Orhan Kemal Roman armağanı kazandı. Halk anlatıları ve sözlü kültür üzerine kitaplaşmış çalışmaları bulunmaktadır.
Edebiyata şiirle geçiş yapan öyküler ve romanlar yazan Suzan Samancı ise hâlâ Diyarbakır’da yaşamaktadır. Kitapları Kürtçeye de çevrilen Samancı birçok gazetede köşe yazarlığı yapmıştır. Halepçe’den Gelen Sevgili, Korkunun Irmağında, Reçine Kokuyordu Helin bazı kitaplarıdır.
Diyarbakır tarihi ve kültürü üzerine en çok kafa yoran, bu konuda kitaplar yazan ve halen Diyarbakır Belediyesi bünyesinde çalışan Şeyhmus Diken, Diyarbakır’da doğmuş ve halen orada yaşamaktadır. Diken’in bazı kitapları ise; İsyan Sürgünleri, Taşlar Şahit, Tango ve Diyarbakır, Amidalılar, Sırrını Surlarına Fısıldayan Şehir: Diyarbakır, Diyarbekir Diyarım Yitirmişem Yanarım...
Türkçe şiirin kendine has seslerinden olan ve benim de beğeniyle okuduğum, takip ettiğim şair Hicri İzgören de Diyarbakır’da yaşamaktadır. “Her köşe başında kimlik soruyor benden, açıp yaramı gösteriyorum” diyebilen şairdir. Diyarbakırlı bir başka şair ise Yılmaz Odabaşı’dır. Birçok dergi ve gazetede yazılar yazan Odabaşı’nın birçok şiiri de bestelenmiştir. Şiirleri birçok ödüle layık görülmüştür.
Ve gelgelelim Diyarbakır’daki Kürt edebiyatına. Neredeyse bütün Cumhuriyet tarihi boyunca yasaklı bir dil olan Kürtçe 90’lı yıllara kadar deyim yerindeyse nefes alamamıştır. Bu yüzdendir ki birçok Diyarbakırlı yazar sürgünde ürünlerini vermek zorunda kalmıştır. Bu isimlerden biri ise M. Emin Bozarslan’dır. Bozarslan’ın, ilk kitabı olan ağalık ve şeyhlik 1964 yılında basılır. Sonrasında ise Doğunun Sorunları’nı yazar. 1968 yılında Kürtçe alfabeyi basmış ve hemen sonrasında da Ehmedê Xanî’nin Mem ile Zin eserini Arap harflerinden Latin harflerine çevirmiştir. Bu kitaplardan dolayı tutuklanır. Ancak 1971 yılında Şerefxanê Bedlîsî’nin Şerefname’sini de Türkçeye çevirir. Bu yıllarda cezaevini mekân bilir. 1979 yılında İsveç’e yerleşmek zorunda kalır.
Cahit Sıtkı Tarancı
Bir diğer İsveç’e yerleşmek zorunda kalan ve son yıllarda Kürt edebiyatında önemli eserler veren kişi Hesenê Metê’dir. Metê özellikle Gotinên Gunehkar (Günah adıyla Muhsin Kızılkaya çevirisiyle yayımlandı) ile dikkatleri çekti.
Kürt şiirinin önemli isimlerinden olan ve 80li yıllarda İsveç’e yerleşen Rojen Barnas da Diyarbakırlıdır. Kürt şiirinin çehresini değiştiren ve ona modern bir yüz kazandıran Barnas hâlâ Kürt şiirinde aşılamamış bir şairdir.
Yine İsveç’te yaşayan ve Kürtçenin Zazaca lehçesi üzerine önemli dilsel çalışmalar yapan Malmîsanij da Diyarbakır doğumludur.
Yukarıda da sözünü ettiğim gibi Kürtçe, Türkiye’de ancak 90’lı yıllarda nefes almaya başlamıştır. Var olan çatışma süreci de sanatsal faaliyetleri oldukça olumsuz manada etkilemiştir. Özellikle köy boşaltmalarından dolayı Diyarbakır, çevre il ve köylerden yoğun göç almıştır. Ancak son yıllarda Diyarbakır’da önemli sayılabilecek bir yazınsal atılım söz konusudur. Bazı yayınevlerinin Diyarbakır’da kurulması, Welat gazetesinin merkezini oraya taşıması, Kürt Yazarlar Birliği’nin merkezinin orada olması, kitapçıların yeniden açılması oraya bir nefes olmuş ve birçok yazar Kürtçe yazmaya başlamıştır. Diyarbakırlı olsun olmasın, orada yaşayan bazı yazarlar Kürt edebiyatı için önemli çalışmalarda bulunmuşlardır. Arjen Arî, Lal Laleş, Şener Özmen, Remezan Alan gibi yazarlar (şairler demiyorum çünkü şair de aynı zamanda yazardır) Diyarbakır’ın kültür sanat faaliyetleri konusunda önemli çalışmalara imza atmaktadırlar. 


 

Diyarbakır’dan yolu geçen diğer yazarlar
Ahmed Mürşidi, Ali Emiri, Amidi: Ebülkasım, Orhan Asena, Sevket Beysanoglu, Ali Faik Ozansoy, Ferit Öngören, Veysel Öngören, Süleyman Nazif, Taner Timur, Hüseyin Diyarbekri, Munis Faik Ozansoy, Cemal Yıldırım, Süleyman Çevik, Tarık Ziya Ekinci, Mehdi Zana, Haydar Diljen, Amed Tîgrîs, Mehmet Çakmak, Serdar Roşan, Kemal Varol, Felat Dilgeş, Muhammed Garsî, Nûbar Asan, Roşan Lezgin, Fatma Bozarslan, Gulîzer, Recep Dildar, Mele Mustefayê Sîsî, Mele Zahîdê Diyarbekrî, Mem Bawer, Rênas Jiyan, Dilawer Zeraq, Roşan Lezgin, Salih Begê Hêneyî, Serkeft Botan, Seydayê Hecî Ebdulfettahê Hezroyî, Şêx Evdirehmanê Axtepî, Şeyhmus Sefer, Yıldız Çakar, Edib Polat, Lokman Polat, Sedat Yurttaş.

Diyarbakır’daki bazı kitabevleri
Lîs Kitabevi, Avesta Kitabevi, Kafka Kitabevi, Eğitim Kitabevi, Babil Kitabevi, Kelepir Kitabevi, Ensar Kitabevi

Not: Abidin Parıltı'nın bu yazısı daha önce 14 Mayıs 2010 tarihinde Radikal Kitap'ta yayınlanmıştır.

Ahmed Arif / Nurullah Geyik

Ahmed Arif
Ahmet Arif 1927'de Diyarbakır'da doğmuştur. İlk öğrenimini burada, orta öğrenimini ise Afyon Lisesi'nde tamamlamıştır. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih, Coğrafya fakültesinde felsefe bölümünde okurken ceza yasasının 141. ve 142. maddelerine aykırı eylemlerde bulunmak savıyla ilki 1950'de ikincisi 1952 - '53'te olmak üzere iki kez tutuklandığından öğrenimini tamamlama olanağı bulamamıştır.Ankara'nın çeşitli gazetelerinde çalışmış, şiirleri 1944 ve 1955 yılları arasında dönemin çeşitli dergilerinde yayınlanmıştır. İlk ve tek şiir kitabı olan "Hasretinden Prangalar Eskittim" 1968 yılında basılmıştır. Günümüze kadar birçok baskısı yapılan bu eser; başta 1968-1978 döneminin sosyal muhalefet hareketleri olmak üzere geniş bir pkur kitlesi tarafından benimsenmiş ve bir klasik haline gelmiştir.
Ahmet Arif, şiiriyle konuşması arasında özdeşilik olan bir şairdir. Bu özdeşiliğe hemen hemen hiçbir şairde rastalayamayız. O, halkın canlı dilinden hiç kopmamış hem şiirinde hem de konuşmasında yozlaşıp yabancılığa boğulmamıştır.
Onun şiirinin kaynağında Yunus Emre, Pir Sultan, halk masalları, destanlar ve türküler vardır. İşte bunlar Ahmed Arif'in yaslandığı kaya, su içtiği kaynaktır. Onun şiiri tam anlamıyla organik bir şiirdir. Şiirlerini çoğaltmamış, yığmamıştır. Belik de bu, şiire duyduğu saygının da bir gereğiydi. Çoğaltmak tekrara düşme tehlikesini de taşır. Sanırım Ahmed Arif'in bilinçaltında bu korku herkesten çok vardı.
Ahmed Arif, şiire kendi söylemi ile başlar ve başta kendi söylemini kurdu mu yaşadığı zamanın hakkından gelmeyi başarırdı. Bu bağlamda Ahmed Arif ilginç bir örnektir. Şiirde kendine özgü bir yol çizmiş ve bu yolda bıraktığı izin dışına çıkmamıştır.
Onun şiire başladığı yıllarda şiire Garip akımının getirdiği söylem egemendir. Bu akımın etkisine kapılıp düz şiir yazayım derken birçok şair yok olup gitmiştir. Ahned Arif ise bu yola dönüp bakmamıştır bile. Çünkü Orhan Veli ve çevresindekiler adeta küçük birer burjuva idiler. Düşünce ve davranışlarını kendilerine örnek aldıkları Fransız şairlerin paralelinde idi. Oysa Ahmed Arif doğulu idi ve sömürgeci Fransız toplumunun bohemi, serseriliği ve gerçekten kaçma çabalarını kutsayan şairleri elbette onu ırgalamayacaklardır.
1940'larda Nâzım'ın şiiri aşağı yukarı yükseleceği noktaya gelmiştir. Çoğu kişi, yerine göre epik yerine göre lirik olan olan açısı geniş Nâzım şiirine yaklaşmaktan kaöınmıştır. Bunda, Nâzım'ın üstünde estirilen siyasal baskının da etkisi olmuştur. Yine de çok az şair Nâzım'ın şiir gerçeğini kavrayarak kendi şiirine bir yol çizmeyi başarmıştır. O zamanlar yaygın olan görüş; "Nâzım'dan sonra şiir yazmak boşunadır." görüşüdür. Fakat Ahmed Arif bunlara kulak tıkamış ve kendi şiirini oluşturmuştur.
Ahmed Arif, yüzyılların şiir emeğinden yararlanarak özgün bir şiir yaratmıştır. Bu, kendi şiirini oluşturabilmiş bütün şairlerin özelliğidir. Ne birinin etkisinde kalırlar ne de onları izlemeye kalkanlar başarılı şiirler yazabilirler.
Ahmed Arif'in şiiri, söylem bağlamında ele alındığında onun öfkeyi ve inceliği anlatan karşı imgelerden yararlandığı görülecektir. Öfke, şiirin varoluşunun gizli duygusudur. Kimi şairde Ahmed Arif'te olduğu gibi yüzeye çıkar kiminde ise gizli gizliliğini korur. Bu bağlamda öfkesiz şiir olmaz. Öfkesiz olanlar övgü şiirleridir. Bunların da yüzde doksanı şiir değildir. "Acı şairin bileyi taşıdır." Bir insan acı çekti mi sözcükleri bu taştan geçmeden şiirine giremez. Ahmed Arif toplumsal acının bileyi taşından geçirmediği hiçbir sözcüğü şiirinin kapısından içeriye almamıştır.
O, Hacı Bektaşi Veli'nin aslanla ceylanı kucağında tuttuğu gibi şiirini öfke ile incelik arasındaki duyarlı dengeyi gözeterek yazmıştır. Şiiri ne ise o da o idi. Padişah olsa namerdi yanına yaklaştırmaz, bir çocuğu gözlerinden öperdi. Aşiret geleneğine ve devletin varlığına saygısı sonsuz idi. Az fakat seçkin şiirleriyle kalıcılığı yakalayabilmiş bir şairdir.

Çocuk Suçluluğuna Sosyolojik Bakış / Mazhar Günbey

Toplumsallaşma kanalındaki çocuk suçluluğunun yapıcı bir minvalde tekrar topluma kazandırmak, toplumsallaşmanın olumlu bir aktörü haline getirmek ve toplum için bir katalizör görevi olarak tekrar inşa etmek için; çocuğu suçluluktan kurtarmak gerekir; bunun için izlenmesi gereken yolların bir demetini sizlerle paylaşmak istiyorum.

Çocuk suçluluğun meydana gelmesinde oynayan faktörlerin ve ihmal edilen durumların kabataslak bir krokisinin ardından yapıcı bir şekilde suçların önlenebilir çözümünü sunduktan sonra genel olarak Türkiye'de çocuk suçluluğuna bakış açısının bir değerlendirmesini yapıp yazıma son vereceğim.

Suç olgusu tarihin en eski çağlarından beri var. Bu olgu tarih arenasından geçmiş tüm toplumlarda yaşanan bir sosyal olgudur. Suç olgusunun Durkheim’in termonolojisinde de toplumsal olarak normal sayılmıştır. Kültürden kültüre değişen suç olgusunun böyle bir özeliği olmasına rağmen, suç evrenseldir. Suçun yetişkin, kadın ve çocuk gibi türleri bulunmaktadır.
Sosyalleşme açısından düşünüldüğünde çocuk suçluluğu özel bir öneme sahiptir. Çocuk suçluluğu 18 yaşın altındaki yaş grubuna dâhil çocuklarımızın karıştığı her türlü suça denir.

Suç işlemiş çocuk ve suç işlemiş yetişkinleri, ilk önce ayrı ayrı bir yargılama sürecinden geçirmeli; çünkü verilecek cezalar, yaşları farklı olan bu iki insan grubu için tehlike teşkil etmektedir. Yaşı daha küçük olan çocuğun topluma kazandırma olasılığı fazladır. Bundan şu anlaşılmasın; yetişkini kurtarmayalım; elbette yetişkini de topluma dâhil etmek için uğraşılmalıdır.

Çocuğu suçluluğa iten durumlar üzerinden durmak gerekir. Çocuğu en fazla etkileyen olgular ilk toplumsallaştığı ailesi, okulu ve çevresidir. Bu olgular çocuğu inşa eder. Bunların yanında ve bu olguları kapsayan toplumda çocuk üzerinde çok etkilidir. Toplumdan etkilenen aile çocuğuna bu yönde bir etkide bırakmaktadır.

Çocuğun ilk sosyalleşme çevresi, ailesidir. Bundan dolayı birey üzerinde en etkili gruptur. Ailenin ekonomik durumu, ailenin az veya çok çocuklu olma durumu bireyin gelişiminde çok önemli olmaktadır.

"Ülkemizde yapılan birçok ankette tek çocuklu ailelerin çocukların suçluluk oranları ile çok çocuklu ailelerin çocuk suçluluk oranlarından daha az olduğunu gösterir. Çok çocuklu ailelerin çocuk suçluluk oranlarının çok, olması yetişkin çocuğun ailenin tüm yükünün altında ezilmesinin bir sonucudur. Çocuk çektiği zorluklardan dolayı kendini aileden dışsallaştırıp suç isler.

Aile de ekonomik yetersizlik çocuğu a-sosyal (toplumsal sapma) davranışlara iten bir diğer önemli olgudur, ekonomik olarak durumu kötü olan ailelerin çocuklarının suçluluk oranlan daha yüksektir, aşağıda yapılan ankette bakıldığında fakirliğin suçluluğun nedeni olduğunu gözler önüne serer.


Toplam 94.memur Çiftçi (Esnaf Tüccar (Diğer Mes. Bilinmeyen
3758 13 2419 217 376 237 496

%3 %64,3 %7,2 %10 %6,3 %10,5

Bu olguların sonucunda meydana gelen suçluluk durumlarını azaltıcı ya da önleyici durumlar geliştirmesi lazım. Aile yapısının demokratikleşmesi ve eğitim olgularına dikkat edilip çocuğa empati yoluyla yaklaşılmalıdır. Ayrıca öğretmenler ve aileler ile sıkı işbirliği yaparak çocukları suç ortamlarından uzak tutmalı, onların bulunduğu ortama suç şebeklerin girmesine izin vermemeli. Bunların yanında, bireyin kendine özgü oluşu ve bütün şartlara rağmen, bütün olumsuzluklara rağmen kendisini ortaya koyuş ve duygusunu da unutmamak gerekir.

Suçlu çocukların yargılama sürecinde yukarda aktardığım gibi hep topluma kazanım düşüncesi taşınmalıdır. Suçlu çocuklara; kişilikleri ve içinde bulundukları koşular dikkate alınarak bir yargılama süreci yapılmalıdır. Çocukların çok farklı gereksinimleri göz önünde tutularak bu yargılama yapılmalıdır. Çocuk hakkında alınacak tüm kararlarda ve yürütülecek tüm etkinliklerde çocuğun yararı ön planda tutulmalı. Çocuğun zorunlu haller dışında ailesinden ayrılmaması lazım.

Görüldüğü gibi yargılama sürecinde çocuğu kazanmak (topluma) için olumsuz şartlar dâhilinde ceza ve uygulama yerine, yapıcı ve onarıcı önlemler alınarak çocuğu topluma kazandırmak için uğraşılmalıdır. Bu durum aslında sadece çocuklarla sınırlı olmamalıdır. Her yaştan suçlular için yapıcı-kazanım bir yol oluşturulmalıdır. İnsanoğlu yaşayan dünyada, yaşayan dünyalardır.

Sosyolojik bakışın sonucundan başta belirttiğim gibi Türkiye üzerinden bir değerlendirme yapıp yazımı noktalayacağım.

Aşağıda vereceğim örneklerden anlaşacağı üzere Türkiye bu konuda yeterince duyarlı bir eylem çizgisini yakalayamamış.

Türkiye, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 20 Kasım 1989 tarihinde yürürlüğe giren, çocuk hakları sözleşmesini hiç dikkate almadan çocuk suçluluğu olgusunu yapıcı olmayan yöntemler dâhilinde gerçekleştirmektedir. Bu sözleşmeye göre: Çocuğu sosyalleşme aşamasından tutmamak ve sonraki hayatında toplumda hasarlara neden teşkil olmasın diye önlemler alınmalıdır. Bu minvalde düşünülüp Türkiye'deki çocuk suçluların karşılaştığı tablo göz önüne getirildiğinde anlatılanlardan hiçbir eser bulunmuyor. Türkiye'de birden çok, çocuk suçluluğu olmuş; fakat birkaç örnekle sanırım durumu hissedilebilir ve anlaşılabilir kılarız.

-Gaziantep'te baklava çalan çocuklara 22 yıl hapis cezasının verilmesi...

-Aydında 1 TL gasp ettikleri için 22 yıl hapis cezası istemiyle dava açılan, çocuklardan biri 22 yıl hapis cezasına, diğer beşi de 11 yıl ve 8 ay hapis cezasına çarpıtılmaları...

-Adana'da marketten 11 TL değerinde kaşar peynir çalan 17 yaşındaki ayakkabı işçisi 4 yıl 2 ay hapis cezasına çarpıtıldı.

Görüldüğü gibi Türkiye hukuk sistemi aynen, Victor Hugo 'nun Sefiller adlı romanın kahramanı olan Jean Valjean'nın fırından çaldığı bir ekmek için yıllarca hapis cezasına çarpıtılması gibi, Türkiye’de de çocuk suçluluğu bu bağlamda ‘ölümsüzleşiyor.’

Kaynakça:
--H.ÖKÇESİZ(1996):Hukuk Felsefesi Ve Sosyolojisi Arkivi, istanbul:Alkım yayınevi
--L.GÖÇ(…): Çocuk Şuçluluğu Ve Polisin Yaklaşımı: Yüksek Lisans Projesi
--Milliyet Gazetesi


Diktatörlük / G. Cemal Aslan

Bir devletin idaresinin kayıtsız şartsız bir kişinin elinde bulunduğu yönetim şekli yöneten kimseye de diktatör adı verilir. Kelimenin aslı “ dictator ” kelimesidir. Bu yönetim şekli ilkin Roma Cumhuriyeti devrinde kullanılmıştır. Memleket güvenliğini ilgilendiren acele bir durum karşısında bir kimse senato tarafından yedi yıl süresince diktatör olarak tayin edilir ve memleket bu yıllar içinde o kimsenin, kayıtsız- şartsız idaresinde bulunurdu. Bu devrenin sonunda ise çekilmeye mecburdur… Roma cumhuriyetinden sonra tarihte görülen diktatörlükler, esasta aynı kalmakla birlikte, değişik şekiller göstermiştir. Özellikle Hitler Almanya’sında ve Mussolini İtalya’sında ilkin bir partinin seçimlerle Mecliste çoğunluk alması üzerine parti egemenliği şeklinde başlamış, sonraları kayıtsız şartsız bir kişinin üzerinde toplanmıştır.


Araştırdığım kaynaklardan diktatörlüğün tanımını bu şekilde buldum. Sizce neden bunu araştırdım. Bugün ülkenin çeşitli kurumlarında bu sistem boy göstermektedir. Sistem öyle insanların eline geçmiş ki bunlara insan demeye bin şahit lazım(!) Makam en üstün oldukları insanların tamamen kendi düşünceleri ile bağdaşlaşmaları için ellerinden geleni yapıyorlar. Ama boşuna çaba gösteriyorlar bu ülkenin insanları kolay kolay kimsenin düşüncesini kendileriyle bağdaşlaştırmazlar. Bunu tarihimize bakarak çok rahat kavrayabilirler ancak bunlar hesaplarına gelmediği için çekiniyorlar tarihimize bakmaya. Çünkü biliyorlar ki biz tarihimizle alnımız açık yüzümüz ak yüzleşiriz.
Bugün sanal âlemde olsun günlük yaşamda olsun çoğu yerde din konusu açılıyor. İnsanlar o kadar çirkefleşmiş ki din adı altında yapmadıkları pislik kalmamış. Gelmişler bize anlatıyorlar dinimizi. Yahu hadi anlatıyorsunuz bari siz uygulayın ki inandırıcı olsun. Ama yok bu sistemin ortaya çıkmasının sebebi hani derler ya balık baştan kokar T.C vatandaşı olarak bunları başa getirdik bu sefer bunlar kalkmış bize kendi milliyetçiliklerini aşılamaya çalışıyorlar. Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki basın özgürlüğü var ama izleyeceğiniz TV kanalları sınırlı, düşünce özgürlüğü var ama istediğini düşünemezsin, dil din ırk ayırımı yapmak yasak ama doğduğun şehir dolayısıyla dışlanıyorsun… Devlet sana kimlik vermiş bu ülkenin istediğin noktasında özgürce dolaşabilirsin diye, ama gece saat 00’ı geçti mi bütün devriyeler peşine takılır “hayırdır” diyerek… Biri bana bu kısır döngünün içinden nasıl çıkacağımızı anlatabilir mi? Nereye kadar kendinizle çelişeceksiniz. Bu milletin sizden çektikleri yetmez mi? Nereye kadar sömüreceksiniz bu milleti… Bugün feleğin çarkı size dönüyor diye her istediğiniz yapamazsınız. Oturduğunuz koltuğun asıl sahibi bizleriz. Ya koltuğunuzu sizi oraya getirenlerin ihtiyaçları için kullanırsınız ya da o koltuğun sizde ki emanet kalma süresi dolar. Karar sizin unutmayın Çaresizseniz Haklısınız Çare Sizsiniz…

Basın Özgürlüğü / Esra Savga

Bilgi düşünce ve kanıların kitle iletişim araçlarıyla kitlelere ulaştırılmasına kitle iletişimi denir. Radyo, televizyon, gazete, dergi, sinema filmleri, plak, ses, görüntü bantları ve bilgisayar bazı kitle iletişim araçlarındandır. Bu araçlar bir haberin geniş kitlelere ulaşmasını sağlar. İnsanların yalnızca kendi sorunlarıyla değil gün geçtikçe dünyada meydana gelen sorunlarla da ilgilenmesi kitle iletişim kavramını daha da çok geliştirmiştir. Kitle iletişimin en önemli araçlarından biri de basındır. Matbaanın bulunmasıyla birlikte kitle iletişim araçlarından olan gazete, dergi ve kitaplarla duygu, düşünce ve tutumlar açıklanmaya başlanmıştır. Bu şekilde basın özgürlüğü kavramı ortaya çıkmıştır. Peki basın özgürlüğü kavramı nedir? Basının serbestçe ve herhangi bir kurala bağlı olmadan kamuya basın yoluyla haber aktarmasıdır. Bu şekilde düşünce ve tutumlar özgürce yayılma ve ifade edilmeye başlanmıştır. John Milton’un da belirttiği gibi: ”Kötü ve yanlış fikirlerin yok edilmesi ve gerçeğin bulunmasına da hizmet eder.” Eşitlikçi bir düzenin kurulması ve yaşaması ancak farklılıkların barış içinde bir arada bulunacağı bir ortamda mümkündür. Bu şekilde herkes için yararlı görüşlerin toplum önünde tartışılması en doğrunun bulunmasına ve düşünce çeşitliliğine yol açar. Basın özgürlüğü yalnızca duygu, düşünce ve tutumların serbestçe açıklanması değildir. Aynı zamanda bu özgürlüğün kullanılması için basın kuruluşlarının serbestçe kurulup işletilmesi de gerekir. Çünkü bu kuruluşların kurulmasına getirilen bir kısıtlama aynı zamanda düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğüne de getirilmiş olur. Demokratik bir ülkenin olmazsa olmazlarından biridir basın özgürlüğü. Ancak bu özgürlük sınırsız değildir. Basın özgürlüğünün bazı hakları ve sınırları vardır. Haber, düşünce ve bilgilere ulaşma hakkı; haber, düşünce ve bilgileri yorumlama ve eleştirme hakkı; haber, düşünce ve bilgileri basabilme ve dağıtabilme hakkı ve bir de yaratma hakkı basın özgürlüğüyle ilgili sahip olunan haklardandır. Basın özgürlüğünün bir de sınırları vardır. Başkalarının şöhret ve haklarının kullanılması alt başlığında basın yoluyla onur ve saygınlığa yönelik saldırılar, basın özgürlüğünün sınırı olarak kişinin adı ve resmi, basın özgürlüğünün sınırı olarak kişinin özel hayatı; devletin ve toplumun korunması ve ahlakın korunması ve müstehcenlik konularında basına sınırlamalar getirilmiştir. Bu konular basında ele alınırken, bu suçları işleyen kişilerin adı açıklanmamalı aynı zamanda resimleri açık bir şekilde verilmemelidir. Verilen bu haberler insanları bu suçları işlemeye itecek şekilde yazılmamalı, bu suçları işleyen kişileri de küçük düşürecek şekilde kişilik haklarına da müdahale edilmemelidir. Tüm bu sınırlamalar basın özgürlüğünü kısıtlamamıştır. Aksine basın özgürlüğünün hiç kimseye zarar vermeden bu hakkın daha güzel bir şekilde kullanılmasını sağlamaya yöneliktir. Türkiye’de basın özgürlüğü kavramına bakacak olursak 1727 yılında İbrahim Müteferrika Matbaasında 1729 yılında basılan ilk kitap olan Van Kulu Lugatı ile başlar. Tazminatın ilanına kadar 434 kitap basılır. İlk Türkçe gazete ise 1828’de yayınlanan Vaka-i Mısriyye’dir. Daha sonra 1831 yılında Takvim-i Vakayi, 1840 yılında yarı resmi gazete olan Ceride-i Havadis çıkarıldı. Özel bir teşebbüs tarafından çıkarılan ilk gazete ise Tercüman-ı Ahval’dir. Bu şekilde basın Türkiye’de başlamıştır. Ancak cumhuriyetin ilanına kadar Türkiye’de basın özgürlüğünün tam olarak yerine getirildiği söylenemez. Basın özgürlüğü ilk defa 1924 anayasasında anayasal bir güvenceye kavuşturulmuştur. 1961 anayasasıyla basın özgürlüğü kavramı daha geniş haklara sahip olmuştur. Bu anayasa 1982 anayasasına da temel oluşturmuştur.

Düşünce Cemberinde İnsan ve Teknoloji / Cemil Taşkıran

İnsanoğlu günümüz teknolojisinin baskın olduğu bir ortamda ve ve gittikçe kendine kapanan, sosyal ortamı reddeden bir devirde yaşadığı için kendi olmayı isteyememektedir. Aklın ve hayallerin dışında kalmış, sade makineleşmeye yüz tutmuş bir çember içinde hapsolmaktadır. Oysa ki bu tür düşünce ve hayretler insanlık mefhumu dışındadır ve teknoloji yaşamın birer araçları olsa da insancıl duygular yansıtmaz. Bazen çevremize bakarız -bakmasını bilirsek şayet- çok şey görürüz. İnsanlar artık bilgisayarlar içinde sosyalleşiyor, aşk arıyor, cep telefonlarıyla sevgilerimi keşfediyorlar. Emin olun ki bu tür canlı makineler gerçek sevgiliye değil de bilgisayara, telefona sadece sevgiyi verirler de esas sevginin ne olduğunu bilmezler. Bizler teknolojinin verdiği güçten istifade etmeliyiz lakin, kendi maneviyatımızı bu tür unsurların içine hapsetmemeliyiz. En güzel duygular insanlarla yaşanır ve en güzel sevgiler aşkı hakkedenlerle birlikte oluşur.
Teknoloji çok faydalı bir mekanik işlevdir. Ama bizler teknolojinin esiri değil efendisi olmalıyız. Nitekim son dönemde insanlar teknolojiye bağımlı bir makine haline gelmiş ve kendi gücünün, aklının, varlığının farkında bile olmaktan acizdir. Eski selamlar birer canlı terimdi şimdikiler ise ölü ve değersiz. Eski aşklar dillere destandı şimdikiler ise bir telefonun tuşlarıyla başlayıp bitiyor. İnsanlar, insanlığa ait kavramları karşıladığı zaman ancak insan olabilirler. İçgüdüsel ve zaruri ihtiyaçlarla, makanik ve teknolojik işlevlerd bağımlılık, duyguları ve aklı zedeler, insanı hayvandan daha aşağı bir statüye kavuşturu bir toplumda insanlar aklı ve düşünceyi ikinci plana atarlarsa o toplumda gelişim olmaz ve istenmeyen sonuçlar doğurur. Devletler artık insanlarını yetiştirdileri ve düşündürdükleri derecede kendilerini geliştirip ve toplum için faydalı bireyler yetiştirir.

Yalnızlık / Ebru Doman

Fakültemizin kantinindeyim. Diğer dersin başlamasını bekliyorum. Kantinin en köşesinde kuytu bir yeri ,herkesi görebileceğim köşedeyim. Az önce tıklım tıklım dolu olan kantin şimdi boşaldı. Benden başka diğer uçta iki tane daha kız var. Bide sevgililer var. Önce birbirlerine uzak oturuyorlardı simdi sarılıyorlar. Sevgilisinin gözlerine aşkla bakıyor kız boş kantinde. Müzik kutusunda ayrılık şarkısı çalıyor. Kantinciler arada bir bana bakıyorlar. Yoğun bir köfte kokusu var.
Bende bunları yazıyorum. yorgun argın köşeye oturdum hem yazıyorum hem izliyorum.Sanki çok önemli bir şey yazıyor gibi yazıyorum. Çünkü ön masaya fakülde daha önce hiç görmediğim biri oturdu ve gözlüklerinin üstünden bana bakıyor. Aynı zamanda müziğe eşlik ederek masaya vuruyor. Çocuğun asık suratı ve sevimsizliği beni daha da kederlendiriyor. Bir kız arkadaşı var mıdır tahmin edemiyorum ama bazen hayatta yalnız kalmak daha iyi diye düşünüyorum. Biraz daha baktım ona biraz kambur duruyor ve lacivert bir kazak giymiş. Gözlüklerinin üstünden oda bana bakıyor şimdi. Biraz daha yaşlanınca iyice sevimsiz bir adam gibi hayal ediyorum onu.
Vakit bir akşam üstü vakti , kantin yavaş kalabalıklaşmaya başlıyor, giden güneşin arkasında yalnızlığın acımazsızlığıyla otururken karşıda oturan çocuk hala bana bakıyor. Ama haberi yok ben burada onun hakkında neler yazıyorum. Yanımdaki masaya da biri oturdu. Kırmızı tişörtlü ,fazla ciddi ve dertli bir çocuk sana da yazık. Sende yalnızsın benim gibi. Arada bir yazı yazarken kafamı kaldırıp ikisine de bakıyorum. Düşünceli ve biraz gülümseyen edayla içimden teşekkür ederim. Bana eşlik edip bu yazıda oldukları için…
Gülümsüyorum yazarken, gülümsetiyor beni ; yazmak. Hayatın soluk rengini solumak, yazmak…buda benim iyimserliğim galiba…

Mor ve Ötesi | 1996 - 2010

Biyografi



Kendi bestelerinden oluşan ilk albümünü 1995 yılının ağustos ayında Stüdyo Spectrum'da kaydeden grup, 1996 yılının Ocak ayında çalışmaya son halini verdi ve Şehir, 1996 yılının Eylül ayında piyasaya çıktı. Grup, aynı albüm içerisinde yer alan ve ilk video klibi olan Yalnız Şarkı şarkısına klip çekti. 
 Mor ve Ötesi grubu, Türkiye'yi 53. Eurovision Şarkı Yarışması olan 2008 Eurovision Şarkı Yarışması'nda söz ve müziği kendilerine ait olan Deli (şarkı) adlı Türkçe şarkı ile temsil etmiştir. İkinci yarı finalde yarışan grup, ilk 10'a girmeyi başardı ve 24 Mayıs'taki Eurovision finaline katılmaya hak kazandı. Rusya'nın birinci olduğu final yarışmasında, Mor ve Ötesi 12. sırada sahneye çıkıp yarışmayı 138 puanla 7. olarak tamamlamıştır.
Grup, Eurovision sonrası 24 Kasım 2008'de Başıbozuk isimli albümünü çıkardı. Eurovision için kaydedilen üç şarkı Deli, İddia ve Sonbahar şarkılarının yanı sıra, eski şarkılarının remixleri ve canlı performansları bu albümde yeraldı.

Grup Elemanları
  • Harun Tekin (Vokal, Ritim Gitar)
  • Kerem Özyeğen (Solo Gitar, Geri Vokal)
  • Burak Güven (Bas Gitar, Geri Vokal)
  • Kerem Kabadayı (Bateri)
Diskografi

01 - Şehir | 1996



  1. Sabahın Köründe
  2. Yalnız Şarkı
  3. Uyku
  4. Şehir
  5. Sessizlik
  6. The Faithful Lover
  7. Rüya
  8. Reality
  9. Past
  10. İthaf

02 - Bırak Zaman Aksın | 1999





  1. Son Giden
  2. Şarkıcı Çocuk
  3. Özgürlük
  4. Mucize?
  5. Pis
  6. Yeşillik
  7. 23
  8. Tv'deki Kız
  9. Boşver
  10. Bırakmazlar Yakamı
  11. Çelişki
  12. Beyaz
  13. Ne
  14. Balıklar

03 - Gül Kendine | 2001

  1. Daha Mutlu Olamam
  2. Doğru Yanlış
  3. Gül Kendine
  4. Hayat
  5. Hep Aynı
  6. Eksik
  7. Orda Durma
  8. Gece
  9. Bazen
  10. Canlı Yayın
  11. Bir
Not: Saklı parça olarak, Burak Güven tarafından seslendirilen İyi, albümün son iki dakikasında yer almaktadır.

04 - Yaz | 2003

  1. Yaz
  2. Güneye Giderken
  3. Bazen


05 - Dünya Yalan Söylüyor | 2004






  1. Yardım Et (Konuk vokal: Şebnem Ferah)
  2. Cambaz
  3. Bir Derdim Var
  4. Re
  5. Sevda Çiçeği
  6. Serseri
  7. Aşk İçinde
  8. Az Çok
  9. Son Deneme
  10. Uyan
Not: Gizli şarkı olarak da albümün en sonunda 17 dakikalık e-bow ile çalınmış Bir Derdim Var doğaçlaması bulunuyor.



06 - Büyük Düşler | 2006

  1. Parti
  2. Kördüğüm
  3. Ayıp Olmaz Mı
  4. Şirket
  5. Küçük Sevgilim
  6. Durma Öyle
  7. Kış Geliyor
  8. Darbe
  9. Saklama
  10. Sonu Belli (Burak Güven seslendirmiştir)
  11. Çocuklar ve Hayvanlar
  12. Büyük Düşler


 07 - Başıbozuk | 2008


  1. Deli
  2. İddia
  3. Sonbahar
  4. Kış Geliyor (Canlı)
  5. Re (Canlı)
  6. Bir Derdim Var (Canlı)
  7. Parti - Flatliners Killa Remix
  8. Kördüğüm - dEmian & Emre Remix
  9. Ayıp Olmaz Mı? - Kaan Düzarat & Fuchs Rework
  10. Küçük Sevgilim - Kaan Düzarat Remix
  11. Darbe - Burak Güven & Serkan Hökenek Remix
  12. Çocuklar ve Hayvanlar - DJ Kambo Remix
  13. Deli - Luna Remix by Cihan Barış
  14. İddia - Kerem Kabadayı & Serkan Hökenek Remix
Not: Gizli şarkı olarak albümün en sonunda Serseri isimli şarkının canlı performansı da bulunmakta.



08- Masumiyetin Ziyan Olmaz | 2010







  1. Korkma
  2. Meksika
  3. Sor
  4. Yorma Kendini
  5. Festus
  6. Araf
  7. Camgezer
  8. Nakba
  9. Kara Kutu
  10. 2012
  11. Bisiklet