'Bir Müzisyenin Kitabıdır Bu'

Fazıl Say: 'İnanın daha kolay bir hayat dilerdim bazen. Başkaldırılarım vehatalarım da bu yüzdendir çoğu zaman. Gerçek savunduklarım hep itildi kakıldı. Çoğunlukla 'savunmak zorunda olduklarım' veya 'savunmaya itilmiş olduğum konumlar' ön plana çıktı. Bu kitabı da bu yanlış yönlendirmenin önüne biraz olsun geçebilmek uğruna yazdım...'Fazıl Say; piyanist ve besteci. Bu ülkenin yetiştirdiği ender sanatçılardan biri. Zaman zaman yaptığı çıkışlar ve açıkladığı düşünceleriyle gündeme gelse de o daha çok sanatıyla gündemde olmak isteyen bir dünya sanatçısı... Yalnızlık Kederi, işte bu önemli sanatçının içini döktüğü bir kitap. Hem kişisel, hem sanatsal hem de dünya görüşü açısından bir iç döküş bu. Yalnızlık Kederi, sanata gönül indirmiş herkesin başucunda bulundurması gereken lezzette bir kitap... Say’la kitabını, müziği ve hayatı konuştuk...



Yalnızlık bir anlamda sanatçının kaderidir. Kitabınızın adı Yalnızlık Kederi. Yalnızlığı ve kederi nasıl tarif edersiniz? Ve Türkiye’de klasik müzikçi olmak...

Geçen yıl Boğaziçi Üniversitesi’nde bana fahri doktora verilirken, gözyaşlarımın akmasına neden olan bir cümle okumuşlardı; “Dünyanın ortasında bir Türk, Türkiye’nin ortasında bir dünya sanatçısı”. O an aklımdan geçen karmaşayı anlatamam. Dünyanın ortasında bir Türk olmanın bedeli, mesela; binlerce kez sorulan o “Türkiyede piyano var mı?” sorusu... “Bir Türk piyano mu çalacak?” bakışları... Yıllarca süren küçümsemeler... Pasaport kuyruklarında duyulan kimi endişeler... Başardığınızda bile size sürekli yapıştırılan o yalan ‘egzotik’ karakter durumu... Bir güruha ait olamamak... Kurtlar sofrası... Deplasmanlar... 50’den fazla ülkenin 500’den fazla şehrinde verdiğim üç bine yakın konser. Çaldığım tüm orkestralar, katıldığım festivaller, yaptığım CD’ler, DVD’ler; sevenlerim, sevmeyenlerim, karşıtlarım... Dünya ne zordur... Ne kadar zordur...
Ve Türkiye’de bir klasik müzikçi olmak; ‘Herkesin her şeyi en iyi biliyor olduğu bir memlekette!’ İki gün içinde Fazıl Say’dan daha iyi piyano çalacağını iddia edenler... ‘Bu benim müziğim değil’ diye set çekenler... ‘Gavur özentisi’ diye dışlayanlar... ‘Din ve milliyetçilik’ tabularına esir laf salataları... ‘İyi bir sanatçı olabilir ama siyasi laflar etmesin’ faşizmi.. Veya tersi; ‘Siyasi laflar etsin!’ faşizmi... ‘Yazsın’ diyenler, ‘yazmasın’ diyenler, ‘çalsın’ diyenler, ‘gitsin’ diyenler... Cahillikler... Çirkinlikler... ‘Gündeme gelmek için’ diyenler... ‘Bol kazançlar’ diyenler... Deyip kaçanlar... Bunun yanında bir fidan gibi ümit yeşerten güzelliklere sarılmak... Güzel bir memlekette yaşıyor olmak. Aspendos’ta, Efes’te binlerce kişiye konserler vermek. Diyarbakır’da, Erzurum’da ilkokul öğrencileriyle buluşmak. Festivaller düzenlemek. Nâzım’ı bestelemek. Buraya daha çok ait hissetmek arzuları... Kızımla kurduğumuz hayaller. Bu hayallerin bir anda kararması. Gördüğünüz kadarı ‘yalnızlık’, artısı ‘keder’ değil mi?
İnanın daha kolay bir hayat dilerdim bazen. Başkaldırılarım ve hatalarım da bu yüzdendir çoğu zaman. Gerçek savunduklarım hep itildi kakıldı. Çoğunlukla ‘savunmak zorunda olduklarım’ veya ‘savunmaya itilmiş olduğum konumlar’ ön plana çıktı. Bu kitabı da bu yanlış yönlendirmenin önüne biraz olsun geçebilmek uğruna yazdım... Arınmak’tan bahsettik kitapta, bu aynı zamanda ‘yanlış tanınan Fazıl Say’dan arınmak’...


‘Arınmak’ yazısıyla açılıyor kitap. Her sabah “Temiz mi orası?” diye sormalı insan, arınmanın yollarını aramalı her sabah. Orada ‘iyi’ hissetmeli diyorsunuz....

Bakın, Yalnızlık Kederi bir yazarın kitabı değildir, bir müzisyenin kitabıdır. Bu bakımdan, bazı ‘yeni’ şeylerle karşılaşmamız mümkün. Birinci konu şu: Bana her yerde, hep sorulan sorudur; ‘Besteci misin, yorumcu musun?’ Ben hep ‘müzisyenim’ diye cevaplarım bu soruyu. Sonuçta, beş yaşımdan beri hem beste yapmaktayım hem çalmaktayım, ölene kadar da bu böyle sürer. İkisi bu bedende bir bütün. ‘Yaratıcılık ve emek’ iki meslekte de yayılmıştır. Ancak, ikisinin elbetteki farklı zorlukları vardır. Mesela; bir ressamın, bir bestecinin ya da bir yazarın ‘eşref saati’ mutluluğunun tersine, bir yorumcu o ‘eşref saati’ni yaratmak zorundadır!
Pazartesi akşamı sekizde Münih’te bir resitalimde, çarşamba akşamı sekiz buçukta Amsterdam’da keman piyano ikilisi konserimde, cumartesi sabah dokuzda Milano’da orkestra provasında ‘en mükemmel haliyle ben olmalıyım’ gibi... Klasik müzik inanılmaz mertebede ‘presizyon-mükemmelliyetçilik’ gerektiren bir sanat dalı... Verilen emek çok fazla. Dünya yarışı ise amansız ve acımasız! Burada bir zamanla yarış, ilham ve yaratıcılığın, zamana karşı zorunluluğu da ‘artı zorluk’ olarak söz konusu.
‘Arınmak’ başlıklı yazı, işte bu babta, bu bendeki ruh ve bedenin bütün bu ‘zorunluluklar yarışında’, duru ve tertemiz kalması, her akşam dünya çapında çalıyor olması, her sabah bestesini yapabilmesi uğruna, yaşadığım hayattan nasıl arındığımı anlatan bir yazı. Bir sayfalık kısacık bir metin, kitaptaki ilk yazı. ‘Zen’, diyebilirsiniz. ‘Evrene kaçış’ diyebilirsiniz. Ya da sadece ‘kaçış’ diyebilirsiniz...


Klasik müzikle devletin, toplumun hep bir sorunu var gibi...

Şunu söylemek isterim, ‘Ne olacak bu memleketin hali?’, ‘Türkiye’de klasik müzik?’ vs. konularından her an boğulabilirim. Bahsettiğim, ‘savunmak zorunda olmak’ kısmısıdır hayatımın. Çünkü içimdeki ‘paylaşma isteğine’ kapıları açmam gerekmektedir. Ümit besleyerek, hayaller kurarak yaşamaktayız. Bir yandan alay ederler benimle. Ben de bir yandan terminalde kaybolmuş çocuk gibi endişelenirim. Yıllardır aynı şey. İnsan aynı şeyden de sıkılıyor aslında. Tekrar edelim. Ben bir müzisyenim. İkon değilim. Normal bir insanım. Beni üzen şeyler, mutlu eden şeyler var, herkes gibi.
Neptün’ün uydusu Triton’da, gezegenin içinde bir okyanus varmış, Astrofizikçiler ‘Triton’daki o gizli okyanusta hayat var’ diyor. ‘Triton’ benim için bir umuttur mesela. Birkaç gündür Triton’da hayali bir tatil yapıyorum. Bir nevi Zen. Bu konuda yeni yazılar da yazdım. Yalnızım.
Mutluyum. Derinlerdeyim. Triton’lular filan... Çok keyifliyim. Ama bir anda aklıma; ‘Ya Ertuğrul Günay, Emre Aköz, Kılıçdaroğlu, Mehmet Altan filan da Triton’a gelirse o zaman ne yaparım?’ sorusu geliyor, bunalıyorum o an! Hayal kurmak bile zor. Hayalinde Triton’a gelmişsin, bir anda ‘Triton’dan nereye kaçacağım?’ diye düşünmeye başlıyorsun filan...


Klasik müziğe düşmanız ama Âşık Veysel’i de tanıtamamışız dünyaya. Burada bir çelişki yok mu?

‘Klasik müziğe düşmanız’ diye genelleme yapmalı mı bilmiyorum. Ben, Metin Altıok’un dediği o “Bir yarım umuttur elimizde kalan, göğüslemek için karanlık yarınları” cümlesindeki ‘yarım umuda’ olabildiğince sarılmak taraftarıyım hep. Karanlığa ise alıştım yaşadığım hayat itibarıyla...
Şimdi... Âşık Veysel ve Zeki Müren üzerine geniş makaleler yazdım Yalnızlık Kederi’nde. Buena Vista Socual Club, kitapta ‘Küba’nın Veyselleri’ diye geçer; Schumann yorumcusu, -durduğu yerde uçan tenor- Fritz Wunderlich ise Alman Klasik Müzik kültürünün Zeki Müren’idir gibi ‘müzikal karşılaştırmalar’... Bu müziklerle ilgilenenler için ilginç olabilir. Bu karşılaştırmalar ama ‘ruhani’ karşılaştırmalar daha çok. İç gözüyle bakanın, iç kulağı ile dinleyenin farkındalıkları. Şöyle bir soru var mesela; “Gezegen, Küba’nın Veyselleri Buena Vista Social Club’ı kucaklamıştır da, Anadolu Ana-tanrıçasının öz oğlu, Veysel’i niye kucaklamamıştır?”
Bakın, bu ‘biz niye götüremedik’ tartışması uzar da uzar, varmaz bir yere... Çünkü mesele sadece bizim götürmemiş olmamız değil. Kültür farkları sorunlarıdır bunlar.
Bir Âşık Veysel’i Anadoludaki sevilirliği gibi, Avrupa’da, Amerika’da, Uzakdoğu’da sevilir kılmak, inanın çok zor bir konudur. Bu çok zor bir ‘ilk tanışmadır’. Niğde’deki ilkokul öğrencisinin Beethoven ile tanışması da kolay değildi. İnanın çok emek ister. Bolivyalılar, Filipinliler ya da İsveçliler kendi kültür değerlerini Türkiye’de sevdirebiliyorlar mı? Bir ikinci konu daha var, yaratıcılıkla ilgili; Veysel’den esinlenerek eserler yaratabilir bu noktadan sonuç alabiliriz. Onu evrimlerden geçirip, ondaki tohumdan yola çıkıp başka bir evrene yönelerek, tüm gezegenin anlayabileceği bir formata sokabiliriz ve bu ‘bilboard’ listelerinde de en üst sıralara da tırmanır, notası en çok satılan piyano eseri de olur, her akşam dünyanın farklı bir yerinde falanca müzisyen tarafından da performe edilebilinir... İnsanoğlu’nun birbirine devrettiği ‘DNA tohumları’ gibidir bunlar. Fidanın yeşermesi ve dünya üzeri anlaşılır kılınması için sonraki jenerasyonların, teknik ve etik yardımı gerekebilir. Fazıl’ın ‘Kara Toprak’ını dinlemiş bir Japon, ardından Veysel’in ‘Kara Toprak’ını da dinler ve fidandan yola çıkarak tohumu anlar. Bu kapsamlı bir konudur...
Türkiye, son yıllarda hep ‘pop’ ve ‘ticari müzikler’le tutunmaya çalışıyor. ‘Kültür’ün olmadığı yere lütfen dikkat! Rüzgâr eser, tohumlar yok olur. Aman dikkat...


Kitapta sorduğunuz bir soruyu ben de size sorsam; “Kültür fakiri gezegenimiz hasta,ilacı var mıdır bu hastalığın?

‘20. yüzyıl para ile kültür evliliğinin sona erdiği yüzyıldır’ derler. Doğru bence! Pop ve magazin kültürünün bu derece her şeye hakim olması bu yüzden sanırım. 21. yüzyılda işler değişecek gibime geliyor. 21. yüzyıl ‘yalnızların yüzyılı’ olabilir. Ya da ‘bireysellerin yüzyılı’ diyelim... Çok ilginç bir bilet satışı tespiti var son yıllarda; insanlar, orkestra konserlerine ilgiyi azaltırken, Solo Piyano Resitallerine çoğaltmış. ‘Birey’in yaptıkları tekrar önem kazanmaya başlıyor, diye yorumluyorlar. Ticari müzik çok büyük düşüşe geçerken, onyıllarca ihmal edilen değerlere büyük bir dönüş başladı. Bunu en çok Facebook, Youtube, Google gibi internet ortamlarında fark ediyorum. Neler neler çıkarıyorlar unutulup gitmiş. Bu gelişme artarak devam ederse ve hep kalıcı olursa, cevabım ‘evet, ilaç bulundu!’ olur.


Kızınız Kumru’ya yazdığınız mektuptan bahsedelim biraz...

Bir savunma metnidir o tamamen. Bakın, adamın biri tamamen yanlış verilerden yola çıkarak hakkımda bir köşe yazısı yazmışsa ve bunun ardından 130 tane başka köşe yazısı takip etmişse bu yanlış veriyi ve bu 130 köşe yazısı da 12.450 internet yorumuna yol açmışsa, birinin buna ‘dur’ demesi, o yanlış veriyi düzeltmesi gerekir. Çünkü o 12.450 internet verisi ebediyen kalıcıdır. Yaşadığımız çağ ‘internet çağıdır’! Kimsenin umurunda değilse ‘dur’ demek, o zaman ben de kendim üstlenmek zorunda kalırım bu durumu. Çünkü demediğim, düşünmediğim şeyler yüzünden ebediyen töhmet altında kalmak ve de Say soyadının saçmasapan yanlış verilerle anılmasına göz yummak istemiyorum! İnsan arınmak, temizlenmek, doğal haliyle yansımak istiyor... ‘Kumruya Mektup’ta bunun gibi 6-7 pislik sıçratılması durumu var. ‘Savunduklarım’. ‘Savunmak zorunda olduklarım’ ve ‘Savunmaya itilmiş olduğum’ düşüncelerimden en çok ‘itilmiş olduklarım’ üzerinedir mektuptaki arınmak. Aslında çok acı bu. Bazı adamların istediği gibi ‘ayar’ uygulamaları, Cihangir barlarından ‘ahkam’ kesmeleri... Ne inandırıcıdır ne de gerçektir ama internette yıllarca durmaktadır... İsteyen istediğine istediği şekilde ‘çakıyor’! Savunmak zorunda olmak çok acı. Çağın gerçeği bir yandan da...


YALNIZLIK KEDERİ
Bir Müzisyenin Notları
Fazıl Say
Doğan Kitap
2009
178 sayfa
12 TL.

Derviş Şentekin
7 Ağustos 2009
Radikal Kitap