Kürtçe Romanlarda Temalar / Abidin Parıltı - Özlem Galip

Ölüm ve uyku imgesinin Kürtçe romanlarda çok baskın olması dikkat çekicidir. Ölüm, hem düşsel hem de fiziksel olarak hemen hemen her romanda yer alır. Uyku ise, daha çok mevcut durumdan sıyrılmak ya da kaçmak için karakterlerin saklandıkları bir sığınak şeklinde tasvir edilir. Kaçışı simgelemesinin yanı sıra uyku, birçok romanda elde edilemeyen ve hep özlenen bir olgu olarak belirir

Kürt romanı genel olarak işledikleri temalar ve anlattıkları hikâyeler bakımından incelendiğinde, romanların, trajedinin anlatım biçimlerinden ve dramdan çokça faydalandığını söylemek yanlış olmaz. Kürtlerin yüzyılı aşkın bir süredir içinde bulundukları politik-siyasal durumdan dolayıdır ki romanlarda savaş hali, sürgün, ölüm, işkence, intihar ve ihanet karşısında bireyin acısı ve mücadelesi trajik bir dille anlatılıyor. Ayrıca feodal yapıya ve derebeylik rejimine karşı isyankâr ruhlar da gündemden düşmez. Romanların birçoğunun yarı tarihsel/belgesel ve yarı kurgusal tarzda olduğunu söylemek gerekir. Geçmişte gerçekleşmiş bazı tarihi olaylar üzerinden kurgulanmakla beraber, birçok roman yaşanmışlığın hikâyesini anlatıyor. Genellikle şimdiki zaman veya geniş zamanla hikâyeler anlatılıyorken, karakterlerin geriye dönüşleri ve hatırlamalarıyla geçmişte gerçekleşmiş kilit olay ve durumlara odaklanıyoruz. Çoğu zaman doğrudan verilmese de, romanların hangi dönemi kapsadığını, anlatılan olaylar sayesinde öğrenebiliyoruz. Bunu yanı sıra olaylar, doğrudan belirtilmese de verilen bilgiler ve tasvirlerle kişinin, diğer bir deyişle yazarın, hangi olaydan bahsettiğini anlayabiliyoruz.
Yeni nesil yazarların bazıları son siyasal süreçlerin etkisinde kalıp yaşananları romanlarının temel düsturu ve teması yaparken, bazıları toplumsal rahatsızlıkların isyana dönüşmesine odaklanır. Buna örnek olarak Hesen Huseyîn Denîz, Yaqup Tilermenî ve Helîm Yûsiv’i gösterebiliriz. Diğer yandan Kürtçenin ilk romanlarından birini yazan İbrahîm Ehmed Irak’taki Kürtlerin direnişini romanın odağına alırken, İran Kürdü Rehîmê Qazî, Peşmerge’de, Kürtlerin 1940’lı yıllarda yaşadığı zorlukları ve direniş hareketine katılma süreçlerini ve nedenlerini gözler önüne serer. İlk Kürt romanı olarak bilinen Erebê Şemo’nun Şivanê Kurmanca’da okur, 1930’larda Sovyetler Birliği’nde özellikle Kürt cephesinde nelerin olup bittiğine tanıklık ederken, 17. yüzyılda geçen Dımdım Kalesi adlı sözlü kültür ürününü yazıya aktardığı Dımdım adlı romanıyla, İran şahı Şah Abbas ile Xanoyê Çengzêrîn’in (altın bilekli ya da altın pençeli han) önderliğindeki Kürtler arasındaki savaşa odaklanır. Irak Kürdü olan Jan Dost’un Mîrname’si ise Kürt klasik şairlerinden Ahmedê Xanî dönemini, çevresindekilerinin yaşadıklarıyla ele alıyor. Ve geçmiş üzerinden günümüze mesajlar gönderiyor. Kürt romancılığının en üretken yazarlarından olan Mehmed Uzun’un, Mirina Kalekî Rind (Yaşlı Rind’in Ölümü) ve Tu (Sen) romanları, biyografik özellikleriyle öne çıkarken, Siya Evînê (Yitik Bir Aşkın Gölgesinde), bir Kürt aydını olan Memduh Selim Bey’in trajik yaşam öyküsünü anlatır. Kader Kuyusu, Celadet Bedirhan’ın sürgün yaşamını, Aşk Gibi Aydınlık Ölüm Gibi Karanlık günümüzün şiddet sarmalında savaşan bireyleri ve çaresizliklerini odağına alır. Dicle’nin Yakarışı’nda ise bizi Bedirhan Beyliği zamanına götürür.

Sürgün ve göçmenlik
Kürt romanlarının hem toplumsal hem de özel mânâda biyografik özellikler taşıdığını söyleyebiliriz. Yazarların kendi yaşamlarından kesitleri, özellikle sürgünlük ve göçmenlik temaları çerçevesinde kullandığını belirtmek gerekir. Bunda elbette, Kürtlerin yüzyıllardır sürgün olmaları ve zorunlu göçe tabi tutulmalarının da payı yüksektir. Örneğin, sürgünde olan yazarların bazı romanlarında, ana karakterlerin yurtdışından memleketlerine geri döndüklerini görürüz. Özellikle, İsveç’te sürgün bir hayat yaşamış olan Firat Cewerî ve Mehmed Uzun gibi yazarların romanlarında bunu sıkça görebiliyoruz. Bunun dışında sürgüne gitmemiş yazarların romanlarında, göç ve göçmenlik olgusu oldukça sık işleniyor. Cewerî’nin Birini Öldüreceğim ve Geç Bir Sonbahardı romanlarında doğdukları yere dönüşün kişide bıraktığı hayal kırıklığını görmek mümkün. İ.S. Aydoğan’ın Reş û Spî romanında baş karakter İstanbul’dan Diyarbakır’a döndüğünde, hiçbir şeyi bıraktığı gibi bulamaz. Arkadaşlarının bir çoğu ya öldürülmüş yada hapistedir. Yaqup Tilermeni Qerebafon’daki kişisi Ronahî, memleketi Kızıltepe’ye on beş sene sonra geldiğinde her yeri, çok kirli ve fakir bulacaktır. Avrupa’ya sürgün gitmiş ya da İstanbul’a göç etmiş yazarların romanlarında, topraklarını terk etmenin ağırlığı altında ezilen karakterleri görürüz.
Sürgün romanlarında, 12 Eylül darbesinin etkileri ayrıca çok belirgindir. Gerçekte de 1980 darbesinden sonra, bir çok Kürt Avrupa’ya gitmek zorunda kalmıştır. Şu an romanları bulunan Kürt sürgün yazarlarının bir çoğunun, bu dönemde, Avrupa’ya sürgün gittiklerini belirtmek gerekir. Bu yazarların romanlarında, kişilerin gittikleri yere alışamadıklarını, hapiste yaşadıkları işkence ve kötü muamelenin psikolojik ve fizyolojik etkisini üzerlerinden atamadıklarını görüyoruz. Bunun yanı sıra, aile ve dostluk ilişkileri, parçalanmıştır ve genellikle yalnız bir ruh hali içindedirler. Türkiye’de yazılan romanlarda ise otuz yıldır süren savaşa doğrudan bir gönderme yapılır. Çoğunlukla da bu meseleye odaklanırken, sürgün yazarlar daha çok savaşın kişide bıraktığı etkiler üzerinde durur. Bu da savaştan fiziksel açıdan uzaklaşmanın, yazarların hikâyelerinin kurgularını da etkilediğini ve psikolojiye, içe dönmeye daha çok odaklandıklarını gösteriyor. Sürgün karakter, daha çok siyasal ve edebi kurumsallaşmanın içindeyken, bu imkan ve kaynaklardan yoksun Türkiyeli karakterler, daha çok sıcak savaşın içinde yer alırlar.
Ölüm ve uyku imgesinin romanlarda çok baskın olması da ayrıca dikkat çekicidir. Ölüm, hem düşsel hem de fiziksel olarak hemen hemen her romanda yer almaktadır. Bunlar, genellikle çatışmalarda ve işkence esnasında karşılaşılan ölümlerdir. Karakterlerin mutlaka bir yakınının, siyasi nedenlerden ötürü faili meçhul veyahut baskın tarzı eylemler esnasında hayatını kaybettiğini görüyoruz. Bunun yanı sıra, kişilerin aniden ortadan kayboluşları da söz konusudur. Faili meçhul cinayetlerin ve ani kayboluşların yanı sıra, romanlarda intiharın varlığını yadsımamak gerekir. Uyku ise, daha çok mevcut durumdan sıyrılmak ya da kaçmak için karakterlerin saklandıkları bir sığınak şeklinde tasvir edilir. Kaçışı simgelemesinin yanı sıra uyku, birçok romanda elde edilemeyen ve hep özlenen bir olgu olarak belirir. Karakterler, çeşitli korkularından dolayı rahatça uyuyamazlar ve hep huzurlu bazen de sonsuz bir uykunun özlemini duyarlar.

Umutsuz aşk ve kavuşulamayan sevgili
Sürgün ve ölüm temalarında olduğu gibi, Kürt romanlarında aşkın da kompleks bir yapıda kurgulandığını görüyoruz. Karakterlerin bir çoğunda benzer durumları görmek mümkün. Geçmişte çok sevmiş ama terk edilmiş, yerini dublörlere bırakmasına rağmen ‘asıl’ olanın her zaman asli olarak kaldığını görürüz. Ayrıca, karakterlerin bir çoğunun hep terk edildiğini ama eski aşkların sürekli belirtildiğini ifade etmek gerekiyor. Yeni topraklara adım atılsa dahi eskisi hafızalardan asla silinmiyor. Mevcut siyasi koşullardan ötürü terk edilen aşklar, hatırlandığında idealize edilmelerinin yanı sıra aynı zamanda kutsallaştırıldığını ve mitolojik olana yönelindiğini görüyoruz. Genel anlamda, eski aşkların, terk edilen topraklarla özdeşleştirildiğini söyleyebiliriz. Aynı zamanda bununla Kürtlerin sözlü edebiyatının birebir ilişkisi var. Karakterlerin anlattıkları aşklarını, sürekli destanlardaki aşklarla karşılaştırmaları ve karakteri tanımlarken kullanılan sıfatlandırmalar kanımızca bu ilişkiyi kanıtlıyor. Destanlarda, aşkların sonu hüsranla biter. Diğer bir deyişle, aşıklar kendi dışlarında gelişen etmenlerden dolayı kavuşamazlar. Kürt romanlarında da karakterler, umutsuz aşkın pençesinden kurtulamazlar.
Daha önce Radikal'de yayınlanan bu yazı için Abidin Parıltı'ya teşekkür ederiz...