Militarist Modernleşme, falan filan... / Ali Rıza Esin

Bu yazının başlığını “İletişim Yayınları’na açık mektup, Militarist Modernleşme’yi okuma maceram ve kitaptan alıntılar” gibisinden bir şey olarak düşündüm önce. Hepsi var çünkü. Fazlasıyla hattâ… Sonra vazgeçtim. Yukarıdaki başlığı uydurdum ve zaten buraya da yazmış bulundum ya durumu… Lokum gibi oldu!
800 sayfa kitap mı olur! Ekleri hariç 787 sayfa! “Kaynakça”sıyla birlikte tam 830 sayfa… Hiç olur mu! Olur. Olabiliyor…
Ekleri, kaynakçayı falan kim okur ki zaten, asıl metnin payandası olsalar da, tamam ama ben kitabın “cüssesinden” bahsediyorum. “Kalınlığından” asıl… Bir kitap düşünün ki sırtı tamı tamına beş santim olsun! Murat Belge’nin Militarist Modernleşme isimli kitabı bu, evet…
Olmuş bir kere. Okunacaktı mecburen, binbir zahmetle. Okunası bir kitap olduğu söylendi bana çünkü. Tavsiyelerini önemsediğim bir dostumun önerisi üzerine aldım ve okudum. Minnettarım kendisine. “Aldım” demişken, “bilmeden sponsor”larıma da ayrıca teşekkür etmiş olmayı isterim. Onlar olmasaydı kitaplara dönük antenlerimin eskisi kadar dik durmadığı bir dönemde ne böyle bir kitaptan haberim olurdu, ne de bir kitaba otuz beş lira birden bayılabilirdim. Fazlasını bayıldıklarım da olmuştur ama şu sıralarda yapmazdım demiş olayım, “durumsama”nın hatırına. Ve evet, okunması gereken bir kitapmış bu gerçekten. Güzel oldu.

Yukarıda “zahmet” derken fiziksel zahmetinden bahsediyorum daha çok. Bir kitap tek elle tutulup okunabilmeli ya da ben öyle seviyorum; ellerimin, parmaklarımın büyüklüğündendir belki. Bu kalınlıktaki bir kitapla dahi başarabiliyor bunu insan ama ancak ortalarına varmışsa. Öbür türlü, kitabın dörtte biri kadarlık bir yerindeysen örneğin, kalan kalın kısmı kolay kavranacak gibi değil ve de ince kısmını açık tutmak ayrı bir maharet istiyor. Mutlaka bir masaya, —rahleye falan mı artık— veya ne bileyim, kucağına alıp okuman lazım ya da mutlaka iki elinle birden tutman ve böyle bir zorunluluk da benim canımı sıkıyor okurken, zahmet dediğim şey bu.
Diyeceğim, okunmasın diye yapılmış bir kitap olmuş bu adeta, ağırlığı anlamında (kağıdı da hafif halbuki, endamından öyle geliyor insana belki de). Metnin ağırlığından bahsetmiyorum elbette ve ağır bir metin de değil zaten. Bir kitap hakkında yazarken söylediğim şeylere bak!
Tek elle tutarak kitap okuyabiliyor olmak önemli, evet. Bu kitap, yine uyduruyorum, iki ayrı cilt olsaydı, diyecek sözüm olmazdı (yazacaklarım bitmez!). Üç cilt bile olabilirdi ve bir takım olarak satılıp ayrı ayrı okunabilirdi rahatça. Bir de bana mı öyle geldi, bilmiyorum ama, sanki bu sayfa çokluğundan dolayı ve tek cilde sığsın diye metinden bazı şeyler eksiltilmiş; “Türkiye” bölümünden hattâ… Yer verilmeyen şeylerle ilgili mantıklı açıklamalar, başka kitaplara sevk (ve idare) etmeler de olduğu halde bana sanki çok istenmeden hızlı geçilmiş hususlar var gibi geldi. Bunu bilmem mümkün değil tabii. Benimkisi bir his sadece. Geçer.
Kitabı bölmek maliyetini de yükselten bir unsurdur; bunun farkındayım ama okunmaması daha fazlasına mal olmuyor mu? Peki, kime? Yayıncısına tabii ama bu durumda kitap kalın diye satın almayanlara, okumayanlara. Var öyle “fazla-uzun-geldi-okumadım” pişkinlerinden ziyadesiyle. Gerçi bunu böyle uluorta diyebilen birine de (bana) denilebilir ki, “Sen okudun da ne oldu? Anlamamışsın işte!” Doğru olabilir bakınız bu. Bir bok anlamamış olabilirim kitaptan. Bana anladım gibi geldi sanki ama…
Kitaba ilk “daldığım” günlerde, bir yere de yazdığım gibi, bu kitabı okumakla daha önce okuyamadığım bazı şeyleri de okuyabilen bir insan oldum çıktım doğrusu. Böyle bir etkisi oldu bende. Bu bir “bir kitap okudum, hayatım değişti” durumu değil. Bir kitap okumakla hayatı değişmiyor insanların. Onu öyle diyen başka bir şey diyordu ya zaten; benimkisi daha çok, duyduğu, zaten hissettiği (Bkz., şayir burda “bildiği” diyemiyor; bilmesi gerektiği halde.) bazı şeyleri kafasında netleştirmek; netleştirebilmiş olmak. Kitabın başarısıdır bu tabii ama benim için de bir başarı ve memnuniyet vesilesidir ayrıca; 750 küsur sayfayı (İtalya ve Hindistan bölümlerindeki göz gezdirilerek atlanmış sekiz-on sayfayı hesaptan düşersem) net olarak okuyup anladığını zannetmiş olmaktan başka…
Kitap isminde Almanya, Japonya ve Türkiye diye de bir alt başlık var. Bu ülkelere gelene değin öncesinden değinilmesi gereken, İngiltere, ABD, Fransa, İtalya, Hindistan ve dahi başka başka memleketlerin, çoğunlukla kitap konusu bağlamındaki tarihçeleri de var içinde (böyle bir yöntem benimsemiş Murat “Bilge” ve ben gibi böylesi bilgi yoksunları için özellikle, iyi de etmiş), irili ufaklı memleketler, krallıklar… Kralcıklar… Kraldan çok kralcılıklar var, gırla… Kitap da bunu anlatıyor zaten özünde. Yok ama, bu da fazla özet oldu!
“Yöntem” demişken… Kitabın giriş bölümündeki Murat Belge, böylesi kitapların nasıl yazıldığıyla —belki nasıl yazılması gerektiğiyle— ilgili aydınlatıcı sözler ediyor; kitabın kapsamını, çerçevesini nasıl belirlediğini anlatıyor, anlattığı başka ilginç şeyler haricinde —ki o ilginç şeylerin haricinde de bana ilginç gelen başka bir husus, ilgi duyduğum bazı konularla ilgili ne kadar “az” okuduğumu bir kere daha idrak etmem oldu ya da yeryüzünde okunması gereken daha ne çok şey olduğunu… İşin sevindirici yanı ise, Belge’nin bunlardan bazılarından yaptığı alıntılar sayesinde, kendi kitabının bağlamıyla ilgili bölümlerini en azından, “okumuş kadar” olmak —ve bununla da ilgili başka bir ayrıntı şu ki, kitapta sıfıra yakın (bir tanesini hatırlayabildim şimdi) dipnot bulunması, çünkü metnin akışına yedirilmiş referanslar. Hatta kitap, girişinde de bahsedildiği gibi, tüm o ülkelerin uzak tarihleriyle ilgili tek bir bünyenin aklında toplanması kolay kolay mümkün olmayan, alıntı metinlerden oluşuyor büyük ölçüde; bunlar birer alıntı kurgusuyla verilmese de; yine de Murat Belge kaleminden okuyor olsak da. O kadar ki, kendi görüşlerini, değerlendirmelerini içeren paragraflara hasret kalabiliyor okur; bazı uzun bölümlerde.





 Ayrıca bir nesnellik çabası hissediliyor kitapta [göz önündeki, televizyon kanallarındaki Murat Belge’nin olduğundan daha fazla —ki o ortamlarda görünen kişinin entelektüel havalı, analitik bakışlı bir aydın olarak öne çıktığı düşünülürse, bunun aslında ne kadar “kalın-hassas” (olur mu!) bir tespit ya da ne hak yere bir nem kapma olduğu anlaşılabilir]; dozunda kullandığı, hatta belki de “sakındığı” diyebileceğim, kimi ironik, ve tamam, bu defa “öznel” bazı kısa değerlendirmeleri haricinde. Militarist Modernleşme’nin, geniş kapsamlı ve deyim (yakıştırmam) yerindeyse “konulu” bir “beyin yıkama tarihçesi” olduğu düşünüldüğünde, bu çok normal (öznel değerlendirmelerin azlığı). Fakat konular bir o kadar da “kendini kaptırmaya” açık iken, tam da hamasetin başka türlüsünü yapmak kıvamına geldiği halde, bunu yapmamayı başarmak da ayrı bir ustalık gerektiriyor galiba. Burada nesnellik dediğim şey de bu.
Genel haliyle oldukça akıcı, kolay okunabilir (metin olarak!) bir kitapMilitarist Modernleşme. Yine de yer yer yabancı (bana yabancı) terimler geçiyor içinde ve bunlardan bazılarının anlamını, bilmediğimiz bazı kavramları hattâ, akıştan “öğrenebiliyoruz”. Bazılarını öğrenmek için ise internete falan başvurmak icap ediyor; sizi bilemem tabii, ben öyle yaparım genellikle. Ve bundan da anlıyoruz ki, —bu derinlikteki çoğu kitapta olduğu gibi— Murat Belge de “kitabını okuyacak insanının”, bazı temel kavramların haricinde belli başlı (başı sonu belli de, maalesef yabancı dilde!) bazı terimleri de önceden biliyor olmasını bekliyor. Eh, adam haklı; kabahatin büyüğü bizim! Bu son söylediğimin (sondan bir önce söylediğimin) haksız bir değerlendirme olmasından sakınırım; sıradan okurun (sıradan olan-olmayan beni bağışlasın, başka nasıl ifade edeceğimi bilemedim) okuyabileceği yalınlıkta bir kitap aslında ve bana kalırsa, bu türden bir kitapta bulunması da gereken, güzel bir özelliktir bu; metnin, metinde bulunan ufak tefeklerin, başka metinlere, başka bilgilere de görünmez uzantılar içermesi, başka şeylerle ilgili “meraklar” uyandırması diye açabilirim.
Kitapla ilgili beğendiğim başka bir husus, bu “tür” kitaplarda çok başvurulmayan (belki de benim az rastladığım), küçük gidip gelmeler, başa sarıp yeniden anlatmalar ya da sonradan söyleyeceği şeyin kısa bir bölümünü başında söylemeler şeklinde tanımlayabildiğim kurgusu oldu. Bunlar farklı bölümlerdeki tekrarlara da kaçıyor ama bu zihin tırmalayan bir durum değil; zihin tazeleyen bir durum, —geçişken konularla ilgili özellikle— ve bu uzunluktaki bir kitaptaki böylesi tekrarlarla daha önce anlattığı şeyi başka (daha) bir açmalar devamlılık anlamında yararlı. Bu tekrar da benden olsun; belki de bana öyle geliyordur.
Şimdi “bu kalın ama güzel bir kitap; alın, siz de okuyun, tavsiye ederim” der gibi yaparken, tam aksine, müstakbel okurlarının gözünü korkutmuş olmayı da istemem doğrusu. Belge, doğrudan doğruya ve kısa cümlelerle söylüyor söyleyeceğini, açık seçik ve çok net. Yine de bana olsun tanıdık gelen o “bilge-hınzırlığıyla” anam babam ironi kurumuna başvurmuyor da değil yer yer ve bunlar “ziyadesiyle keyifli” diyerek durumu kurtarmış olur muyum bilmem.
Kitabın arka kapağında yer alan tanıtım metni şöyle:
“Militarist Modernleşme, farklı coğrafya ve tarihsel/siyasal deneyimler içinde biçimlenmiş ulus-devlet örnekleri arasında, hamasi vaazların, ‘Kan ve Demir’le gerçekleşeceği iddia edilen projelerin, disiplin ve itaatin, tarihi ve toplumu ancak ‘şiddet’le kavrayabilen bir dünya görüşünün nasıl hakimiyet kurabildiği sorusuna cevap arıyor. Ele alınan ülkelerin siyasal geçmiş ve deneyimlerini tarihsel bir analize tâbi tutarken ‘İdeolojilerin Militarizasyonu’nun nasıl gerçekleştiğini tartışıyor. Militarizmin tahakküm kuramadığı örneklerde, bunu engelleyen toplumsal, siyasal ya da kültürel reflekslerin nasıl işlediğini inceliyor.”
Ben daha iyisini yazamazdım. Yukarıda onca laf ettim ve bu kadarını bile yazamadım zaten. Daha iyisini yapabilirim ama… Kitaptan bazı alıntıları buraya da taşıdım. Bir sonraki sayfadalar (Bkz., aşağıdaki “Sayfalar:” başlığı ve yanındaki numaralı bağlantılar… O bölümü de iki ayrı sayfaya ancak sığdırabildim; kitap hayli uzun olunca, önemli bulduğum şeyler de çok yer tuttu haliyle. Bunlar da bir kısmıdır zaten. İletişim Yayınları beni bana bağışlarsa…).

Exdergi insanı Ali Rıza Esin'e teşekkürlerimizle.