Sanem Tufan |
Dünya için küçük olabilirdi belki, ama bu onun için büyük bir savaştı. Kendini toparladı ve yataktan kalktı. Pijamalarını isteksiz hareketlerle çıkarırken, dolaptan eline geçen her neyse giydi. Ellerini kapıya uzattı, bir an durdu. Yalnızlığın endişesi hâlâ dizinin boyundaydı. Anlık bir cesaret, minik adımlarını koridora taşımıştı bile. Sağa doğru ilerlese geniş ailenin kalabalığına karışacaktı, hatta karışamadan azarlanacaktı. Bunları düşünmedi bile, solda kapının ardına kadar açık olduğu, güneşin gözlerini kamaştırmasından da belliydi. Zaten yazın hep açık olurdu evin kapısı. Köyde, bahçeli bir evde oturmanın en keyifli taraflarından biri de gizlenme duygusunun azlığıydı belki… Kapıların sıkı sıkı kapatılası, kilit üstüne kilit, çelikten kapılar… Bunlara hiç gerek yoktu orada. Ahırın arka tarafına düşen armut ağacı karşıladı onu, merdivenlerde ise asma yaprakları ellerini uzatmış gibiydi. İtiraz eden yoktu bu gizemli yolculuğa. Küçük adımlarındaki korku yerini çoktan cesarete bırakmıştı. Yüzündeki saklanmaya uğraşan kaçamak hüznü saymazsak daha iyi olamazdı. Üzümlerin tanesine bile dokunmadan usul usul merdivenlerden indi. Canı nasıl da istemişti; ama dedesi onları ilaçlıyordu, yıkamadan yememesi gerektiğini bilecek kadar akıllıydı. Bir de annesi bırakıp bırakıp gitmese… Tarabalarla çevrili bahçenin sınırındaydı. Kirazı, eriği, şeftaliyi, inciri, hatta gerçekliğini kabulde zorlandığı serviyi bile görmezden geldi. Halbuki bahçeye her gidişinde onun altına geçip kocaman gözleriyle ölçümler yapardı. Bu seferki başkaydı işte… Gitmek istiyordu ve fazla zamanı yoktu. Dedesinin elleriyle yaptığı tahta kapıdan çıktı ve sağa döndü. Arkı gizleyen küçük yokuştan inince, ana yola varacaktı. Emin adımlarla yürüdü, yoksa cesareti ona inanmaktan vazgeçebilirdi. Araçların hızı şimdiden onu sarhoş etmişti. Beklemeye koyuldu. İki yandan gelen suyun sesini dinlerken minicik iki kaplumbağanın pür telaş karşıya geçmeye çalıştıklarını fark etti. Ezilmelerinden o kadar korkmuştu ki uzun seyahatlerini dikkatle izlerken minibüsü son anda durdurabildi. Şoförün onu görmesi de zordu tabii.. Arabayı kaçırmamış olmasına sevinemeden güzelce bir azar işitti. Şoförün kızgınlığı cesaretini çoktan küstürmüştü. Adımlarının küçük olması, annesine giden yolda bulunmasına engel olmamalıydı; ama kurallar keskin ve hatta kıpkırmızıydı. Sanki o küçücük elleri aracı durdurmak için el sallamak yerine, şoföre okkalı bir tokat atmıştı. Adamın gözleri öyle bakıyordu. Şoförün azarıyla, küçük kızın cevabına gülmesi arasında hiçbir nüans yoktu. Adamın her hareketi, jesti aynı tondaydı; sanki kasları öç alma duygusuyla örülüydü.
Ana caddeden, gerek duymadığı bir ders almıştı. Geri döndü, tahta kapıya doğru yürümeye başladı. İçinden geçenler sadece annesinin gidişine dairdi. Bir sabah da onunla uyansaydı, birlikte gitselerdi o çok önemli yere... Annesi çalışmıyordu ki ne olabilirdi onu bırakıp gitmesinin sebebi? Hiçbir zaman bilemeyecekti. Büyüdüğü zaman kapı ardından duyacağı cümleler bunu ancak fruedien bir biçimde açıklayabilirdi. Boyu aşan düşünceler içindeyken tahta kapıyı aştığını fark etti. Sağ taraf caddeye giderken sol taraf böğürtlen, ekşili mem mem dolu, onun için fazlaca gizemli bir yamacın sınırıydı. Tek başına böğürtlen ya da ekşili mem mem yemeye gitmemişti; ama bugün cesaretini kendine gösterme günüydü? İçinden; ağabeylerle, ablalarla yapılan kaçamak gezilerden biri olsun bari dedi. Zaten yokluğunu henüz fark eden olmamıştı. Fark etmiş olsalardı, bahçeye inmeleriyle onu görmeleri bir olurdu. Kafasına ekişili mem memin şekli takıldı. Bir sürü yeşillik içinden onu nasıl seçecekti? Sadece böğürtlen yerdi belki… Zaten amacı gidebilme cesaretini göstermekti. Hayali bir böğürtlen ya da ekşili mem mem kadar küçük olamazdı. Bahçenin sınırını aştığında adını “deli dana” taktıkları ineklerinin otladığını gördü. Neyse ki inek onu fark etmemişti, usulca yürümeye devam etti. Sessiz hareket etmeye mecburdu çünkü bu inek fazlaca nazlı, köpek gibi kovalamaya meraklıydı. Dedesi buzağıyken onu torunlarından bile çok şımartmıştı. Ne yöne gideceğini düşünmenin yorgunluğu içindeyken bir ses duydu. Komşulardan birinin sesiydi. Bu kadar endişeyle bağırmaya ne gerek vardı. Tüm büyü bozulmuştu. Babaannesinin ve diğer aile efradının feryat figan bağıran komşuyu duymamaları imkânsızdı. Önce şoför sonra da komşu teyze tarafından desibel sınırını aşan sesler sinirlerini fazlaca yıpratmıştı. Küçük kız tüm yalnızlığının kalabalıklaşacağını fark edince deli danaya doğru koşup boğazındaki ipten tuttu. Deli dana durur mu? Öfkeden mi oyun oynama isteğinden mi bilinmez ama koşmaya başladı. Küçük kız aldırmadan peşi sıra sürükleniyordu. Etraftaki sesleri umursamıyordu, ekişili mem mem gezintisi, annesine gitme isteği yok olmuştu bir anda. Deli dana artık kocaman olmuş bir inekti; ama onun ruhundaki delilik, küçük kızınkiyle özdeşleşmişti. Adı zaten ondan deli danaydı takmışlardı. Bir süre sürüklendikten sonra ineğin ipini bıraktı. Üstü başı mahvolmuştu. Dizleri, kolları sıyrıklar içindeydi. Ağzındaki çamur hissi, tozun tükürüğüne yaptığı serinletici geziden kaynaklıyor olmalıydı. Olan bitene aldırmadı bile. Kimseyi duymuyordu. İçinde anlam veremediği, ad koymak istemediği bir duygu vardı. Hem iyi hissediyordu hem de kötü, bu vicdanın da kafanın zaman zaman karışabileceğini gösteriyordu. İşte intikamını almıştı. İçindeki hırs yaşına göre çok fazlaydı. Hırsın yaşla ilgisi olup olmadığını henüz bilmiyordu; fakat büyüdüğünde buna karar vermişti. Tek isteği onlara, sabahları annesiz uyanmanın verdiği endişenin benzerini yaşatmak değildi. Gitmeyi öğrenmekti biraz. Üç dakikalık, beş saatlik, bir haftalık hiç fark etmezdi. Kaldığı odanın –hem de yalnız başına-, gördüğü bahçenin dışında bir yer görmekti rüyası… İşte deli dananın arkasında sürüklenerek ilkini gerçekleştirebilmişti. Artık cesareti maceraya bir adım daha yaklaşmıştı.