Telepinu'nun Terkettiği Kent: Hasankeyf / Ceyda Taşdelen

“Telepinu gitti; yanına olgunlaşmış tohumlarımızı, bereketli rüzgârlarımızı, tüm verimli ürünlerimizi de kattı ve gitti…”*




Telepinu bunu ilk defa yapmıyordu ve belki bu da sonuncu olmayacaktı; ama işte yine kızmış ve çekip gitmişti. Ondandı Dicle’nin kahkahalarla güler gibi sularını taşırması kentin üzerine. Yine kimler sadakatsizlik etti, kimler kızdırdı Bereket Tanrısı’nı diye, ironik bir kahkaha yükseliyordu Hasankeyf üzerinde ve her bir kahkaha ile, geçmişten bugüne gelen tarih yok oluyordu…

“Telepinu, daha fazla zarara neden olmak için pınarlarda hâlâ fışkıran ne varsa önüne set çekti. Akan nehirleri kıyılarından taşırdı ve her yeri harap eden seller yarattı. Su şimdi evleri basıyor, kentleri yok ediyordu. Bu şekilde Telepinu, koyunların, sığırların ve insanların ölümüne neden oldu.”*


Binlerce yıl önce de böyle olmuştu işte; yine sadakatsiz birileri çıkmış, Telepinu’yu kızdırmış ve şimdilerde, eski çağlardan yerleşimi olduğuna dair sadece tahmin yürütülebilen ama hiçbir kanıt bulunamayan bir kent olmuştu Hasankeyf. Siz kahkahalarına bakmayın Dicle’nin; altında yatan öfkeye, kızgınlığa, hırsa ve üzüntüye bakın; bakın ki anlayın olacakları, kulak verin ataların “Tarih tekerrürden ibarettir” sözüne. Telepinu, Fırtınalar Tanrısı Taru’nun değerli oğluydu ve Taru bir defa daha Telepinu’yu kızdırdıklarını, kaçırdıklarını fark ettiğinde, Dicle’de biliyordu olacakları…

Yekpare kaya üzerine oyulmuş olan görkemli kalenin selamına karşılık veremiyor artık İslam Ortaçağı’na ait eşi bulunmaz yapıların kalıntıları. Kalenin selamı karşılık bulamayınca, rüzgâra, suya, toprağa; yani binlerce yıl öncesinin tarihine karışıyor, Artukluların atalarına ulaşıp bugünü anlatıyor onlara. Onların yürekleri sızlıyor; bugün kaleden, Ortaçağ’ın Anadolu topraklarındaki en değerli yapılarından birisi olduğu söylenen köprünün, varlığını sürdürmeye çalışan ayaklarına bakan yüreğim sızlıyor. O da biliyor artık, bir zamanlar düşman işgaline karşı kenti savunmak amacıyla yapılmış olan açılıp kapanan ahşap orta bölümünün olmadığını; ama yeni düşmana karşı sanki hâlâ karşı koyabilecekmiş gibi heybetli duruyor. İnsan düşünmeden edemiyor, “Restore edilemez miydi; baraj başka yerden geçirilerek, bu eserlerle tarih turizmi bu topraklara çekilerek kentin kalkınması sağlanamaz mıydı ve ülkemizin ne kadar büyük zenginliklere sahip olduğu sergilenemez miydi?” diye.


“Sen misin çağının en büyük, en ihtişamlı köprüsü?” diye sorduğum soruyu duydu mu bilmem ama başkentlerine böylesine bir eziyetin reva görüldüğünü hisseden Artukoğulları’nın duyduğu kesin. 12.yy’da ticaret yolları üzerinde yer alan ve Anadolu ile Mezopotamya’yı birbirine bağlayan bu değerli kentten günümüze akan tarihin içinden sadece Artuklular değil; Bizans, Sasani, Emevi, Abbasi, Hamdani, Mervani, Eyyübi, Selçuklu ve Osmanlı kültürleri geçiyor. Böylesine zengin bir tarihe sahip toprakların üzerinden “su geçirip” silip yok etmeye hazırlanıyoruz; hazırlanmakla da kalmayıp çoktan yol almışız. Hasankeyf’e girdiğiniz andan itibaren, sanki sessiz sessiz akmakta olan gözyaşları karşılıyor sizi. Bağırmıyor, yardım dilemiyor, inatlaşmıyor; ta yüreğinizin derinlerine işleyen bir sessizlikle, hıçkırıklarını işitmenizi sağlıyor. Topraklarının tarihine sahip çıkmayan toplumlarının sonunun ne olacağını bilerek ağlıyor. “Hasankeyf bitmiş, tarihten silinmiş!” diyenlere karşı en büyük kırgınlığı. “Senin ataların beni sevdi, kolladı, güzelleştirdi; sense bir kalemde sildin beni, atalarını, tarihini, değerlerini…” diyor duyan kulaklara…

Dedim ya, onlarca kültür geldi geçti içinden diye, hiçbiri bir diğerine saygıda kusur etmedi. Onun değerleri üzerine kendininkileri ekledi ve büyüttükçe büyüttüler Hasakeyfi birlikte. Tarihten silinmiş dedikleri bu kentte; Artuklu sarayları, Eyyübilerin Ulu Cami’si, Cami el’Rızk’ı, Sultan Süleyman Cami’si, Akkoyunluların Zeynel Bey Türbesi, kaya kiliseleri, kaleler, yeraltı yolları, görkemli kapılar, hanlar ve diğerleri artık zamana direnmekte zorlansa, yardıma ihtiyaç duysa da hâlâ süslüyorlar Hasankeyf’i. Bitmiş tarihten anladığımız buysa, “Bütün topraklarımızı baştan aşağı barajlarla çevirip sulanalım!” demek lazım… Kale içinde yer alan Ulu Cami’nin ahşap kitabesi üzerinde yer alan oyma süslemelere bakarken, inceden bir ses çınlıyor kulağımda, “Cami minareleri ve ardından kale, suların altında yok olduğunda, bu değerlerin üzerinden su geçirenler silmiş olacaklar Hasankeyf’i tarih sahnesinden. Ama onlar, böylesi bir yükün altında ezildiklerinde, tarih sahnesinde nasıl bir iz bırakacaklar diye düşünecekler mi; Atalarına bunu neden yaptıklarını açıklayabilecekler mi?” diyor o tiz ses ve cevapsız kalıyorum; sessizliğimle katılıyorum sözlerine.

İnsanlar konuşmuyor burada, artık konuşma ihtiyacı duymuyorlar; onlar sadece “kader” diyorlar ve yeni hayatlarına alışmaya çalışıyorlar. Sertifikalı rehberlik yapan 14-15 yaşlarındaki çocuklar, buraların tarihini içmiş gibi anlatıyor ve seviyorlar yaşadıkları yeri. Öylesine seviyorlar ki, her gün defalarca gezdikleri kentin kalıntılarını yine de ilk defa geziyormuşçasına heyecan ve ışıltılı gözlerle izliyorlar. Çünkü bilgi insanı açlaştırıyor, keşfetme duygusunu, öğrenme isteğini perçinliyor. Çünkü onlar, bildikleri için, burada bir tarihin aktığını, hâlâ yaşadığını, yaşamaya direndiğini fark edebiliyorlar. Çünkü onlar, görmeyi, öğrenmeyi, araştırmayı; konuşmaya yeğliyorlar ve onlar, bir zamanların ilim ve kültür merkezi olan bu kentin, sadece 14-15 yaşlarında olan çocukları…  


Eyyübi Sultan Süleyman’ın desteği ve adına yapılan eserlerle zenginleşen bu kentte yer alan türbesi de aynı tarihe vefasızlığın kurbanı olarak terk edilmiş ve yok olmaya yüz tutmuş. Eğer bir kent ağlarsa, işte ancak böylesine bir vefasızlık yüzünden ağlar. Moğolların tarih sayfalarındaki yerini herkes bilir ve işte Hasankeyf’te Moğol izleri de bundan farklı değildir; yakıp yıkarak geçip gitmişlerdir. Şimdi ikinci bir Moğol istilası mı yaşıyor Hasankeyf; tarih sayfalarına böyle mi geçecek bunu yapanlar?


Hasankeyf’i gördükten sonra, farklı dinlerin tarihî değerlerinin yer aldığı antik kentleri, tarihi eserleri neden korumadığımıza dair eleştirel düşüncelerimiz bir anda allak bullak oluyor; toplumumuzun büyük çoğunluluğunun dâhil olduğu İslam dinin bu çok değerli eserlerinin hâlini gördükten sonra, diğerlerine sahip çıkacak bilincin yerleşmesinin ne kadar büyük bir zaman gerektirdiğini hissediyoruz. Sultan Süleyman Cami’nin alçı süslemeleri üzerinde sprey boyalara, Koç Cami üzerinde duvar yazılarına, Kız Cami pencerelerinin inşaat malzemeleri ile doldurulmuş olduğuna tanıklık ediyoruz. Şimdi, suya, baraja yüklemeye çalışıyoruz tüm suçu, onun temizlemesini bekliyoruz, kapatmasını bekliyoruz ayıbımızı. Sahip çıkmadığımız, korumadığımız, restore etmediğimiz değerlerimizin silinip gitmesini istiyoruz; o yüzden gözlerimizi kapatıp, sürekli uyuklarken sayıklıyoruz, “Hasankeyf bitmiş, tarihten silinmiş!” diye. Barajın vereceği elektrik aydınlatabilecek mi geçmişimizi, yol gösterebilecek mi geleceğimize? Biz tarihimizi sular altına gömerek aydınlanmayı beklerken, nasıl bir karanlığa sürüklendiğimizi bile fark edemiyoruz.  

Şimdilerde ürkek ve korkak bir bekleyiş var Hasankeyf halkının ve tarihinin üzerinde. Eğer sahip çıkıp sadakatini gösterenler de olmasa, herkes “Hasankeyf bitmiş, tarihten silinmiş” diyenlerin sözüne inansa, çoktan bitmişti her şey; ama Telepinu hâlâ çok uzaklaşmadı, onu çağıranların sesini hâlâ duyabilecek mesafede…


* Dünya Mitolojisi-Büyük Destan ve Söylenceler Antolojisi, Donna Rosenberg, İmge Kitabevi, 2006, “Ortadoğu Söylenceleri-Hitit”, Syf: 271-276