Aforizmalar falan… / Ali Rıza Esin



Bu şeylerle aramdaki birkaç meseleye dair…
Uzun hikâye… Bir kısmını buraya yazmak istedim.
Ve paylaşmaktan geri duramadığım birkaç —bana yeni— şey var. Bir yerlere birer birer yazmak yerine böyle paketleyeceğim. En aşağıda…
Durumsama’da ve başka ortamlarda zaman zaman “özlü sözler” paylaşıyorum. Başkaları da paylaşıyorlar, görüyorum, kimilerini merakla takip ediyorum. Ben kendi nedenimi not edeyim hemen: Beğeniyorumdur çünkü… Beğendiğimden paylaşıyorum. Beğendiğim şeyleri paylaşmayı* severim ben de, bunu böyle yapan başkaları gibi.
Ya o an rastlar rastlamaz (bulur bulmaz) ya da biriktirdiklerimden seçerek yapıyorum bunu. Ender olarak da bildiklerimden güncel durumlara ilişkin olanları seçerek, kimi zaman ise okuduğum bir başka söze katkı olsun diye —ya da ona cevaben… Gerekli olup olmadığı tartışılabilir ama hafızamda binlercesi (abartısız) var; kelimesi kelimesine değilse de, gördüğüm an (veya bir çağrışım anında) tanıyabiliyorum —ansiklopedik bir hafıza gibi, deyim yerindeyse… Oysa isim ve zaman hafızam bir felakettir!
Deyişler, özdeyişler, atasözleri, özlü sözler… Özlü sözlü ama “özü bir–sözü bir” olmayan sözlerdir bunların bazıları; benzetmeler, mecazlar, analojiler… alt anlamlar içerirler. Bazılarının bir hikâyesi vardır. Belki kelime oyunu içerenleri hariç, mutlaka bir nedenle söylenmiş olmalıdırlar ve buna dair ayrı bir merak da uyandırabilirler.
Duvar yazıları, kamyon arkası yazıları ya da “çikletten çıkma” tabir edilen sözlerden de olabilir bunlar; içeriğine bağlı…
Böylesi sözleri aktarıyor olmak, ne çıkarır ne indirir insanı. Bence bu böyle. Ne bu sözler, ne de daha nitelikli denebilecek başka kaynaklardan edinilmiş başka bilgiler, çok da fazla önemsenmeyebilirler. Kalacakları bir alan, akacakları bir yatak bulmadıkları takdirde buharlaşıp giderler; belki benim yaptığım gibi bir yere not edilirler çok çok ve yeri gelir bir başka şeye ilham verirler, yeri gelir başka bir şeyi desteklemek için kullanılırlar. “Bak ben şunu diyorum ama bunu sadece ben demiyorum; falanca kişi de şöyle bir şey söylemiş, bakınız…” der gibi ve o falanca kişidir ki, mutlaka daha ünlü ve anonim hafızada sözü dinlenir biri olarak yer etmiş bir zeka timsalidir. Değerli ve önemlidirler; değerli ve önemli olmalıdırlar mutlaka —ki size de değer katabilsinler, söylediklerinizi haklı çıkarmış olsunlar… Aklınızın ermediği yerde sizin adınıza konuşsunlar ya da…
Ben bu konuda böyle fikir yürütüyorum ama başka fikirler de yürütülebilir. Yürütülüyor da zaten. Başkasının yazdıklarını, söylediklerini —ünlü bir söz olsun veya olmasın— aktaranların bunu pek öyle safça yapmadıkları, kendilerine belirli payeler vermek, paylar çıkarmak, birilerini başka birileri üzerinden paylamak, bilgili biri gibi görünmek gibi amaçlar güttüklerinin düşünüldüğünü, düşünmekle kalmayıp dile getirildiğini okuyoruz zaman zaman. Benim aklımın almadığı ya da henüz öğrenmediğim daha yeni, daha nesnel açıklamaları da olabilir elbette, bu “başkasının sözünü söyleme” davranışının.

Stefan Zweig şunları yazmış, örneğin:

“Erasmus’a ününü kazandıran ilk yazısı, talihini bir rastlantıya, ya da daha çok, zamanın atmosferini bilincinde olmaksızın anlamasına borçludur. Genç Erasmus, öğrencileri için kullanmak amacıyla yıllar boyu Latince özdeyişler toplamıştı; karşısına iyi bir fırsat çıkınca bunları Paris’te ‘Adagia’ (Collectanea Adagiorum) adı altında bastırdı. Bunu yapmakla da aslında amaçlamaksızın, zamanının snobizmine uygun davranmış oldu, çünkü o sıralarda Latince moda haline gelmişti ve edebiyat dünyasında yeri olan herkes —bu kötüye kullanış, neredeyse çağımıza kadar uzanır!—, ‘kültürlü kişi’ sıfatıyla bir mektubu, bir makaleyi ya da bir konuşmayı Latince özdeyişlerle süslemek zorunluluğu duyuyordu. Erasmus’un yaptığı ustaca seçim ise bütün hümanist züppeleri oturup klasikleri okuma zorunluluğundan kurtarmıştı. Bundan böyle bir mektup kaleme alan, uzun uzun sayfa karıştırma gereğini duymaksızın ‘Adagia’dan hoş bir özdeyiş seçip kullanabilecekti. Snobların sayısı her çağda kabarık olduğundan, kitap çabuk tanındı: Bütün ülkelerde bir düzine ve her biri öncekinin neredeyse iki katı kadar özdeyiş içeren baskı yapıldı; (…)” (Rotterdamlı Erasmus, Çev. Ahmet Cemal, Can Yayınları)


İşte, ben de “beğendiğimden paylaşıyorum” diyorum ama, işte tam da bu nedenlerle, biriktirmekten de aktarmaktan da bir çeşit keyif aldığım böylesi sözlerin (daha kapsamlısı tüm “beğenilerimin”) bana yapışıp kaldığını da biliyorum. Belki bir züppelik göstergesi olarak… Geniş zaman olgularından biri olmalı bu, Erasmus’a kadar dayandığına göre… Ondan çok daha öncesine, en uzak geçmişe kadar uzandığını da düşünebiliriz ama daha derinlere dalarsam geri dönemeyeceğimden korkarım.
Herhangi bir renk veriyorsanız, ister istemez renginizi belli etmiş oluyorsunuz ve hakkınızdaki algının oluşmasına olumlu veya olumsuz katkıda bulunuyorsunuz. Yukarıda “ortamlar” derken, büyük ölçüde internet üzerindeki alanları kastediyordum. Sadece böylesi sözleri paylaşmakla değil, internette attığınız her adımla renk vermiş oluyorsunuz. Tam tersine, hiçbir renk vermeyip hiçbir adım atmadığınızda bile kendiliğinden oluşabilen başka bir algıya yol açabilirsiniz hakkınızda; belki umursamadığınız, ama umursamamakla nasıl bir algı yaratacağınıza da müdahale edemediğiniz bir durum… Yeter ki bir noktada birilerinin sınırları dahiline girmiş olun ya da yabancı bir ülkenin pasaport kontrolünden geçerken kontrol ediyor olsunlar sizi (ABD’ye giriş yapan bazı ülke vatandaşlarının Facebook hesaplarına dahi bakıldığını okumuştum, ilk ağız yetkililerle yapılmış bir röportajda)…
Konuya dönersem… Dediğim gibi: ben beğendiklerimi beğendiğim için paylaşıyorum; getirisi götürüsü beni pek ilgilendirmiyor. Hâlimi ya da vaktimi böyle yönetmiyorum çünkü. Ancak yönetenleri de garipsemiyorum —geçerli bir yöntem olabilir. İşe yarayabiliyor. Kimin işine yaradığı değişmekle birlikte (aktaran için pozitif değil her durumda; yukarıda belirttiğim nedenlerle)…
Bu tür sözlerin Twitter’da kullanımıyla ilgili düşündüklerim ve düşünmediklerim (tarafsız bir gözle yazmaya çalışmış olduğumu ifade etmek istediğim içindir bu ikincisi), Exdergi’nin 6. sayısındayayımlandı (bkz. “Erasmus’un Adagiası: Aforizma Tweet’leri” yazısı). İsterseniz oradan okuyabilirsiniz tamamını.
“Biriktirdiklerim” demiştim… Neden biriktiriyorum?..
Bu konuda “çok şey” okudum. Bir “proje” olarak kurguladığım bir çalışmayla ilgili olarak yaptım bunu. Kafayı aforizma okumakla bozmuş biri değilimdir yoksa… Öyle zannediyorum (bozmuş olabilir miyim?)… [Her biri ayrı ayrı değerli olsalar da, ancak topluca derlendikleri ve değerlendirildikleri zaman farkedilebilen bazı ilginç veriler sunabiliyorlar. Bu konu benim için bundan daha uzunca (çok uzun) bir yazı/inceleme içeriği halinde ilgilenmemi bekliyor.]
Ve evet, bu bir maharet, bir marifet değil, bunu da bilerek… Neden değil marifet? Çünkü özlü sözler, özetler, deyim yerindeyse hap gibi alınan bilgiler, (bence de) biraz tembel işidir; amaç bilgi edinmek, öğrenmekse! Böyle, yerine göre… Asıl maharet, o sözün geçtiği kitapları, kendi bağlamıyla ve çok daha fazlasıyla (destekleyici bilgi ve durumlarla, vs.) birlikte okumaktır diye düşünüyorum bir yandan da. “Okumaktır” kısacası…
göz gezdirmek değil.
Tek bir söz, ya da birden fazlası, resmin tamamını vermez kuşkusuz ama yeterince çok okumuşsanız, zihninizde anlamlı resimler oluşturabilecek denli renkli mozaikler halinde sunabilirler bilgiyi. Eğlenceli olabilirler. Eğlenceli olanlarından bazıları üstün zekâ pırıltıları saçarlar çevrelerine. En çok da bu özelliklerini severim.
İşte, okuduğumu söylediğim sözlerin birçoğu böyle sözleri listeleyen kaynaklardan edindiklerim ise, bir kısmı da kitaplarda rastlayıp bir kenara not ettiklerimdir —ve böyle olanlardan bazıları yazarının da kendi yazdıklarıyla ilgili olarak paylaştıklarıdır, doğrudan. Benim için daha değerlidirler.
Şunlar son zamanlarda not aldıklarımdan:
(orijinal—altyazısız)



Biraz felsefe…

Every man takes the limits of his own field of vision for the limits of the world.”—Arthur Schopenhauer

“Talent hits a target no one else can hit; Genius hits a target no one else can see.”—Arthur Schopenhauer 

“For art to exist, for any sort of aesthetic activity or perception to exist, a certain physiological precondition is indispensable: intoxication.”—Friedrich Nietzsche 


Siyaset?..

“You actually cannot sell the idea of freedom, democracy, diversity, as if it were a brand attribute and not reality — not at the same time as you’re bombing people, you can’t.”—Naomi Klein 


Life is life…

“The stupid neither forgive nor forget; the naive forgive and forget; the wise forgive but do not forget.”—Thomas Stephen Szasz
“Having children makes you no more a parent than having a piano makes you a pianist.”—Michael Levine
“See, the problem is that God gives men a brain and a penis, and only enough blood to run one at a time.”—Robin P. Williams 


Eski bir Türk atasözü…

“Orang yang tidak pernah dibakar panas mentari, mustahil menghargai rimbun berteduh – peribahasa Turki.” —Hasrizal Abdul Jamil


Latince bir söz:
“Ad astra per aspera.”—Seneca


Bu sonuncusu böyle bir metinde Latince olmazsa olmaz diyeydi…
Latince bilmiyorum ama ne dediğini anladığımı sanıyorum. Fransızca(m) da öyle…
Bilmem.
Doğrudur,
“Her insan kendi bakış açısının sınırlarını dünyanın sınırları zanneder.”
ve başka sınırların peşine düşmüş,  insan…
—ne bulursa onu yer.
Böyle galiba…

* “Paylaşmak”, anlam erezyonuna uğradığını düşündüğüm kelimelerimizden… “Bölüşmek” anlamına gelir asıl. Böyle okuyunca daha net anlaşılabiliyor, bir şeyin paylaşılıp paylaşılmadığı —her anlamıyla.
 


Exdergi insanı Ali Rıza Esin'e teşekkürlerimizle.