Kentsel Gettolaştırılmışlık ve ‘Gettolaşmışlık’ / Mazhar Günbey

Yaşam alanı olarak kırsala alternatif olmuş ve zamanla büyük bir gelişim ve dönüşüm geçirmiş- geçmişin şehri ( doğuran –üretim)-,kent olgusu zamanla farklı bir yasam tarzı, farklı bir zihin atmosferi ve farklı olarak yani bir kültürlenme modelini dayatmıştır.( dayatmıştır çünkü; yaratıcılarına sahip olmayı başarmıştır). Kent, içindeki rekabet itkisini toplumsal aktörlere ( birey) dayatarak aynen Darwinci bir mücadeleyi sunmaktadır. Aktörler mücadele halinde toplumsal yalıtılmışlık kisvesi altında yarış atını andıran bir hayvansı modele yada daha doğru olabilecek bir tabirle Formula arabaları gibi lanse etmekte; bana göre pekte gerçek dışı bir benzetme olmasa gerek. Hayatın bu yeni alanında ve sonralarında ( yani günümüzde) ‘doğrulanmış’ doğru yaşama; yani modern hayat bu anlamda kendini alenileştirmektedir.
Sunulmuş yada dayatılmış bu yeni yaşam modeli, zamana paralel başarı kazanmıştır. Kendini iktidarlaştırmıştır. Kırsala alternatif olan bu ‘yeni’; kırsalı yenilmiş ve çözülmüştür. Kırsalın umut yolcuları olarak insanlar, kenti mesken tutma yoluna girmiştir. Şaşaalı hayat, göz kamaştırıcı güzellikler-metaların fetişizmi zamanı-ve önemlisi de umut yolcularının umudunun yeri olan bu yerler zamanla dolup taşmakta, şişmekte ve genişlemekte. Şişmekte olan kent; kentli ‘sosyolojik kabadayılıkları da’ şişirmektedirler, çünkü; kentsel her yeni bir şişme: yeni bir para kazanma, sermaye biriktirmektedir. Sosyolojik kabadayılar kendi hakimiyet alanlarına müdahale edilmesine izin vermezler. Her türlü önlemi almakta ve farklı olmaktadır. Çünkü kendini farklı görmektedir. Bu grup kendisini farklı yapılara hatta ‘farklı’ ne varsa ondan yaşamaya kalkmaktadır. Bunda dolayı kentlerde yaşam alanlarını ayrıştırır. Kırsallı olanları farklı yerleşim alanlarına iter .-Kent onların bilinç ve zihin atmosferleriyle şekillenmektedir. Dahil olmak demek bir çok şeyi kabul etmek ve vazgeçmek demektir. Yoksa olduğun yerde kal. Senin yerin orası. (getto)
Gettolaştırılmış alan bu bağlamda faaliyetteler. Dışlanmış ve kabul edilmemişlerin mekanıdır. Kentsel sosyolojik kabadayılar bu gettolaştırmayı yaptığı gibi kendileri de gettolaşmıştır. Bu her iki alanda farklı bir zihin atmosferi vukulaşmıştır. Bu atmosfer kendini bu yapılarda dışarı yansımakta ve somutlaşmaktadır. Gettolaştırılmış bölgelerde barakalar, teneke çatlı yapılar; gettolaşmış yerler ise villalar ve siteli yapılar oluşmaktadır.
Bu mikro mekan ayrılığını, makro mekana ve teritoryal (ülkesel) bazda da düşünmek mümkün. Kendilerini birinci dünya ülkeleri olarak tanımlayanlar yani teritoryal bazda sosyolojik kabadayılar; ‘doğrulanmış’ doğrularla modern olmaktadırlar.! Bu doğruların ; yanlışların olduğu üçüncü dünya ülkelerine sunmaktadırlar. Çünkü gettolaştırılmıştır: kabul görülmüş teritoryal alanlardır. Bu ayrıştırmalarının kesin kaynağı hiç tereddütsüz kapitalizmdir. Kapitalist sermayedarların devamını sağlamak için oynadığı oyundur. Şuan oyunun hakimiyeti onlarda. Kararları onlar vermektedir. Bu üçüncü dünya ülkeleri birinci dünya ülkeleri tarafından oluşturulmuş; ne tür uluslar arası kuruluş ( oyun ;roller) varsa hepsinin görülmeyen ama hissedilen baskıları altındadır. Örneğin; Habitat : bu kuruluş sözde uluslar arası şehir yerleşmeleri alanında yapıcı rol için oluşturulmuş bir kuruluştur. Ama ; bu kuruluş neden dünyada bu kadar gettolaştırılmış yerlerde hissedilebilir bir çalışmayı şuana kadar gerçekleştirmedi. Bu kuruluşların tek amacı bu alanların içindeki insanlara dalga geçmek ve ‘durumlarını’(oyunun bir parçası) hatırlatmaktır. Ve bir başka önemli tarafı da, birinci dünya ülkelerinde tüketilmemiş ya da modası geçmiş ya da en önemli ve vahimi olan, tarihi geçmiş ürünlerinin harcanması açısında son derece cazip bir yer oluşturmalarıdır. –ki zaten, bu gettolaştırılmış alanlarının bence en temel amacı budur. Bu açıklama diğer kuruluşlar içinde; kendi kuruluş alanında görülmeyen ama hissedilen baskı araçlarını oluşturmaktadır.
Şuan tavsiyede bulunacak bir çözüm yolu görülmemekte. Son olarak da bu durumları ‘lanse’ edenlere karşı bir mesafe oluşturulabilse en azından olan baskılarının şiddeti azaltılabilir. Bu meşrulaştırıcılar: entelektüel magandalar olarak tanımlamak ve bilmek gerektiğine inancındayım.

Wiki Sızıntı Neden 'Sızdırılıdı'! / Banu Avar

Bu ayki kapak konumuz "Tek Tipleşen Dünya" günümüz şartlarında engellenemeyen tek alan haline gelen internetin, küresel gücü elinde bulunduranlar eliyle kontrol altına alınıp tek tipleştirme araçlarına interneti de katmayı hedeflediği, bu hedefe ulaşmak için WikiLeaks sitesini kullandıkları yönündeki tezi konu alan Banu Avar'ın bu yazısına kayıtsız kalamadık.
apopüler dergi

Aylar önce durum anlaşılmıştı: Amerika imparatorluğunun denetimindeki çeşitli basın yayın organlarında ‘cyber attack’ (siber saldırı) ‘cyber warfare’(siber savaş) başlıkları yeralmıştı. Ve giderek benzer haberlerle kulaklar doldurulmaya başlandı… Bill Clinton ve Bush’un anti terör danışmanı Richard Clark ‘Siber saldırı Amerika’yı 15 dakikada yokeder!’ başlığıyla gazetelerde yeraldı. Onu başkaları takipetti.. Amerika kendini ‘elektronik Pearl harbour’ a karşı korumalıydı!

2007’de Pentagon’un bilgisayar sistemi çökertilmemiş miydi! Şimdi de işte WİKİ LEAKS ortalığı karıştırmaktaydı… NATO, ABD, BATI siber saldırıyla karşı karşıyaydı. O zaman ÖNLEM almak lazımdı!

Psikolojik harp oyunu

Obama ‘Önlemler gözden geçirilsin!’ diye kükredi Açıklanan belgelerin önemli bölümü ‘hedef ülke’ Türkiye ve İran ile ilgiliydi… Süzgün bakışlarla Hilary Clinton, sızıntının doğruluğunu kabul etti…Davutoğlu’ndan belgelerde adı geçtiği için özür diledi… … Belgelerde, Tayyip Erdoğan ve Davutoğlu için kullanılan sözcükler ‘özel’ seçilmişti. ‘Çaktırmadan’ temenna içermekteydi..Yüzde 90 ABD karşıtı bir milletin hoşuna gidecek karşıtlıkta bir dizi iltifat tekerlemeleri… ‘tehlikeli’ ‘çalışkan’ ‘despot olmayan’ ve benzeri… İki buçuk milyon belgeyi ‘ele geçirmiş’ olan tiyatrocu bir ailenin yaramaz oğlu Julien Assange, 4 yıldır gizli belgeler açıklıyor. Şimdi dünyayı sarsacağı söylenen bilgiler hakkında, Avrupa ve Amerika’nın göbeğinde beyanatlar veriyor.. Dünyayı yönetmeye soyunmuş küresel çete izliyor, izlemekle kalmıyor, New York Times gibi, Der Spiegel gibi, Guardian gibi CNN gibi FOX gibi küresel sermayenin en baba organlarında SIZINTIYI reklam ediyor!

Bu size garip gelmiyor mu? Dünyanın her hangi bir noktasında, ‘fazla’ ağzını açanı, derdest edip Guantanamo’ya kimbilir kaç yıllarca tıkıveren ‘intelligence’ (istihbarat) fareleri hangi delikteler ki! Assange bulunamıyor! Ama nette çarşaf çarşaf konuşmaları yayınlanıyor… Hillary süzgün, Obama sessiz ‘bilgileri’ teyid ediyor…


Kafa karıştırıcı bu durum, ama Julien Assange aklıma nedense bir anda Kanada’dan başında kipasıyla belirip, açıklamalarıyla bilmem kaç kişinin hayatını karartan, ve aynı hızla karanlık köşesine çekilen Ergenekon tanığı Tuncay Güney’i getiriyor!...

Siber dünyaya kelepçe’


NATO’nun yeni strateji belgesini nette bulabilirsiniz. Okuyun ve SİBER SAVAŞ bölümüne gelince durun. NATO ‘yeni stratejisi belgesinde’ ‘düşman’ olarak bir ülkeyi işaret etmedi. Ama ‘SİBER SAVAŞA’ hazırlandığını belirtti! Daha 1945’de 2. dünya savaşının hemen ertesinde Amerikan imparatorluğu, Ulusal Güvenlik Stratejisi için, ‘İDEOLOJİK TAARRUZUN , ATOM BOMBASI KADAR ETKİLİ OLDUĞUNU’ ifade etmişti. Bugün tüm dünyadaki basın yayın organları, gazeteler, televizyonlar, sinema sektörü Dış İlişkiler Konseyi (CFR) üyesi 5-6 ailenin elinde. Hemen hemen tüm dünya ülkelerinde aynı iğrenç yarışmalar, aynı evlilik programları, aynı gözetleme oyunları, aynı pornografik yayın, ve aynı tip diziler BEYİN UYUŞTURUYOR ve AYNI merkezden dünyaya yayılıyor. Tabii haberler de öyle… Amaç, tek tip haberle tek tipleştirilen bir dünya… Ama internet sınır ve sınırlama tanımıyor. Tüm önlemlere rağmen, çarpık bilginin yanında, DOĞRU bilgi de nette yerbuluyor. Ve yığınları özellikle de genç nüfusu dünyanın her yerinde etki altına alıyor…Örgütlenme ağları oluşuyor.. Küresel çeteye KARŞI bilgi akışı artıyor, muhalif bir internet ağı, diğerinin içinden filizleniyor! Çok daha önemlisi ulus devletler, kendi istihbarat ağlarıyla dezenformasyona karşı tedbirler geliştirebiliyor. İşte tehlike bu… Küresel efendiler bu gidişata da bir ‘DUR’ demeliler.. Ayrıca, dünyayı kalkan ve inen ağlarla örerken, siber dünyayı kontrol etmek zaruretindeler! Bunca ‘demokrasi’ vaveylası sürerken, siber dünyayı DENETLEMEK için gerekçe üretmeliydiler. Irak’a girmek için ‘kimyasal silah’ bahanesini bulan küresel sermaye, şimdi, siber dünyayı tamamen kontrol altına almak için WİKİLEAKS’i bahane edecekler.. … SİBER SAVAŞ’a karşı bilişim iletişim dünyasına vurulacak kelepçe, FÜZE KALKANI’yla ulus devletlere takılacak kelepçenin olmazsa olmaz şartı…

2013de total denetim!

Bakın 22 kasım 2010 da gazetelerde bir röportaj yeraldı: NATO Siber Savunma Birimi başkanı Süleyman Anıl adlı bir Türk vatandaşıydı. NATO’nun yeni stratejik konseptinden sözederken, çeşitli gizli servislerin siber saldırılarından yakınıyordu. Ve ‘yeni’ NATO’nun ‘ özellikle deniz yolları, enerji hatları ve sivil ağları koruyacağının’ altını çiziyordu. ‘Sivil bilgisayar ağlarının korunmasında büyük açık var" diyordu . ‘NATO'nun merkezi siber yönetim birimi Belçika'da. Bu ekip, siber güvenlikle ilgili saldırıları bilgisayar ağı üzerinden gözlüyor ve gerektiğinde müdahale ediyor. Örneğin İzmir veya Afganistan'daki soruna, oradakiler farkında olmasalar bile müdahale ediyoruz.’ diyordu… 2013’e kadar NATO ve üye ülkelerin bilişim güvenliğine karşı sistem içine alınacağını söylüyordu… Türkiye'nin yeni tehdit algılamasını kabul ettiğini, ‘siber tehdidin’ kanunlara yansıyacağından ve kuruluşların denetime alınacağından sözediyor… Türk Silahlı Kuvvetlerinde siber tehdide karşı NATO denetimli bir birim kurulduğunu bildiriyor!

Doğu’dan kopuk bir Türkiye!

Küresel sermaye, ve ordusu NATO, düşledikleri Dünya hakimiyeti için adımlar atıyorlar. Benzer taktikleri kullanıyorlar…. Önce bir ‘tehdit’ belirliyor ardından belirlediği ‘tehdidi’ yok ediyorlar. Bilgi kirliliği yayıyor, toplumları şekillendiriyor, o bilgilere inanılmasını sağlıyor sonra hedefi vuruyorlar. Türkiye içinde dönendiği deli gömleğinden sadece doğudaki komşu ülkelerle elele vererek çıkabilir. Irak işgal altında. Geriye Rusya, İran, Suriye ve Azerbaycan kalıyor.. Türkiye’nin bu ülkelerle arasının bozulması gerekiyor… Sızıntılar Azerbaycan ve İran ile Türkiye ilişkilerini ‘dinamitleyecek’ detaylar veriyor… Azerbaycan Cumhurbaşkanlığı Dış İlişkiler Müdürü Novruz Memmedov, daha ilk gün ‘belge’ adı altında ‘yalan haber’ servis edildiğini açıkladı. Ve çok önemli bir başka noktayı da vurguladı: ‘Kazakistan'ın başkenti Astana'da, 1-2 Aralıkta düzenlenecek olan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) zirvesi öncesi belgelerin yayımlanması, uluslararası toplumda soru işaretleri oluşturma amaçlıdır!’

İşte bu nedenle, ekonomik ve psikolojik tetikçilerle karşılaşırız. Çok inandırıcı olabilirler.. Dikkatli ve en az onlar kadar akıllı olmak zorundayız! ABDli yetkililer Wikileaks’in sızıntılarının birçok asker ve sivilin yaşamını tehlikeye attığı gibi masum iddiaları tüm ekranlardan haykırırken, başta Assange olmak üzere sorumluların cezalandırılacağını ekliyorlar… Hayranlık uyandıracak kadar iyi bir senaryo… Tüm dünyayı aylarca konuşturacak kadar devasa bir dedikodu silsilesi, bir toz bulutu, bir uyutma uğultusu, çıplak gerçeği örten bir örtü! İçine serpiştirilmiş gerçek/doğru belge bilgi görseller inandırıcılık sağlıyor, ‘kavalcı’ arkasına takılan fareleri oyalarken senaryo hayata geçiyor! Son olarak, 4 yıldır çeşitli belgeleri kamuoyuna ‘sızdıran’ Assange’ın ödüllerini size hatırlatalım: Bu ödül vericiler, küresel çeteyle yakından ilişkili merkezler:

Julien Assange 2008’de Economist Index’in ödülünü aldı. 2009’da Uluslar arası af örgütü Assange’ı ödüllendirdi.. 2010’da ödül şampiyonu haline geldi. Vietnam savaşında üstün hizmet gösteren CIA ajanı Sam Adams adına verilen ‘İstihbarat Ödülü 2010’a layık görüldü. Ardından, İngiltere’nin New Statesman dergisinin ‘Dünyanın en etkileyici 50 kişi listesinde, 23. sırada yeraldı., Utne Reader dergisi ise Assange’ı ‘Dünyayı değiştiren 25 kişiden biri’ ilan etti. Bitmedi. 12 kasım 2010’da küresel efendilerin gözde dergisi Time magazin Julien Assange’ı "person of the year, 2010" (2010 Yılın adamı) seçti. Ve son olarak Pentagon’dan bilgi sızdırarak üne kavuşan emekli istihbaratçı ve eski Rand Corporation analisti Daniel Ellsberg, ‘Assange, gizlilik kurallarını altüst ederek aslında Amerikan demokrasisine hizmet ediyor!’ dedi. Ve ekledi: ‘Bu sızıntılar, milli çıkarlarımızı hiçbir şekilde etkilemezler!’

İyi geceler ve iyi sabahlar!’

Banu AVAR, 30 Kasım 2010
banuavar@superonline.com

Osman Sınav'la Sohbet / Ahmet Yetkin

Yedi renkli göl olarak bilinen Eğirdir gölü, son haftalarda 8.rengiyle tanıştı ve bu rengini çok sevdi. TRT1 ekranlarında gösterimi devam eden "Sakarya-Fırat" dizisinin yönetmeni Osman Sınav la, dizi çekimi için bulunduğu Hastanemiz Toplum Sağlığı departmanında bir saate yakın sohbet etme fırsatına eriştik. Dizinin gelecek hafta yayınlanacak bölümünün bir kısmında Hastanemiz kısmen de olsa mekan olacak. Çekim için hazırlıklar yapılırken, yönetmen Osman Sınav ı Sağlık Grup başkanımız Dr Nazif Aydın ve Hastane Başhekimimiz Op.Dr İbrahim Etli ile içten, samimi bir sohbet ederken buldum. Boş başak dik dururken, olgun ergin başak ise başını eğermiş. Yönetmenimizi görünce ilk intibam bu oldu. Türkiye sinema sektöründe kelimenin tam anlamıyla bir "Marka" olan Osman Sınav ağır başlı, mütavazı bir edayla sohbetin gidişatına göre sinema ve hayata dair paylaşımlarda bulundu bizimle.Eğirdir i tanıdıkça hayranlığının arttığını, projelendirme ve tanıtım yapılırsa İsviçre gölleri gibi yıldızının parlıyacağından şüphesinin olmadığını ifade eden Sınav, değerlerimizi kullanmayı, tanıtmayı ve pazarlamayı bilmiyoruz diyerek acı gerçeğimizi yüzümüze vurarcasına hatırlattı. "Osman Sınav" Sadece bir isim değil, işini ciddiye almanın,ülkesine, halkına tutkuyla sarılmanın, halkından kahramanlar yaratmanın, aynı halkı, yaptığı dizi ve filmlerle(Ekmek Teknesi,Sakarya-Fırat, Deli yürek, Miras,Pars, Süper Baba, Kurtlar Vadisi ) ekran karşısına toplaya bilme başarısını gösterebilmenin, teslim olmamanın, öz değerlerinden beslenmenin, Anadolu insanına kendisini keşfetmesinin önünü açmanın ismidir. Nev-i şahsına münhasır bir karekter olan Osman Sınav bu kutsal toprakların yetiştirmekten mutluluk duyduğu yapımcı, yönetmen olmanın ötesinde tam bir sanatçı.Süleyman Demirel Üniversitesinde öğrencilere seminer verirken "Kendinize model olarak "Atatürk" ü alın gerisi teferruattır" dediğini hatırlatan Sınav, Atatürk e sahip olmanın önemimin yeteri kadar anlaşılamadığının altını çizdi. Hatırlarsınız filimlerinin başlangıcında şöyle bir ifade vardır; "Bu, bir Osman Sınav yapımıdır!". Bu ibareyi gören kişi iyi bir film gözlemcisiyse, gönül rahatlığıyla, birşeyler kazanacağından emin bir rahatlıkla o filmi izler. Bazı yönetmen ve yapımcılar vardır, yaptıkları bir kaç iyi film dışında üretken olamazlar ve tabir i caizse saman alevi gibi kısa bir süre parlayıp sonrasında sönerler. Ama söz konusu olan Osman Sınav ve filimleri ise bundan sözetmek abesle iştigaldir. Usta yapımcı el attığı bütün filmleri mumyalamış, ölümsüz kılmıştır adeta. Bunun sebebini sorduğumuzda. "Halkımdan besleniyorum, konumu ve kahramanlarımı onlardan seçiyorum. Onlar o denli büyük bir hazine ki iyi bir sarrafın elinde işlenirse, içinde onların ve öz değerlerimizin olduğu her iş tutar." Başarının mimarı "Benim!" diyenlere inat, halkını gösteren gölgedeki kahraman, geri kalmamızın sebebini şöyle açıklıyor; "Her işi iyi yapıyoruz fakat, bunun yanında, o işi daha iyi, en iyi yapmanın yollarını aramıyoruz. Sabır sorunumuz var. Hayel kuruyoruz, fakat o hayele ulaşmanın tüm yollarını zorlamıyoruz. ( Önünde ki çay bardağını gösterip) Kaliteli çay üretip bırakıyoruz. Bunu daha ileriye götürmeyi, kalitesini artırıp tüm dünyaya pazarlamanın yollarını aramak yerine, onu bırakıp kahve işine giriyoruz. Tabiatıyla herşey yarım, akim kalıyor. Hayel kurup, kurduğu hayeli gerçekleştiren Atatürk gibi bir kahramanımız var. Ama biz çabuk sıkılıyoruz, sorunumuz bu."Çektiğiniz filimler yurt dışından talep görüyormu?"Biz Kurtlar Vadisi nin ilk bölümlerini Kazakistan a her bölümünü cüzzi bir ücretle (100 Dolar) pazarladık. Defalarca yayınlanmış. Yayınlandığı vakitler sokaklar boşalmış. Bir zaman sonra oraya gittiğimizde bizi karşılamaya gelenlerin coşkusunu, yarattığı izdihamı kelimelerle anlatmamın mümkünatı yok. Bizim pazarımız Osmanlı coğrafyası olmalı. Onlarla ortak değerlerimiz çok. Öyle ki son dönemde yapılan kaliteli dizilerin bu coğrafya da tutması beni haklı çıkarıyor. Bunu yıllar önce farkedip bu yolu açan bizleriz."Deli Yürek dizisinde her kesime hitap eden bir karakter var. Mesela ben "Kuşçu" yu unutamam. Bu karakterleri nasıl belirliyorsunuz.?" Bir kaç kişi etrafında dönen filimlerden ziyade, toplumun tüm kesimlerini temsil eden karekterleri biraraya getirmek tarzım. Mesela o kuşçu karakteri o kadar tuttu ki, bir ekol oldu. Artık neredeyse tüm dizilerde bir kuşçu muadili var. Örnek oldu bir yerde."Atatürk gibi bir değerimiz varken, neden hala eli yüzü düzgün bir Atatürk filmi yapamadık. ?"Bunun için çok büyük bir bütçe lazım. Bunun yanında bu bütçenin fazlasıyla karşılanabilmesi için yurtiçinin yanısıra yurt dışı bağlantılarının kurulması ve bu filmin tüm dünya da gösterilebilmesinin altyapısının hazır bulunması gerekli. Bunları sağlamakta, bugünkü şartlarda haliyle zor."Osman Sınav a üst üste bir hayli soru sormuş olmalıyım ki; "Bu soruları sormak için İstanbul da benden randevu bekliyen o kadar gazeteci var. Sen bu kadarıyla yetinmelisin. Ben sohbet sanıyordum, sen işi röportaja çevirdin. Bunun için randevu almalıdın!" diyerek gülümseme eşliğinde sitem etti. Ben de cevaben "Burası taşra, sizin gibi mesleğinde duayen bir sanatçıyı 40 yılda bir bulmuşken, çok soru sormamı hoş görün. Bir daha sizi ömrü hayatımda bir daha nasıl görürüm buna imkan var mı?" deyince; "Sana kimseye vermediğim bir sırrımı vereyimmi, yaptığım filimlerin tutmasınn, beğenilmesinin en büyük sebebi, bütün hepsinin temasının Adalet olmasıdır. Bir toplumu yükselten adaletin iyi işlemesi, batıran da adaletin eşit dağıtılmamasıdır. Bütün dünya da ki sorunların temelinde bu yatar."                                                          
                                                                      *  *  *
Osman Sınav la sohbetimiz ben yaşadıkça benimle birlikte yaşıyacak. Ben kendi adıma çok ders çıkarttım. İnternette dolaşırken Osman Sınav ın severlerinin oluşturduğu fan sitesinde onunla yapılan daha geniş bir röportaja rastladım. Bu röportajı sizlerle paylaşmaktan haz duyarım.                                                                
*   *  *

Türk Sinemasında İlkler

Bu sezon 70’in üzerinde Türk filmi vizyona girecek. “Muhsin Bey” , “Eşkıya”, “Gönül Yarası” gibi Türk Sineması’na damgasını vurmuş filmlerin yönetmeni Yavuz Turgul bu sezon, başrolünde Şener Şen ve Cem Yılmaz’ın yer aldığı “Av Mevsimi” filmiyle sinemaya dönüyor. Son filmi “Güneşi Gördüm”ü 2.5 milyon kişinin izlediği Mahsun Kırmızıgül’ün yeni filmi “New York’ta 5 Minare” vizyona girdi. Milyonların beğenisini kazanan “Issız Adam”dan sonra çektiği “Karanlıktakiler” filmiyle gişede umduğunu bulamayan Çağan Irmak’ın “Prenses’in Uykusu” isimli filmi de bu yıl seyirciyle buluşacak. Zübeyr Şaşmaz’ın yönettiği “Kurtlar Vadisi Filistin”, büyük başarı kazanan ilk filmden sonra çekilen Hakan Algül’ün yönettiği devam filmi “Eyvah Eyvah 2, başrolünde Yılmaz Erdoğan’ın yer alacağı, Nuri Bilge Ceylan’ın yeni filmi “Bir Zamanlar Anadolu” vizyona girecek filmler arasında. Yeni sezon neler getirecek, kaç film umduğu izleyici sayısına ulaşacak, bekleyip göreceğiz.
Peki yılda 70’den fazla filmin çekildiği, hızla endüstrileşen sinemamızın tarihini merak ettiniz mi? İlk filmimiz hangisiydi? Ya ilk sansürlenen filmimiz? İlk uluslararası ödülümüzü alan ancak ülkemizde yasaklanmış olan filmin sansürlenme nedeni neydi?
Sinemamızın bol ürün verdiği bu günlerde, Yeşilçam’ın köklerine dönelim istedik, sinemamızın ilklerine…

İlk Türk Filmi:
Ayastefanos’taki Rus Abidesi’nin Yıkılışı (1914)

Osmanlı İmparatorluğu 1. Dünya Savaşına girince, Rusya’nın İtilaf Devletleri arasında olması nedeniyle Yeşilköy’deki Rus Anıtı’nın yıkılmasına karar verildi. 14 Kasım 1914’te anıt yıkılırken, bu sırada yedek subay olan Fuat Uzkınay, bu tarihi olayı görüntüledi. Bu belgesel sinemamızın ilk filmi oldu ancak film günümüze ulaşamamıştır.

İlk Konulu Türk Filmi:
“Pençe” ve “Casus” (1917)

Sinemamızda konulu film çeken ilk yönetmen Hürriyet Gazetesi’nin de kurucusu olan Sedat Simavi’dir. İki film de 1917 yılında çekilmiştir ancak hangisinin daha önce çekilmiş olduğuyla ilgili rivayet muhtelif. “Casus”, 1.Dünya Savaşı sırasında geçen bir casusluk macerası. “Pençe” ise şehvet düşkünü bir kadın ile ilişki kuran Pertev ile evli bir kadın uğruna yuvasını dağıtan Vasfi adlı iki arkadaşın hikâyesi. Ne yazık ki iki film de kayıptır. Aslında ilk konulu film denemesi “Leblebici Horhor”du. Fakat bu film, oyunculardan birinin vefat etmesi nedeniyle tamamlanamadı. İkinci deneme ise “Himmet Ağa’nın İzdivacı” idi. Ancak çekimlerin başlamasından kısa süre sonra filmin oyuncuları Çanakkale Savaşı nedeniyle askere alınır. Çekimleri “Pençe” ve “Casus”tan önce başlamıştır ama tamamlanması 1918 yılını bulur.

Sansürlenen İlk Türk Filmi:
Mürebbiye (1919)

Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın aynı adlı eserinden uyarlanan filmin yönetmeni Ahmet Fehim’dir. Anjel adlı Fransız, bir konakta mürebbiye (dadı, bakıcı) olarak işe alınır. Kısa sürede cazibesiyle konağın sahibinden aşçısına kadar herkesi parmağında oynatmaya başlar… Filmin sansürlenme sebebi de ilginçtir. Yıl 1919’dur ve İstanbul işgal altındadır. İşgal kuvvetleri komutanı Fransız General Franchet D’Esperey “Bir Fransız kızının, bu şekilde ahlaksızca gösterilemeyeceği, Anjel’in şahsında Fransızların küçük düşürüldüğü” gerekçesiyle filmi yasaklar. Fakat film yasak olmasına rağmen gizlice gösterilir ve büyük ilgi görür.

İlk Türk Komedi Filmi:
Bican Efendi Vekilharç (1921)

Şadi Fikret Karagözoğlu’nun yönetmenliğini üstlendiği filmde, Bican Efendi bir köşke vekilharç (bir konağın alışverişini yapmakla yükümlü kimse) olarak alınır. İşgüzarlığı nedeniyle ortalığı karıştıran Bican Efendi’nin macerası, sinemamızın ilk güldürü denemesidir. Film başarı kazanınca, “Bican Efendi Mektep Hocası” ve “Bican Efendi’nin Rüyası” isimli devam filmleri çekildi. Filmler aynı zamanda sinemamızın ilk seri filmleridir.

İlk Sesli Türk Filmi:
İstanbul Sokakları’nda (1931)

1931 yılında Muhsin Ertuğrul tarafından çekilen film, iki kardeşin aynı kadına aşık olması üzerine hayatlarının mahvolmasını anlatıyor. Bankada çalışan Rahmi şarkıcı bir kadına aşık olur. Aynı kadınla kardeşi Talat’ın da ilişkisi vardır. Rahmi aşkı uğruna bütün parasını kadın ile harcamaktadır. Bir süre sonra çalıştığı bankanın parasını da aşık olduğu kadın için kullanmaya başlar. Banka yönetimi durumu fark edip Rahmi’yi işten atar, kullandığı parayı da Rahmi’nin ailesinden tahsil eder. Aile bütün birikimini kaybetmiştir. Talat bunun hesabını sormak üzere kardeşinin yanına gider ve kardeşiyle şarkıcı kadını sarhoş halde bulur. Şarkıcı kadının ortağı olan garson, Rahmi’yi dolandırmak için içkisinin içine uyutucu ilaçlar atmıştır. Talat kardeşine saldırır, kavga sırasında dolu içki bardağını Rahmi’ye fırlatır. İlaçlı içki Rahmi’nin gözlerine gelir ve gözleri kör olur. Film doktorların göz ameliyatı için çok büyük para istemesi, iki kardeşin zengin dayılarının yanına gidip yardım istemeye karar vermesi, ancak bu sırada dayılarının ölmesi, dayılarından kalan tek şey olan evin yanması, iftiraya uğrayan Talat’ın hapse düşmesi şeklinde ilerliyor… Ne var ki filmin sonlarına doğru ortaya çıkan, Mısır’lı bir yazar olan Semira Hanım, Rahmi’yi ameliyat ettirir, kardeşler eski saadetlerine kavuşur. Film, abartılı ve absürd konusuna rağmen; gerek dönemine göre yüksek maliyeti, gerek ilk sesli film olması nedeniyle, sinema tarihimizde önemli bir yer ediniyor.

İlk Türk Korku Filmi:
Çığlık (1949)
Bazı kaynaklarda ilk korku filmimiz olarak Mehmet Muhtar’ın 1953 yapımı filmi “Drakula İstanbul’da” geçer. Ancak bu doğru değildir. Türk sinemasında ilk korku filmi denemesi, Aydın Arakon’un 1949’da yönettiği “Çığlık”tır. Bir doktor fırtınalı bir gecede, bir köşke sığınmak zorunda kalır. Köşkte miras meselesi nedeniyle dayısı tarafından delirtilmiş bir kızla karşılaşır. Doktor, bu karanlık ve deli kızın çığlıkları ile inleyen köşkte birileri tarafından öldürülmeye çalışılır. Ancak ölen, deli kız olur.

İlk Renkli Türk Filmi:
Halıcı Kız (1953)

“Halıcı Kız” ilk renkli film olmasının yanı sıra, 20 yılı aşkın süre Türk sinemasında “tekel” oluşturan, çektiği 30’u aşkın filme rağmen sinemasal açıdan iyi işler çıkaramayan Muhsin Ertuğrul’un son filmi olması nedeniyle de önemlidir. Güllü, halı dokuma tezgahında çalışan çok güzel bir kızdır. Patronunun oğlunun tecavüzüne uğrayınca çareyi İstanbul’a kaçmakta bulur. Gittiği her yerde erkeklerin ilgisini çeken Güllü, gerçek aşkı ve mutluluğu Bursa’nın bir köyünde bulur. 1953 yapımı filmin kadrosunda Suna Pekuysal, Sadri Alışık, Şükran Güngör, Münir Özkul gibi isimler de yer almıştır.

Uluslararası Ödül Alan İlk Türk Filmi:
Susuz Yaz (1963)

Susuz Yaz, Necati Cumalı’nın aynı adlı hikâyesinden uyarlanmıştır. Yönetmeni Metin Erksan’dır. Osman, arazisinden çıkan suyu köylülerle paylaşmak istememektedir. Kardeşi Hasan bu durumu kabullenemez, köylüleri haklı bulur ama abisine de karşı gelemez. Su yüzünden çıkan kavgada Osman bir köylüyü öldürür, ancak hapse giren Hasan olur. Bu sırada kardeşinin karısına göz koyan Osman, yıllar sonra hapisten çıkan Hasan tarafından köylülerle paylaşmak istemediği suda öldürülür. Film, dönemin sansür kurulunca “başakların cılız gösterilmesi” gibi garip gerekçelerle yasaklanır. Ancak film, filmin başrol oyuncularından Ulvi Doğan tarafından yurtdışına kaçırılır ve Berlin Film Festivali’nde “Altın Ayı Ödülü”nü kazanır. Daha sonra Meksika’da “Altın Maya Ödülü”nü de alan film, 1973 yılında renkli olarak Orhan Duru tarafından tekrar çekilir ama bu film Metin Erksan’ın “Susuz Yaz”ı kadar başarılı olmaz.
Oda Tv'ye teşekkür ederiz.

Tek Tipleştirilen Bizler / Ebru Çolak

Bilimin ve Teknolojinin hızla geliştiği günümüzde insanlar sürekli bilgi borbardımanına maruz kalıyorlar.Bu bilgi borbardımanı gazete,dergi ,radyo , televizyon ,sinema , popüler dergi vs.. denilen Kitle İletişim Araçları tarafından sağlanıyor. McQuil 'e göre kitle iletişim araçları ; toplumda etki , denetim ve yeniliklerin potansiyel aracı olarak güç kaynağı ; çoğu toplumsal kurumun çalışması için gerekli bilgilerin kaynağı ve aktarım aracıdır diyor. Biz de Kitle İletişim Araçlarının çoğunun kapitalist sistemin elinde bulunduğu bu düzende onların bize sunduklarıyla biçimlendirdikleri bir sistemin parçası oluyoruz.
Hayat hakkında , dünya hakkında , başka ,insanlar hakkındaki bilgilerimiz sadece bize gösterilenle , bu sistemin bize sunduğu enformasyonla sınırlı. Dünyamızı , hayatımızı , kendimizi bile medyaların Kültür Endüstrisinin bizim için uygun gördüğü anlamsal içerikle biliyor ve algılıyoruz. Böylece bizler bilmek için değil sisteme hizmet için koşullandırılmış bireyler oluyoruz.
Modern toplum hayatının yüzeysel , hızlı hızlı yaşanıp geçilen insan ilişkileri içinde dünyamızın bize en yakın olan kesimlerinde bile olup bitenleri kapitalist sistemin biçimlendirerek sunduğu Kitle İletişim Araçlarından yani medyadan öğreniyoruz. Gerek televizyon dizilerinde gösterilen yaşam tarzları gerekse reklamlar aracılığıyla yönlendirilmeye çalışıldığımız bu sistemde artık herkes aynı şeyleri izlemekten , aynı tarz müzik dinlemekten zevk alan , marka kıyafetler giymekten hoşlanan koşullandırılmış kitleler halinde yaşıyoruz. Televizyonda sevdiğimiz bir ünlünün üzerinde gördüğümüz bir kıyafet taşıdığı çanta ya da ayağındaki ayakkabı hemen bir anda moda oluveriyor bir de bakıyoruz ki herkes aynı tarz kıyafeti , ayakkabıyı giymiş markalı çantaları taşıyor hatta aynı model saç kesimi bile hemen yaygınlaşıyor. Yorgun bir iş gününün sonunda evde ayaklarımızı uzatıp dinlenmek bir yandan da eğlenmek için açtığımız televizyonda gösterilenler , kültür endüstrisinin bize sunduğu programlar dışında seçeneğimizin olmadığı içerikten yoksun amacı sadece eğlendirmek olan bu endüstrinin bize sunduklarıyla yetiniyor ve herkesin aynı dizileri izlediği aynı yarışma programlarını takip ettiği bizler bunların gerçekliğini sorgulamıyor bunları sadece eğlence , vakit geçirme aracı olarak görüyoruz ve biz fark etmeden bunlar yavaş yavaş hayatımıza giriyor.
Böylece hızlı hızlı yaşanıp tüketilen kültür endüstrisinin bize sunduğu bu yaşam tarzı bizi gerçek kültürümüze gerçek kimliğimize bizi kendimize yabancılaştırıyor. İsteklerimiz , arzularımız , başkalarına karşı duyduğumuz kıskançlıkları , özentileri bile bizim sanıyoruz. Başkalarını kıskandrmak için satın aldığımız araba, pahalı çantalar , markalı kıyafetler , kapitalist sistemin bize dayattığı tüketim hırsı marka tutkusu insanları hayatlarının gerçeklerinden , insanlık , arkadaşlık ilişkilerinden uzaklaştırmaktadır ve sanki bunları kendi isteğimizmiş gibi dayatmaktadır. Ve bizler sanki hiçbir sorgulamaya gerek yokmuş gibi hayatın bunlardan ibaret olduğu , gerçeklerin bunlar olduğu yanılgısı içinde hayatımızı devam ettiriyoruz.
Giderek tek tipleştirilen bireyler olduğumuz farklılıkların giderek kaybolduğu gerçeğini görerek bize dayatılan bir hayatı değil kendimizi bize ait olan gerçekleri yaşayalım .


Bu konu hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyenler Prof.Dr.Ünsal Oskay'ın ''Yıkanmak İstemeyen Çocuklar Olalım'' makalesinden faydalanabilirler.

Yaşam, Daha Başında Kaybedilmiş Bir Savaştır / Canan Koçak

1883’te Prag’da başlayıp, 1924’te Viyana’nın Sanatoryum hastanesinde sonlanan bir hayat

onunki. Başlangıç olduğunu bilerek, “sonlanan” diyorum, çünkü ölüm için kullanılan genel bir

tabirdir bu. Ölen kişi kaç yaşında olursa olsun, ardından kullanılan sözcükler genelde bitiş, son ya da kaybedişle ilgilidir. Kuşkusuz bahsi geçen şahıs içinde aynı

sözcükler kullanılabilirdi. Adı o günden sonra hiç hatırlanmayabilir ve çoktan unutulmuş biri

olabilirdi. Unutulmaması veya hep hatırlanması için yapılacak tek bir şey vardı. En iyi dostunun, hastane odasında ona vermiş olduğu sözü tutmamasıydı. Eminim yıllardır anlatıla gelen ve her defasında iyi ki de sözünü tutmamış dedirten bu hikayeyi hepiniz duymuşsunuzdur. Bu ünlü yazar Franz Kafka’nın hikayesidir. Hastane odasında, yakalandığı veremden dolayı can çekişen kişi Kafka, onun bütün yazdıklarını ölümünün ardından yakmaya söz veren kişi ise yakın arkadaşı Max Brod’dur. Max Brod Kafka’ya, eserlerini yok etme konusunda söz vermediğini iddia etse de, Nazilerin 1939 yılında Prag’ı işgal ettikleri

sırada şehri terk ederken, Kafka’ya ait iki bavul dolusu eseri almayı ihmal etmediğini de

reddetmemiştir. Kafka’nın kendi yazılarını, gereğinden fazla

değersiz ve kişisel bulduğuna inanasım gelmiyor. Max Brod’a bu yemini yani yazdıklarının tamamını

yakmasını söyleyen, gerçekten Kafka mıdır? Bu

hikaye ne kadar doğrudur? Bilemiyorum, fakat

herkesçe bilinen şu ki, bu Kafka için yeni bir

başlangıç, dünya edebiyatı içinse tarihi bir evre

olmuştur.

“Bunun bir dava olabilmesi için, benim de dava olduğunu aynen kabullenmem

gerekir… Hem bu işin

üstünde biraz duruldu mu,

yapacak tek bir şey kalıyor:

acımak. Ayağa düşmüş bir

davadır demiyorum ama, bu

deyime dair de düşünmeye

çağırıyorum sizi.” F. Kafka.

Kuşkusuz Kafka’yı Kafka

yapan, en temel eserlerinden

biridir Dava. Tamamlanmamış

bazı bölümlerine rağmen,

romanın genel kurgusu ve

belirsizliklerle örülü konusu,

diğer tüm eserleriyle benzerlikler içermektedir.

Banka memuru Josef K.’nın bir sabah ortada

hiçbir sebep yokken tutuklanması ile başlayan

roman, henüz neyle suçlandığını dahi bilmeyen

bir insanın, yargılandığı fakat bir türlü anlam

veremediği “dava”sı ile devam eder.

“Suçlayan kim ya da kimler, suç ne, ortada

gerçekten işlenen bir suç var mıdır?” gibi

soruların roman okundukça çoğalacağı açıktır.

Tıpkı ‘Dönüşüm’ romanında, Gregor Samsa’nın

bir sabah uyandığında kocaman bir hamam

böceğine dönüşmesi gibi. Belirsizliklerle bezeli

hayatlardan alınan her örnekle sorgulanan ve

hatta sorgulanması beklenen, genelde hep aynı

şey olmuştur; İnsanları peşi sıra sürükleyen,

ardından yürümeye mecbur bırakan ve yürüdükçe

bizi biz olmaktan çıkaran, artık kişiyi bir nesne

haline getiren , “toplum yapısı”.

“Kafesin biri, bir kuş

aramaya çıktı.” F. Kafka.

Bu dava bildiğimiz

davalardan değildir elbette.

Garip olan, tekdüze

hayatından aniden sarsılarak

uyandırılan Josef K. mahkum

olduğunu ve hakkında

devam etmekte olan bir

dava olduğunu bildiği halde,

aynı hayata benzer şekilde

devam etmektedir. Bir

gün içinde yaşadığı, yani

yaşamadığı hayatında aslında

değişen hiçbir şey yoktur. Aslında birilerinin onu

suçlaması ve mahkum etmesi çok gereksizdir. O

zaten toplum içinde, bunun farkına varmaksızın

yaşayan bir mahkumdur. Önceki hayatından

tek farkı ise, artık içine

kapatıldığı kafesi fark

etmiş olmasıdır. Toplumda

herkesin bir davası

olduğu için romandaki

hemen tüm karakterlerin

davadan haberi vardır.

İşin en can alıcı noktası

ise, bu mahkumiyetten

haberdar olmanın mı

yoksa olmamanın mı daha

iyi olduğudur? Hayatımıza

yön verecek ve söz sahibi

olacak kişi yine kendimiz

isek eğer, sorumluluğu bize ait olan her karar yine bizi bağlayacaktır.

Toplum zaten Dünya’ya geldiğimiz ilk andan

itibaren bizi boyunduruğu altına sokmakta, yazılı,

yazısız her türlü kuralıyla bize hükmetmektedir. O

halde verilmesi gereken karar şudur: Ya davamıza

karşı kendimizi savunacağız, ya da başımızı

eğip kafesimizde oturacağız. Tıpkı kapıdan içeri

girebileceğini bildiği halde içeri girmeyi göze

alamayan adam gibi.

“Mahkemenin önünde bir görevli durur.

Bu görevliye, ülkeden bir adam gelir ve ona

mahkeme önüne çıkıp çıkamayacağını sorar. Ama

görevli, o anda kendisini kabul edemeyeceğini

söyler. Adam bir an düşünür ve bunun daha

sonradan kabul edilebileceği anlamına mı

geldiğini sorar. “Olabilir,” der görevli, “ama şu

anda değil”. açık olduğundan ve görevli kenara çekildiğinden,

adam kapıdan içeriye bakmak için eğilir.

Görevli bunu gördüğünde güler ve şöyle

der: “Eğer bu kadar çok istiyorsan, benim

yasaklamama rağmen girmeye çalış. Ama dikkat

et: Ben güçlüyüm. Ve ben, sadece en baştaki

görevliyim. Bir holden diğerlerine geçişte, başka

görevliler karşına çıkacak. Hepsi de bir öncekinden

daha güçlü olacak.

Üçüncünün sadece görünüşü bile, benim

kaldırabileceğimden fazla.” Ülkeden gelen adam

bu kadar zorlukla karşılaşmayı beklemiyordur.

O, mahkemelerin herkese, her an açık olduğunu

zannetmiştir; ama şimdi kalın paltosu içindeki

görevliye, büyük , sivri burnuna, uzun, siyah

sakalına daha yakından bakınca, giriş izni alana

kadar beklemenin daha iyi olduğuna karar verir.

Görevli ona bir tabure uzatır, ve kapının

yanında oturmasına izin verir. Adam, orada

günler ve yıllar boyunca oturur. İçeriye kabul

edilmek için bir çok girişimde bulunur ve görevliyi

yalvarışlarıyla yorar.

Görevli, sıklıkla onu, küçük sorgulamalara

tabi tutar, evi ve başka konular hakkında sorular

sorar; ama bunlar hep, rütbe sahibi kişilerin

sordukları gibi, kişisel olmayan sorulardır. Bu

sorgulamalar, her seferinde görevlinin, içeriye

henüz alınamayacağını belirtmesiyle sona erer.

Yolculuğu için kendini iyi donatmış adam, sahip

olduğu her şeyi, ne kadar değerli olursa olsun,

görevliye rüşvet vermek için kullanır. Görevli,

verilen her şeyi kabul eder ama bunu yaparken

de, “Bunları sadece, denemediğin bir yol kaldığını

düşünmeyesin diye kabul ediyorum” der. Uzun

yıllar boyunca, adam görevliyi , neredeyse

aralıksız biçimde gözlemler. Diğer görevlileri

unutur ve bu ilk görevliyi, mahkemelere kabul

edilmesini engelleyen tek mani olarak görmeye

başlar. İlk yıllarda, talihsizliğine sertçe ve yüksek

sesle lanet okur; daha sonra , yaşlandıkça sadece

kendisi için şikayet etmeye başlar.

Giderek çocuksulaşır ve görevliyi uzun uzun

incelediği için, kalın kürk paltosundaki pireleri

bile keşfedip, bu pirelere bile, görevlinin fikrini

değiştirmesine yardım etmeleri için yalvarır.

En sonunda gözleri zayıflamaya başlar. Etrafın

gerçekten karardığına mı yoksa, gözlerinin artık

kendisini

yanılttığına mı karar veremez. Ama o hala,

gerçekten de mahkeme kapısından, hiç sönmeyen

bir ışığın sızdığını anlayabiliyordur. Şimdi artık

fazla ömrü kalmamıştır. Ölümünden önce, uzun

yılların bütün deneyimleri aklında toplanır ve o

zamana kadar görevliye sormadığı bir soru oluşur

kafasında.

Artık katılaşmış vücudunu hareket ettiremediği

için, görevliyi eliyle çağırır. Görevlinin artık

eğilmesi gerekir, çünkü aralarındaki boy farkı,

adamın aleyhine bir hayli açılmıştır. “Hala neyi

bilmek istiyorsun?” diye sorar görevli, “sen

doymak bilmiyorsun.” “Tabii ki herkes mahkemeye

ulaşmayı

arzular” der adam, “ama nasıl oldu da,

bunca yıldır, benden başka kimse içeriye girmek

istemedi?.

Görevli adamın artık son dakikalarını yaşadığını

anlar ve zayıflamış kulaklarına sesini duyurmak

için eğilip yüksek sesle konuşur: “Buraya senden

başka hiç kimse kabul edilemezdi, çünkü bu

giriş sadece senin için açılmıştı. Şimdi burayı

kapatacağım”. (F.Kafka’nın Dava romanından)

“Doğru yol yerden bir karış yüksekte bulunan

gergin bir ip gibidir. Fakat bu ip, üstünde yürümek

için değil de insanın ayağının takılıp tökezlenmesi

için vardır ancak..” F. Kafka.

Bütün romanlarındaki baş karakterlerin

yazgıları ortak, yani yalnızlaştırılmış, ötelenmiş,

umutsuzluğa mahkum edilmiş kişiler olunca,

nedense yazarın bu tür kişilikler üzerinde tekrar

tekrar durmasının sebebi ailevi ve toplumsal

ilişkilerine bağlanmıştır. Bariz bir çıkış noktası

olabileceği gibi, konu sırf otoriter baba ve

baskı altındaki çocuk ilişkisine bağlanamayacak

kadar geniştir. Esirleşen insan ve bürokrasinin

ezici yapısı hemen hemen tüm eserlerinde

gözlemlenmektedir. İçinde yaşadığı toplumu,

bugünün verilerine yaslayabilecek kadar ileri

görüşlü bir yazar olduğu aşikardır.

O her ne kadar “yaşam daha başında

kaybedilmiş bir savaştır” dese de, hayatının

sonlanışından sonra eserlerinin, öğretilerinin

yayılmasından dolayı, tersine bir süreç işlemiş

ve ölümü, kazandığını göremediği bir savaşın

başlangıcı olmuştur.

Tanyeri dergisi'ne teşekkürler.

Hiçim / Gülşah Büyüker

Bir hiçim bugün
Dopdolu içim, boğazıma kadar
Ne aldığım nefes
Ne içtiğim su
Ne duyduğum koku
Ne sevdiğim erkek

Bilinmez derinliklerde tatsız tuzsuz bir kadınım bugün
Gökyüzü düşecek sanki üzerime
O zaman anlaşılacak hiçliğim

Bir yalnızlıktayım bugün
Sıra sıra yalnızlıklar,
Etrafımda dimdik
Vurdumduymaz rüzgâr tokatlıyor yüzümü

Uzaklarda bir gündeyim şimdi
Senden uzakta
Sevginden uzakta
Ne keder var yanımda ne de sen
Çok uzaklarda bir hiçim bugün
Sensiz ölüyorum
Bir yalnız sevenim şimdi
Kalbimdesin ya
Sen de bir hiçsin.