1883’te Prag’da başlayıp, 1924’te Viyana’nın Sanatoryum hastanesinde sonlanan bir hayat
onunki. Başlangıç olduğunu bilerek, “sonlanan” diyorum, çünkü ölüm için kullanılan genel bir
tabirdir bu. Ölen kişi kaç yaşında olursa olsun, ardından kullanılan sözcükler genelde bitiş, son ya da kaybedişle ilgilidir. Kuşkusuz bahsi geçen şahıs içinde aynı
sözcükler kullanılabilirdi. Adı o günden sonra hiç hatırlanmayabilir ve çoktan unutulmuş biri
olabilirdi. Unutulmaması veya hep hatırlanması için yapılacak tek bir şey vardı. En iyi dostunun, hastane odasında ona vermiş olduğu sözü tutmamasıydı. Eminim yıllardır anlatıla gelen ve her defasında iyi ki de sözünü tutmamış dedirten bu hikayeyi hepiniz duymuşsunuzdur. Bu ünlü yazar Franz Kafka’nın hikayesidir. Hastane odasında, yakalandığı veremden dolayı can çekişen kişi Kafka, onun bütün yazdıklarını ölümünün ardından yakmaya söz veren kişi ise yakın arkadaşı Max Brod’dur. Max Brod Kafka’ya, eserlerini yok etme konusunda söz vermediğini iddia etse de, Nazilerin 1939 yılında Prag’ı işgal ettikleri
sırada şehri terk ederken, Kafka’ya ait iki bavul dolusu eseri almayı ihmal etmediğini de
reddetmemiştir. Kafka’nın kendi yazılarını, gereğinden fazla
değersiz ve kişisel bulduğuna inanasım gelmiyor. Max Brod’a bu yemini yani yazdıklarının tamamını
yakmasını söyleyen, gerçekten Kafka mıdır? Bu
hikaye ne kadar doğrudur? Bilemiyorum, fakat
herkesçe bilinen şu ki, bu Kafka için yeni bir
başlangıç, dünya edebiyatı içinse tarihi bir evre
olmuştur.
“Bunun bir dava olabilmesi için, benim de dava olduğunu aynen kabullenmem
gerekir… Hem bu işin
üstünde biraz duruldu mu,
yapacak tek bir şey kalıyor:
davadır demiyorum ama, bu
deyime dair de düşünmeye
çağırıyorum sizi.” F. Kafka.
Kuşkusuz Kafka’yı Kafka
yapan, en temel eserlerinden
biridir Dava. Tamamlanmamış
bazı bölümlerine rağmen,
romanın genel kurgusu ve
belirsizliklerle örülü konusu,
diğer tüm eserleriyle benzerlikler içermektedir.
Banka memuru Josef K.’nın bir sabah ortada
hiçbir sebep yokken tutuklanması ile başlayan
roman, henüz neyle suçlandığını dahi bilmeyen
bir insanın, yargılandığı fakat bir türlü anlam
veremediği “dava”sı ile devam eder.
“Suçlayan kim ya da kimler, suç ne, ortada
gerçekten işlenen bir suç var mıdır?” gibi
soruların roman okundukça çoğalacağı açıktır.
Tıpkı ‘Dönüşüm’ romanında, Gregor Samsa’nın
bir sabah uyandığında kocaman bir hamam
böceğine dönüşmesi gibi. Belirsizliklerle bezeli
hayatlardan alınan her örnekle sorgulanan ve
hatta sorgulanması beklenen, genelde hep aynı
şey olmuştur; İnsanları peşi sıra sürükleyen,
ardından yürümeye mecbur bırakan ve yürüdükçe
bizi biz olmaktan çıkaran, artık kişiyi bir nesne
haline getiren , “toplum yapısı”.
“Kafesin biri, bir kuş
aramaya çıktı.” F. Kafka.
Bu dava bildiğimiz
davalardan değildir elbette.
Garip olan, tekdüze
hayatından aniden sarsılarak
uyandırılan Josef K. mahkum
olduğunu ve hakkında
devam etmekte olan bir
dava olduğunu bildiği halde,
aynı hayata benzer şekilde
devam etmektedir. Bir
gün içinde yaşadığı, yani
yaşamadığı hayatında aslında
değişen hiçbir şey yoktur. Aslında birilerinin onu
suçlaması ve mahkum etmesi çok gereksizdir. O
zaten toplum içinde, bunun farkına varmaksızın
yaşayan bir mahkumdur. Önceki hayatından
tek farkı ise, artık içine
kapatıldığı kafesi fark
etmiş olmasıdır. Toplumda
herkesin bir davası
olduğu için romandaki
hemen tüm karakterlerin
davadan haberi vardır.
İşin en can alıcı noktası
ise, bu mahkumiyetten
haberdar olmanın mı
yoksa olmamanın mı daha
iyi olduğudur? Hayatımıza
yön verecek ve söz sahibi
olacak kişi yine kendimiz
isek eğer, sorumluluğu bize ait olan her karar yine bizi bağlayacaktır.
Toplum zaten Dünya’ya geldiğimiz ilk andan
itibaren bizi boyunduruğu altına sokmakta, yazılı,
yazısız her türlü kuralıyla bize hükmetmektedir. O
halde verilmesi gereken karar şudur: Ya davamıza
karşı kendimizi savunacağız, ya da başımızı
eğip kafesimizde oturacağız. Tıpkı kapıdan içeri
girebileceğini bildiği halde içeri girmeyi göze
alamayan adam gibi.
“Mahkemenin önünde bir görevli durur.
Bu görevliye, ülkeden bir adam gelir ve ona
mahkeme önüne çıkıp çıkamayacağını sorar. Ama
görevli, o anda kendisini kabul edemeyeceğini
söyler. Adam bir an düşünür ve bunun daha
sonradan kabul edilebileceği anlamına mı
geldiğini sorar. “Olabilir,” der görevli, “ama şu
anda değil”. açık olduğundan ve görevli kenara çekildiğinden,
adam kapıdan içeriye bakmak için eğilir.
Görevli bunu gördüğünde güler ve şöyle
der: “Eğer bu kadar çok istiyorsan, benim
yasaklamama rağmen girmeye çalış. Ama dikkat
et: Ben güçlüyüm. Ve ben, sadece en baştaki
görevliyim. Bir holden diğerlerine geçişte, başka
görevliler karşına çıkacak. Hepsi de bir öncekinden
daha güçlü olacak.
Üçüncünün sadece görünüşü bile, benim
kaldırabileceğimden fazla.” Ülkeden gelen adam
bu kadar zorlukla karşılaşmayı beklemiyordur.
O, mahkemelerin herkese, her an açık olduğunu
zannetmiştir; ama şimdi kalın paltosu içindeki
görevliye, büyük , sivri burnuna, uzun, siyah
sakalına daha yakından bakınca, giriş izni alana
kadar beklemenin daha iyi olduğuna karar verir.
Görevli ona bir tabure uzatır, ve kapının
yanında oturmasına izin verir. Adam, orada
günler ve yıllar boyunca oturur. İçeriye kabul
edilmek için bir çok girişimde bulunur ve görevliyi
yalvarışlarıyla yorar.
Görevli, sıklıkla onu, küçük sorgulamalara
tabi tutar, evi ve başka konular hakkında sorular
sorar; ama bunlar hep, rütbe sahibi kişilerin
sordukları gibi, kişisel olmayan sorulardır. Bu
sorgulamalar, her seferinde görevlinin, içeriye
henüz alınamayacağını belirtmesiyle sona erer.
Yolculuğu için kendini iyi donatmış adam, sahip
olduğu her şeyi, ne kadar değerli olursa olsun,
görevliye rüşvet vermek için kullanır. Görevli,
verilen her şeyi kabul eder ama bunu yaparken
de, “Bunları sadece, denemediğin bir yol kaldığını
düşünmeyesin diye kabul ediyorum” der. Uzun
yıllar boyunca, adam görevliyi , neredeyse
aralıksız biçimde gözlemler. Diğer görevlileri
unutur ve bu ilk görevliyi, mahkemelere kabul
edilmesini engelleyen tek mani olarak görmeye
başlar. İlk yıllarda, talihsizliğine sertçe ve yüksek
sesle lanet okur; daha sonra , yaşlandıkça sadece
kendisi için şikayet etmeye başlar.
Giderek çocuksulaşır ve görevliyi uzun uzun
incelediği için, kalın kürk paltosundaki pireleri
bile keşfedip, bu pirelere bile, görevlinin fikrini
değiştirmesine yardım etmeleri için yalvarır.
En sonunda gözleri zayıflamaya başlar. Etrafın
gerçekten karardığına mı yoksa, gözlerinin artık
kendisini
yanılttığına mı karar veremez. Ama o hala,
gerçekten de mahkeme kapısından, hiç sönmeyen
bir ışığın sızdığını anlayabiliyordur. Şimdi artık
fazla ömrü kalmamıştır. Ölümünden önce, uzun
yılların bütün deneyimleri aklında toplanır ve o
zamana kadar görevliye sormadığı bir soru oluşur
kafasında.
Artık katılaşmış vücudunu hareket ettiremediği
için, görevliyi eliyle çağırır. Görevlinin artık
eğilmesi gerekir, çünkü aralarındaki boy farkı,
adamın aleyhine bir hayli açılmıştır. “Hala neyi
bilmek istiyorsun?” diye sorar görevli, “sen
doymak bilmiyorsun.” “Tabii ki herkes mahkemeye
ulaşmayı
arzular” der adam, “ama nasıl oldu da,
bunca yıldır, benden başka kimse içeriye girmek
istemedi?.
Görevli adamın artık son dakikalarını yaşadığını
anlar ve zayıflamış kulaklarına sesini duyurmak
için eğilip yüksek sesle konuşur: “Buraya senden
başka hiç kimse kabul edilemezdi, çünkü bu
giriş sadece senin için açılmıştı. Şimdi burayı
kapatacağım”. (F.Kafka’nın Dava romanından)
“Doğru yol yerden bir karış yüksekte bulunan
gergin bir ip gibidir. Fakat bu ip, üstünde yürümek
için değil de insanın ayağının takılıp tökezlenmesi
için vardır ancak..” F. Kafka.
Bütün romanlarındaki baş karakterlerin
yazgıları ortak, yani yalnızlaştırılmış, ötelenmiş,
umutsuzluğa mahkum edilmiş kişiler olunca,
nedense yazarın bu tür kişilikler üzerinde tekrar
tekrar durmasının sebebi ailevi ve toplumsal
ilişkilerine bağlanmıştır. Bariz bir çıkış noktası
olabileceği gibi, konu sırf otoriter baba ve
baskı altındaki çocuk ilişkisine bağlanamayacak
kadar geniştir. Esirleşen insan ve bürokrasinin
ezici yapısı hemen hemen tüm eserlerinde
gözlemlenmektedir. İçinde yaşadığı toplumu,
bugünün verilerine yaslayabilecek kadar ileri
görüşlü bir yazar olduğu aşikardır.
O her ne kadar “yaşam daha başında
kaybedilmiş bir savaştır” dese de, hayatının
sonlanışından sonra eserlerinin, öğretilerinin
yayılmasından dolayı, tersine bir süreç işlemiş
ve ölümü, kazandığını göremediği bir savaşın
başlangıcı olmuştur.
Tanyeri dergisi'ne teşekkürler.