Böner som faller till marken

Sema Kaygusuz’un Yere Düşen Dualar adlı romanı İsveç’te hayranlıkla karşılandı. Sema Kaygusuz’un, Fransa’dan aldığı iki ödülün ardından Balkanika Edebiyat Ödülü'ne de değer görülen ilk romanı Yere Düşen Dualar, Mart ayı içinde Ersatz tarafından İsveç’te yayımlandı.

İsveçli okurların ilgisiyle karşılanan Kaygusuz'un romanı İsveç'te övgüyle karşılandı. Eleştirmen Karl Johan Nilsson, Kaygusuz için "William Blake'in çağdaş bir yazar olarak geri döndüğünü düşündürüyor" derken Jan Arnald, kitap için "Uzun yıllardır ilk kez çok önemli ve derinlikli bir okuma deneyimine sürükledi beni" diye yazdı. Jens Christian Brandt ise yazarı "bir yanıyla şair, bir yanıyla ateşli muhabir, doğuştan yetenekli bir anlatıcı" diye tanımladı.

Jan Arnald'un Sema Kaygusuz hakkında kaleme aldığı ve DN gazetesinde çıkan yazısının tam metnini Sabit Fikir yayınladı.

Sema Kaygusuz’un Yere Düşen Dualar’ı, kişiliğimin oluşma sürecinde beni etkilemiş olan çok önemli, hatta hayati bir okuma deneyimini hatırlattı bana. Seksenlerin ortalarında Botho Strauss adlı Alman yazar, ilk postmodern roman sayılan Genç Adam’ı yazmıştı.

Bu karşılaştırma, hele Amerikan tarzı bir perspektiften bakarsak, sorgulanabilir bir durum olabilir; ama Strauss Avrupa romanının genelgeçer kurallarını tamamen yıkıyor ve tamamen farklı yerlere varan bir yol açıyordu kendine, bu yolda rehberi İtalyan Rönesans düşünürü Giordano Bruno’nun öngörülü sözleriydi: “Kesilmiş kökler geri döner, yanlış anlaşılmış hakikatlere yeni anlamlar verilir, uzun bir geceden sonra bilgimizin ufkunda yeni bir ışık doğar, yavaş yavaş en parlak haline ulaşır.”

Yere Düşen Dualar da benzer bir içgörüden yola çıkıyor gibi görünmekle birlikte, o sırada on yaşında olan Sema Kaygusuz’un Botho Strauss’u ya da başka bir Batılı postmodernisti okumuş olma ihtimali düşük. Sırtını yaslayabileceği bir Türkçe postmodern roman geleneği –burda ilk akla gelen, Nobel ödülü sahibi Orhan Pamuk– olsa bile, Sema Kaygusuz tamamen kendisine özgü bir yol keşfetmiş.

Kaygusuz’un yolu ne merkezi Avrupalı ne de eril, tam tersine periferal ve dişil – ama Strauss’un başyapıtıyla büyük benzerlikler gösteriyor. Strauss nasıl mitleri yeniden yaratmış ve –bazen ağır semboller ve alegoriler yükleyerek, bazen de serbest ve rahat romansıyla– başlangıçtaki mitler gibi akmalarını sağlamışsa, Kaygusuz da gri, boğucu, gündelik yaşamdan kurtulup sınırsız bir anlatının muazzam şeyler başardığı bir diyara yükseliyor.

Hikaye belirgin, güçlü bir gerçeklikle başlıyor ve bakış açısı sosyal gerçekçilik damgası vurulamayacak kadar öznel olsa da, genç Leylan’ın evreni günlük hayatın ve sarsılmaz sosyal sınıf sınırlarının leş kokusuyla sarılmış gibi görünüyor. Leylan Ege Denizi’ndeki, bugün Türk olan az sayıda adadan birinde büyümüş. Hikayenin geçtiği yer hikaye anlatma işinin mitolojideki kökeni, eski İyonya, ama orası her şeyden öte geleneklerin turizm tarafından yutulduğu bir yer ve iki alternatif de hayat dolu bir genç kadına, özellikle artık iletişim kurmayı başaramayan alkolik bir babanın zincirlerine vurulmuş bir kadına çekici gelmiyor. Özellikle de birisinin Leylan’ın babasını öldürmek istediği söylentisi ortaya çıktığında.

Yere Düşen Dualar’ın ilk sayfalarında bunlar yaşanıyor. Söylenti adeta kendi kendine, ün tanrıçası Ossa ve dedikodu tanrıçası Pheme sebepsiz yere kendilerini salmış gibi yayılıyor. Leylan bu söylentinin iki yanı keskin bir bıçak gibi olduğunu fark ediyor. Bir yandan babasını öldürmek istediğinden kuşkulanılması çok korkunç, ama öte yandan bu yalnızca onu doğrulamakla kalmıyor, onu yaratıyor da. Leylan hikayelerle var oluyor.



Bu, Leylan’ın yarattığı kütüphane için de geçerli. Leylan kendisine kütüphaneci diyor, oysaki kitapları deniz kıyısında, kayaların aralarındaki boşluklarda topluyor. Onun kütüphanesini oluşturanlar, turistlerin unuttukları kitaplar. Bu kitaplar notlar ve karalamalarla dolu ve Leylan –ancak okur yazar denebilecek Leylan– yazı kenarlarındaki bu notlar aracılığıyla edebiyatla bağ kuruyor ve bu notların devamını yazıyor. Bazı bakımlardan, okumak ve yazmak onun için aynı şey.

Yere Düşen Dualar birbirinden belirgin olarak ayrılmış iki bölüme ayrılıyor. İlk bölüm Şarap ufak bir adada geçiyor. Anlatı kronolojikten ziyade olaysal. Okuyucu zamanda ileri geri fırlatılıyor, ama yine de bir ileri hareket hissi, bir olgunlaşma hareketi var.

Adada yaşam çetin. Yılın rüzgarsız yirmi günü, ada halkına cennetten çıkma gibi geliyor. Orada turistler gittiğinde büyük bir dönüşüme uğrayan kapalı bir toplum var. Leylan daima aynı çıkmazda gibi; ona durumu gitgide kötüleşen babasının bakımı rehberlik ediyor.

Ama babası ölüm döşeğinde yatarken bir şey oluyor. Leylan bütün deneyimlerini, okuduğu her şeyi, adadaki söylenti selini ve kadim hikaye anlatma geleneğini bir araya getiriyor, onları bir hikaye şekline sokuyor. Can çekişen babasının şerefine.

Romanın ikinci bölümü Altın da bu. Mit yaratımı, bu bölümde patlama yapıyor. Roman eksiksiz bir metamorfoza uğruyor. Birdenbire kendimizi gerçekdışı bir mitik diyarda buluyoruz ve burada tek gözlü küçük bir çocuk, bir deri bir kemik bir adam ve yıpranmış bir beygir dolaşıyor.

Birden her şeyin mümkün olduğunu hissediyoruz. Önceden tahmin edilemez olaylar silsilesi tam Leylan’la babasının kaderine tercüme edilebilecek gibi göründüğünde, birden rota değiştiriyor, ahlaki ya da metafiziksel veya akıl almaz derecede gaddar bir hale bürünüyor. Bütün olağan anlatı gelenekleri bir kenara atılıyor. Onun yerine mitoloji ve fantezinin sonsuz sürreelliği devreye giriyor. Ve bu insanı hiç durmadan büyülüyor.

Bu yalnızca her şeye muktedir görünen ince ayarlı lirik düzyazıdan kaynaklanmıyor. Ulla Bruncrona’nın İsveççe çevirisine nerdeyse mucize denebilir ve bu yayıncının neden kitabı Fransızcadan çevirmeyi seçtiği sorusunu bile akıllardan siliyor.

Sema Kaygusuz’un Yere Düşen Dualar romanı kesinlikle sihirli bir okuma deneyimi sunuyor. Ne daha fazlası, ne daha azı.