Çok Tanıdık Çok Bildik / Murat Mutlu

Diken Ucu’nu anlamak zor değil, zira anlattığı bizzat biziz. İlişkilerimiz, bize maya çalanlar, etrafımızdakiler –bizi kuşatan kalabalıklar- bir aradayken yapamadığımız, ayrıyken içimize bir şeylerin sinmemişliğin çaresizliği, çok uzak yıllardan bir hayalin gelip bizimle olmaya başlaması ve elbette bizim ne yapsak tutturamadığımız duygusallıklarımız.

Behçet Çelik, Diken Ucu’nda kendimizin, yaptıklarımızın farkına varmaya çağırıyor. “Önemsiz bir ayrıntı. Perdenin söküğü, dolabın kapağı.” diye diye “o sabaha varmadan” bir şeyler yapmak gerektiğini ise siz anlıyorsunuz.

Kasti Faul’un bittiği yerde –ki bu aylar önce indiğim üçüncü öykü durağından sonra okumaya başladığım ilk öykü- “hikâyenin tam ortasından –bam telinden başlayıp bir yere getiriyor. Sonra aniden bitiriyor. Baş ve son hep muğlâk hep bilinmez. Okuyana bırakan değil, bir şeyler bulmasını, yapmasını salık verenlerden.” notunu düşmüşüm. Sadece Behçet Çelik’in değil, -yazılan, yaşanılan- bütün hikâyelerde hikâyenin nasıl başladığı bir süre sonra önemini kaybediyor. Ayrıntılar, kalabalıklar, yaşanmak istenen ve istenmeyenler arasında yitip gidiyor hikâyenin başı. Sonunu görünce de başı düşünmeye başlıyoruz. Nerede hata yaptık, bir şeyler değiştirebilir miyiz umudu ve telaşıyla. Sesin donuk çıkması için düşünmüş, tartışmış, uykusuz kalmış, başkalarına danışmış ve uygun anda söylenmiş; niçin tutmadığı belli –öyle mi sahiden?- olan mayayı sorgulayan, mekândan bağımsız zannedilen dostlukların “(…) vakit dolar, akşam olur, dağılırız.”a dönüşünden dem vuran… Dünya’yı korumak zorunda olduğumuz insanlar...

Behçet Çelik’in insaniliğimizi sorguladığı, gücün ve iktidarın, bunlara sahip olmayan çoğul insanların hayatlarına nasıl kıydığı, bu kıyımın coğrafyalardan bağımsız olduğunu ve yaşanan acıların, edilen duaların, çocukluğun aynı olduğunu ve çok bildik çok tanıdık bir şekilde çocuk kalbimize sesleniyor. Yaşanan savaşların, kıyılan canların nedeni hepimizce malum zira. Hele ki bu topraklarda.

Son cümleye noktayı koyduğum sırada farkına vardığım şekilde; insaniliğimizi sorgulayıp çocukluğa atıflardan sonra “zamanda kayıp” o devirdeki hülyalarımızı okurken buluyoruz kendimizi. Bunu bilerek mi yaptı, yaptığı sırada kaçarken düşen çocuğa son sahnede ne yaptığının bilincinde olmadan düşen çocuğa göz kırpmamasına içerleyip bizlere göz kırpmış mıdır Behçet Çelik bilmiyorum, ama ben onun göz kırptığını hayal ediyorum Canberra’nın hayali miçosunu ve gamsız arkadaşını anlatırken.

Tartışıla gelen
Utangaç –belki de suçlu- bir tavır takınıp boynumu bükerek bitirdim “Kuantum Hikâye”yi ve kitabı. Hayır, kitabı bitirmenin üzüntüsü değil, “Kuantum Hikâye”nin bana sorduğu soruydu utangaç tavrın ve bükük boynun nedeni. Hem hikâyeyi tam olarak algılayamam hem sorduğu sorunun hem altını çizdiğim koca paragrafın ağırlığı.
Edebiyatın maruz kaldığı ilgisizlik, var olma çabası –ki bence öyle bir çaba yok bütün heybetiyle duruyor hayatımızda edebiyat- arzu edilen büyük patlama ve elbette hayatı mı kitapları mı yanlış anladığımız sorusu.

Bu da beni bir süre meşgul edecek bir paragraf olsun.