Edgar Allan Poe'nun Öykücülüğüne Yolculuk / Senem Dere

Edgar Allan POE’nun öyküleri, Dost Yayınevi tarafından bir araya getirilerek üç cilt halinde basılmış. Yıllar sonra, özellikle Hasan Fehmi NEMLİ’nin titiz ve ayrıntılı çevirisinden Poe’nun öykülerini okumak çok keyifliydi. Poe her zaman tartışılmış ve hakkında pek çok şey söylenmiş bir yazar. Bu nedenle  Poe’nun yazarlığı hakkında benim  söyleyeceklerimin çok gereksiz  bulunabileceğinin farkındayım. Yine de onun öykülerinin bende bıraktığı etkiyi bir şekilde anlatmak ihtiyacıyla bu yazıyı kaleme almış bulunuyorum.

Şimdi, bir gölün kenarında oturduğunuzu, etrafınızı çeviren dünyanın ve yüzünüzün durgun suya yansıyan aksini seyrettiğinizi düşünün. Bir süre sonra içinizde, sudaki kıpırtısız dünyayı dağıtmak, sarsmak, değiştirmek için karşı koyamadığınız bir istek belirmez mi? Doğal olarak suya dokunur ya da göle atmak için bir taş aramaya başlarsınız.
İşte Poe’nun öyküleriyle yaptığı budur. Onun öyküleri göle atılan bir taş gibidir ya da suyu karıştıran becerikli bir el... Önce hayretle, yüzünüzün alışkın olduğunuz çizgilerinin bozulmasına, dağılmasına şahit olursunuz. İyice bakmaya cesaretiniz varsa, size benzeyen ama çoğu zaman görmezden geldiğiniz, hatta ürktüğünüz yine de içinizde bir yerlerde olduğunu hep bildiğiniz kendinizle yüzleşirsiniz bulanık suda. Ardınızdaki dünya da belirsizleşmiş, yıkılmıştır. Tekinsiz, karanlık, kuralsız ve vahşi, başka bir dünyanın kapıları aralanır. Oraya hükmeden Tanrı, olsa olsa Dionysos’tur. Takıntılara, tutkulara, kayıp ruhlara, delice isteklere, öc almalara, kana ve sonsuz aşklara kaldırır kadehini.

İlginçtir ama içinizdeki ürperti sizi o kapılardan girmeye zorlar. Kasvetli bir şatoda bulursunuz kendinizi. Geniş merdivenlerin basamaklarında durmuş, duvardaki tablolardan birini seyre dalmışsınızdır. Tablodaki bakışları sisli  kadın, sanki resimden çıkacak ve yanınızdan bir tüy hafifliğiyle geçerek gözden kaybolacaktır. Bir ânlığına başınızı başka yöne çevirmeniz bunun için yeterlidir. Kapalı kapıların ardındaki odalardan birinde, evin sahibi hastalıklı bir özlemle o kadının gelmesini ve acılarından kurtulmayı beklemektedir. Bilirsiniz; insanın önce en yakınındakini öldürdüğünü, sonra da onu yeniden, yokluğundan var etmeye çalıştığını. Kendini ancak  böyle aynalara çizebildiğini... Anlarsınız, çünkü sizin de başınıza gelmiştir böyle şeyler.

Siz, odaları salonlara, salonları merdivenlere, merdivenleri gizli bölmelere, kilerlere, şarap mahzenlerine bağlayan koridorlarda yürürken, bahçedeki ağaçların pencerelerden yansıyan tuhaf gölgeleri peşinizdedir. Yoksa bir kara kedi midir takip eden sizi?  Sürekli sırtınızda hissettiğiniz, onun parlak, rahatsız edici gözleri midir? Bilmenin imkânı yoktur! Çünkü burada her şey sadece sezdirir kendini. Yanından geçtiğiniz duvarların tatlı çağrısına da aldanmayın. Dokunduğunuz anda sizi kendine katacak; etten, kemikten, kandan beslenen harcını sizinle ısıtacaktır.

Şansınız varsa, adımlarınız mahzenlere değil geniş odalara ulaştırır sizi. Kalın kadife perdeleri çekilmiş, büyük mobilyaların ağır ağır nefes aldığı odalara... Yürüyemeyecek kadar yorgunsunuzdur artık; tozlu, büyük yatağa bırakırsınız bedeninizi. Karşısınızdaki tabloda, fırtınaya tutulmuş bir geminin çaresizliği vardır. Patlayan dalgaların sesini duyar gibi olursunuz uyumadan önce. Uyku, yoğunlaşıp ağırlaşan karanlığın üstünüze kapanmasıdır sanki. Bir kadının, tanıdığınız ama kim olduğunu çıkaramadığınız bir kadının, soğuk, incecik, mermer beyazlığında elleri karanlığı yırtıp size doğru uzanır. Siz dudaklarınız kupkuru, nefes alamadan beklersiniz. Dışarıda onun ayak sesleri, gittikçe yaklaşır, yaklaşır, yaklaşır...

Az önce izlediğiniz tablodaki gemide gözlerinizi açtığınızda, dalgaların dehşeti, karanlığınkini unutturur. Gemiyle beraber dünyanın dibine doğru çekildiğinizi yavaş yavaş kavrarsınız. Durumunuzu kabullendiğinizde şaşırarak fark edersiniz ki orada göreceklerinizin merakı korkunuzun önüne geçmiştir. Sanki okyanusu böyle köpürten, rüzgârı çıldırtan, gemileri  savuran da sizin bu merakınızdır. Eğer vazgeçerseniz merak etmekten, her şey birdenbire duracak, ölüm birdenbire gelecektir. O yüzden gözlerinizi kapatamaz, her şeyi görmeye çalışırsınız. Asıl korktuğunuz, dehşet verici şeyler görmek değil, görülecek hiçbir şeyin olmamasıdır artık.* O gemide, her şeyin başlangıcına varıncaya kadar döner durursunuz. Zaman, ölümün size yetişemeyeceğini düşündürecek kadar uzar.
Ama dünyanın dibi siyah bir odadır. Kan rengi camlardan al bir ışık sızmaktadır. Ayak bastığınız kuzguni halı üzerinde, kan renkli camlardan süzülen yalazlar dans etmektedir.** Odadaki abanoz  saatin vuruşları etrafı çınlatmakta, bütün sesler onun karşısında susmakta, erimektedir. Kaçmak, odadan çıkmak istersiniz ama saatin vuruşları sizi olduğunuz yere mıhlamış, tüm gücünüzü almıştır. Hiç olmadığınız kadar bitkinsinizdir; göz kapaklarınız gittikçe ağırlaşır. Sonunda saatin vuruşları kalbinizin ritmi gibi uzaklaşır,  duyulmaz olur.
Göle attığınız taş çoktan dibe çöktü, sular duruldu. Her şey yerli yerinde... Ama neden titriyorsunuz? Haklısınız, hava serinledi sanki. Zavallı kedinin sizi izlediğini de nereden çıkardınız? Anlıyorum, son zamanlarda içkiyi fazla kaçırıyorsunuz. Evet evet, gitmeli ve iyi bir uyku çekmelisiniz. Düşünmemelisiniz böyle şeyleri...

* Kuyu ve Sarkaç
* Kızıl Ölümün Maskesi 


Bu yazı daha önce Sabit Fikir'de yayınlanmıştır...