Sevgi Üzerine Sözler / Orçun Üçer

    (Deneme edebiyatının üstadlarından olan Nûrullah Ataç, o kendine has sinirli ve sevimli üslûbuyla, çok güzel eserler üretti. Kendine has olan, üslûbu değildi yalnızca kuşkusuz; başkaları tarafından kullanılması imkânsız olan garip kelimeleri de uydurduğu “öztürkçe”siydi. Ataç’ın, ilk basımı 1952 yılında Varlık Yayınları’nca neşredilen “Sözden Söze” kitabında, “Sevgi Üzerine Sözler” adında bir denemesi de vardı. Yazımı, bu büyük yazarın aynı isimli denemesinden mülhem kaleme aldığımdan, başlığı da, ustama selâm durmak için, olduğu gibi temellük ettim…)
    “…gönülden kimseye bağlı olmıyan, kimseyi aramıyan, özlemiyen bir kişiyi düşünün; akıllı olsun, doğru olsun, acımak nedir, isterseniz onu da bilsin, siz gene bir ürpermez misiniz? Bütün üstünlükleri o yalnızlığı ile sanki yok oluvermez mi? Doğum ile ölüm arasındaki yolu acılarla da zorluklarla da zenginleştiren hep sevgi, kendimizden başka kimselerle ilişiğimiz olduğu duygusudur. Yoksa vârolduğumuzu bile anlamaz, düşsüz bir uykudan uyanmaksızın geçer giderdik.”
    Var mıdır Ataç’ın söz ettiği türden sevgisiz insanlar? Ataç, bu denemesinin bir yerinde; bir yerinde de değil hattâ, denemesinin alıntıladığım kısmından sonrakilerin tümünde, sevginin de “özcülüğümüzden”; yâni, ‘benciliğimizden, egomuzdan’ kaynaklandığını; en mâsum görünen, öyle ki, canımızı verebilecek kadar sevdiğimizi söylediğimizde bile, “özcülüğümüzü”konuşturduğumuzu iddiâ ediyor… Bu ağır bir yargı bence… Belki gençliğimden, belki saflığımdan; ama ben karşılıksız, ödünsüz bir sevgiye inanırım… (Sevgi ile aşk arasındaki sınırı tâyin edemiyorum.  Ahmet Hamdi Tanpınar, sevdiğim romanlarından olan “Mâhur Beste”de, Behçet Bey için, “Birdenbire aklı evlendiği seneye, biricik aşkına, her ömürde bir kere açan o bahâra gitti.” der. Aşkın, insanın ömründe bir defâya mahsus olduğunu; o tek-açımlık çiçeği bir daha devşiremeyeceğimizi söyleyerek, bizleri âdetâ dehşete düşürür. Başka bir denemenin mevzuu olabilecek bu yakıcı aşk meselesi üzerine, hele derinden âşık olduğum şu dönemde, kalem oynatmak istemiyorum…)
    Parantez içerisinde, bir aşk yaşadığımı belirttim. Bu yaşadığım aşk, öylesine yoğun ve güzel ki, bundan önceki ilişkilerime, yanlış yere “aşk”sıfatı verdiğimi anladım. Evvelinde, benim sevgi, hassaten de sevgili anlayışım şöyleydi:  Ne kadar kısa sürerse sürsün, öyle ki, ‘bir sevişmelik saltanat’ kadar olsun; hoşlandığım, hazzettiğim birisi, benim sevgilimdir. Evet, ‘bir sevişmelik saltanat’lık sevgilim…
    Uzun zamandır, hayâtı anlamlı kılan ‘olgunun’ aşk olduğunu düşünüyorum. (Aşk, sevgi… Bu ayrımları belirleyemediğimi; en azından şimdilik buna eğilmeyeceğimi söylemiştim.) Aşkı da, seksten bağımsız düşünemiyorum. Tamam, salt sekse, ten-arzusuna, ten-açlığına indirgiyor değilim; ama ‘temas’sız bir aşkın, edebiyatta kalması gerektiğine inananlardanım…
    ‘Hayâtın kaynağı’nın da, ‘anlamı’nın da aşkta olduğuna inandığımdan, Ataç’ın “Doğum ile ölüm arasındaki yolu acılarla da zorluklarla da zenginleştiren hep sevgi, kendimizden başka kimselerle ilişiğimiz olduğu duygusudur.” Tesbîtine hak veriyorum... Devâmındaki şiirsel (sanatsal) cümlesi, ne kadar da doğru: “Yoksa vârolduğumuzu bile anlamaz, düşsüz bir uykudan uyanmaksızın geçer giderdik.”– Düşsüz bir uyku!...
    Evet; sevişmek kadar, dokunmak kadar, ‘insan sıcağı’ kadar güzel ve doğal olan ne var? Turgut Uyar’ın dediği gibi çünkü: “Sevmek bir bütün, nereden baksan/Ne ayıp, ne günah, ne uygunsuz/Kolların da, ağzın da yüreğe katılması/Tersi yarım, tersi yalan, tersi yapma.”
    Ah min’el aşk!..